Edebiyattan Ne Anlıyoruz?

Kitap İmza Gününde Edebiyat Söyleşisi 

            Edebiyattan Ne Anlıyoruz?

          “Edebiyat dünyaya tutulmuş bir aynadır” sözü, sanki edebiyat sözcüklerinin külliyatı gibi duruyor. Nede olsa her şeye tutulan bir aynadan söz ediyorum ya. Doğrusu o denli geniş bir yelpaze işte. Sanki dünyayı saran bir yel gibi. Gelgelelim bu sözün içeriğini-sınırlarını düşünmeye… Aydaki kozmonot, ayda gördüklerini kompozisyona dökerse, bu; dünya dışı bir deneme olmaz mı? Hem de öyle bilimkurgu değil, basbayağı maddi şeyler anlatılıyorsa… Anlatıcı-yazar dünyalı, ama anlattığı dünya ötesi. Yani evrene ait şeyler, gerçekler.          Demek ki edebiyatın sınırları felsefe ve bilimin boyutlarına kadar uzanabilir. Ne felsefe ne de bilim yerküreyle sınırlı olmadığına göre…

Bu söz, yalnızca kapsamıyla dikkatimizi çekmiyor, aynı zamanda her şeyi dosdoğru görmenin (anlamanın) altını da çiziyor. Bir başka deyimle hiç oyana bu yana vurmadan, estek köstek yapmadan, eskimiş ezberlere, dogmalara, tabulara korkusuzca dokunarak gerçeğin olduğu gibi yansıtılmasını ifade ediyor.    

          Evet, bu söz çok şey de kapsıyor.  Hemen dünyanın her yerinde ve her dönem, doğadaki canlı varlıkların-türlerin fizyolojik gelişim ve değişimine, içgüdülerine, duygularına, düşüncelerine dek, her safhada edebiyat sözcükleriyle eğilmek mümkün. Edebiyat dili, o denli âlemşümul ve evrenseldir. Dolayısıyla dünyanın genelinde oluşan hayat ve kültürün, zihinsel evrimin dönemin boyutlarına göre nerenin evrensel gelişmeyle ne kadar paralel olup olmadığına da işaret eder. Bir başka deyimle genelde yaşanan durumla yereldekinin arasındaki farkı da gösterir. Hatta gelişmeyle geri kalışın nedenlerini bile gösterir bize, çünkü bu aynadan bir şey kaçmaz ve burada her şey gözle görülür.  

          Demek ki edebiyatı, hayata tutulan bir ayna olarak da görebiliriz. Çok renkler yansıtan bir aynadır bu. Doğal olarak her yerde aynı şeyleri değil, ayrı şeyleri gösterir. Kimi yerlerde gelişmeyi, güzel şeyleri, kimi yerlerde geriliği, monotonluğu, çirkin şeyleri gösterir. Eşitsiz gelişme genellikle yapay nedenlere dayanır. Bileşik gelişme ise az çok doğal nedenlere dayanır. Faktörlere bağlı bir konu.

Anlayacağınız edebiyat gözüyle her bölgenin, ülkenin, topluluğun, milletin kendi durumuyla evrensel gelişmeyi karşılaştırması, değişim ve dönüşüme ne kadar ayak uydurduğunu anlaması pekâlâ mümkündür. Bu bir yetidir hiç kuşkusuz. Bir başka deyimle içinde soluk aldığı atmosferi ve kendini doğru anlama yeteneğidir. 

          Bu yetiye ve yeteneklere sahip olmayan milletler ve toplumlar, muhafazakâr bir eksende kalır, gelişmeye ve değişime karşı ayak direr. Artık buralarda dogmatizm ve fanatizm egemen eğilim haline gelir ve toplumsal hayatı da kendi fasit dairelerine hapseder. Buralarda edebiyat olmaz, hayatta hep sıkıntılı olur. Asya ve Afrika bölgelerinin büyük bir kısmının, özellikle de Ortadoğu’nun bu durumu yaşadığı aşikârdır. (Elbette bunun nedenleri var ve bu nedenleri tartışmak bir kitap konusudur, bu söyleşinin kapsamını aşar.)      

          Edebiyat ve Zihinsel Süreç

Edebiyatın zihinsel sürecin oluşmasında önemli bir işlev gördüğü açıktır. Zira kültür ve düşüncenin alt yapısı edebi süreçlerin dışında değil, dahası edebiyat sözcük ve kavramların işlenmesinde daha çok mümkün olabilir. O kadar ki bilim ve felsefe dilinde bile söz dizimi edebi çehre içerdiğinde algıda bir etkinlik yaratır. Felsefi kavram ve sözcüklerin helezonunda söz ve söylence bir yelpaze gibi esebilir. Keza bilim jargonunda da söz dizimi anlatıma bir derinlik kazandırabilir. Öyle ki bilim nosyon ve kavramların izahında da söz dizimi şakul ile örülen tuğla duvar misalidir. Özcesi felsefe, bilimsel teori ve bilimin kendisi (bütün spekülasyon, araştırma ve metodolojik gözlemler) edebiyatın yarattığı atmosferden soluk alır.  Bir anlamda kültürel, toplumsal-sosyal ve düşünsel fenomenler sanat ve edebiyat bahçesinde yeşerir, bilimsel bilgiyle gelişir. 

 Ezcümle sanat ve edebiyat beyinde bir yelpaze oluşturur ve zihinsel süreçlere yol açar. Felsefe, beyinde deprem yaratır ve zihinsel süreçleri biçimlendirir. Bilim bütün bu süreçlerin meyvelerini toparlar. 

Ne var ki bu süreçlerin arasına ideoloji girerse zihinsel süreçleri kasabilir. Neden? Zira ideoloji ne kadar bilimsel olabilir, bu net değil, tartışılır. Bilimsel teoriye dayanmayan ideoloji, kaçınılmaz olarak dogmalaşır ve dolayısıyla dogmatizmi koşullandırır. Dogmatizm de, gerilik, bağnazlık, fanatizm, şiddet ve sair melanetleri taşır ve de besler.

Yaşamsal gelişme, ekonomik, sosyal, zihinsel ve kültürel donelerle beslenir ve evrensel eğilime doğru yükselir.  

Beyinsel faaliyetler, algısal ve metodolojik bakımdan ne denli bilimselse o denli gelişmeye açıktır. 

Sanat ve edebiyat, zihinsel ve kültürel süreçleri dinamikleştirir. Bir toplum zihinsel-düşünsel ve kültürel olarak ne denli etkinse, hayatı da o denli derinlikli, kapsayıcı ve renkli olur.

Sanat ve edebiyat, incelikli bir iştir. Zihinsel ve kültürel bir süreçtir. Birey ve toplumun duygusal ve sosyal dokusunun oluşmasında belli ve belirli bir işlev görür. Bir bütün olarak insan zihnini, duygusunu ve yaşamını yumuşak tutar, estetik açıdan geliştirir, toplumsal yaşamın eksenini dinamikleştirir, insanlığa büyük kültürel ve zihinsel miraslar sunar.

Edebiyat ve Toplumsal Hayat

       “Edebiyat toplumsal hayatın penceresidir” sözü de sıkça edebiyat derslerinde kompozisyon konusu olur. 

          Ezcümle edebiyat, toplumsal hayatın pozitif bir zihniyet ve kültüre dayanmasına katkı sunar. Şöyle ki bireyin kültürel ve zihinsel gelişiminde işlev görür. Öylece toplumda özneler çoğalır ve bu özneler, pozitif bir toplumsallığı koşullandırabildiği ölçüde demokratik bir yönetim de kurabilir. Haliyle güzel bir hayatın şartlarının oluşmasını kolaylaştırır.   

Edebiyat ve felsefe  

Felsefe, bir arayıştır, şüpheyi araştırmadır, gerçeği ve doğruyu bulma işidir. Zihniyete, fikre ve hatta doğrulandığı varsayılan gerçeğe kuşku ile bakmayı ön görür. Edebiyat da bu kriterleri dikkate almayı şart koşar, zira roman, öykü, şiir, senaryo, piyes, beste vesaire ölçüsüz ve kuralsız, yani başıboş olamaz, aksine bunlar birer görüngü ve her fenomenin kendine göre kriterleri vardır. Edebiyat ile felsefe arasındaki ilişki kuşkuyu araştırma düzleminde başlar, bilimselliğe uzandığı ölçüde pozitifleşir.

Edebiyat ve bilim  

Bilim ve bilimsel teori, nesnel ve öznel olanı, doğruyu ve yanlışı, gerçeği ve gerçek olmayanı ayrıştırır, çözümler ve tanımlar. Böylece zihinsel süreci düzenleyici bir işlev görür. Edebiyatın kriterleri de bu bağlamda belirlenir, zira edebiyat bilimsel veriyi yadsıyarak iş göremez. Zira romanınızdaki başkahramanınızın davranışları onun karakterine uyarlı değilse eseriniz problemli olur. Veya öykünüzde bir çifti birbirini seviyor olarak gösterirseniz, çiftin birbirine karşı davranışlarını nefret üzerinden kuramazsınız. Kursanız bunu izah etmeniz lazım. Burada felsefi bir derinlik çıkar. Ancak bu derinlikten olgun bir izah çıkarırsanız ne ala…

Edebiyat ve ideoloji

Edebiyat ile ideoloji arasında bir ilişki var elbette; ama bu ilişki çoğu zaman pozitif değil, maalesef negatiftir. Zira bilimsel bir ideoloji her zaman mümkün değildir. Her edebiyatçı eserini ideolojisine göre yapma özgürlüğüne sahiptir, ama o durumda eğer ideolojisi bilimin ölçülerine göre kusurluysa eseri de aynı ölçüde kusurlu kalır. Kaldı ki ideoloji ne denli bilimsel olursa olsun edebiyat alanını daraltma riskini de taşır. En iyisi edebiyatı ideolojiyle değil, direk bilim ve bilim ahlakı ile bağlantılı düşünmek lazım. Edebiyat kuramı, kural olarak bilim üzerinden değerlendirilir.

Edebiyat ve Ahlak

Edebiyatı sanattan ayıramayacağımıza göre, burada dünyada yankı uyandıran farklı bir görüşe de değinmemiz gerekiyor.

Fransa’da Dijon Akademisi, 1749’da “Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev yarışması düzenler. Yarışmanın sorusu şu: “Bilimlerin ve sanatların gelişmesi ahlakın düzelmesine yardım etmiş midir?”

Bu yarışmaya katılan Jean-Jacques Rousseau, sorulan soruya aksi yanıt verir. Bilimlerin ve sanatların ahlakın gelişmesine yardım etmesinden daha ziyade, ahlakın bozulmasına yol açtığını iddia eder. İddiasını ayrıntılı olarak izah eder ve bir tez oluşturur. Bu yarışmada birinci olan yazar, bütün hayatı boyunca bu tezini savunur.  J. J. Rousseau, bu söyleviyle ünlü olduğunu söyler.

Ki daha sonraları J.J. Rousseau’nun bu görüşünün anti-sanat akımlarının doğmasına yol açtığı söylenir. Hatta Dadaizm’in bir akım olarak dünyada ilgi görmesi de buna bağlanır.

  1. J. Rousseau, bu görüşünde haklı mıydı? Neden o denli ilgi görmüştü?

Doğrusu şu, Matematik bulunmasaydı, Mısır Piramitleri yapılabilir miydi? Sanmam. Ama piramitlerin hükümdarların hizmetine koşulması, ahlaki bir erozyonu ifade ederdi. Keza bilim olmasaydı, bunca teknoloji ve teknik olur muydu? Sanmam. Oysa Hiroşima’da denen Atom bombası, insan ahlakını yerle bir ettiği bir gerçek. Bundan daha büyük bir ahlaksızlık mı olurdu. Üstelik ahlaksızlığı da gerekçelendiren-meşrulaştıran bir eylem. Çünkü Amerika bu eyleminden ötürü cezalandırıldı mı? Hayır, ne yazık.

Bu neden böyledir? Bunda bilimin suçu nedir?

Hemen belirteyim bilimin ve sanatın özünde bir kusur yok, ancak bilimi ve sanatı kullanan gafiller var. Bütün mesele bu işte. Egemen sömürücü sınıflar ve onların buyruğundaki devletler, bilimi ve sanatları kendi-kötü amaçları doğrultusunda kullanmakta bir beis görmemişler, görmezler de. Tekrar altını çizerek söyleyeyim; sözünü ettiğimiz olumsuzluk, kesinlikle bilimlerin ve sanatların yapısından-özünden kaynaklanmıyor, onları kullananların karakterinden kaynaklanıyor. İşte, sorun budur, başka bir şey değil.   

Kesinlikle edebiyatın ahlak ile ilişkisi de yalnızca Bilim Ahlakı üzerinden kurulur. Sanatçı ve EdebiyatçıBilim Etiğinin kıstaslarına göre eserini oluşturmalı,  aksi halde kusura düşer.

 Bilim, sanat ve edebiyatın hareket ve oluşum alanlarını kısmaz ve kasmaz. Sanat ve edebiyat, ideolojinin kastığı zihinsel süreçleri yumuşatır ve yeniden nesnel bir temelde yapılanmasına katkı sunar.

Şiddetin edebiyatı olmaz. Bağnazlığın edebiyatı olmaz. Yalanın edebiyatı olmaz. Akıl üşütmeyle edebiyat yapılmaz velhasıl. 

Edebiyat ve Tarafgirlik

Çıkarların ayrıldığı bir yerde saflaşma kaçınılmazdır. Tasnif olan çıkarlara göre de tarafgirlik oluşur. Günümüz dünyasında tarafsız kalmak ya taraflar üstü olmaktır ya da ortada kalmaktır. Zira sınıflara, çevrelere, güçlere, görüşlere göre saflaşma söz konusudur.

Ancak her şeye rağmen Bilim Etiğini ve bu etiğe bağlı sanat ve edebiyatı taraflar üstü kabul etmek mümkündür ve aslında doğru olan da budur; ancak her sınıfın, her çevrenin ve her gücün edebiyatı kendine göre algıladığı ve kendi dünyasına uyarladığı da başka bir gerçektir. Fakat insan yanlış yapar ve bu da bir somutluk kazanabilir, ama bu somutluk hiçte doğrunun yerini tutmaz. Dolasıyla doğruluk o somutluktan daha büyük bir gerçektir.

Burada yanlış olan nedir?

Edebiyat evrensel bir olgudur. Herkesin kendine göre algılayacağı ve kendi dünyasına uyarlayacağı bir edebiyat, şüphesiz tarafgir bir edebiyattır; ancak bunun ne kadar edebiyat olduğu tartışılır, zira tarafı olduğu sınıfın, çevrenin ve gücün edebiyatın kıstaslarına ne kadar uyduğu ve kendisi dışındakilere karşı tutumu tartışılır.

Burada doğru olan nedir?

Edebiyatın evrenselliğini korumak, Bilim Etiğinin kesin bir kıstasıdır. Bütün taraflara rağmen edebiyatın, bilimsel ve gerçekçi zeminde kalması pozitiftir.

Yine de herkesin bildiğini okuyacağı da malum. Bizde edebiyat ve sanattaki çeşitliliği görmezden gelemeyiz. Yadsıyamayız da. Küçümseyemeyiz de. Nihayetinde okur beğenilerine göre ilgi gören romanlar olduğunu biliyoruz. Kimi gerçekçi romanı, kimi biçimsel gerçekçi romanı, kimi post modern romanı, kimisi psikolojik romanı, kimisi duygusal romanı, kimisi polisiye romanı, kimisi dışavurumcu romanı, kimisi izlenimci romanı vesaire sever. Şiirde de bu böyledir. Okurdan okura durum değişir. Kimi lirik şiiri, kimi epik şiiri, kimi didaktik şiiri, kimi pastoral şiiri, kimi satirik şiiri sever. Resimde de öyle. Velhasıl bütün bunlar beğeni ve eğilim farklılığı olsa gerek. Ancak okurun ve sanatseverin eğilim ve beğenileri bilim etiğini yadsıyabilir. O nedenle sanatçı ve edebiyatçı, her okurun ve sanatseverin beğeni ve eğilimlerini değil, her alanda evrensel ölçü ve değerleri önemsemeli, Bilim Etiğini ve bizzat Bilim Kriterlerini temel alarak iş görmeli.  Yerel ile evrensel olanın, kalite ve değerlerin arasındaki farkı görmeli, âlemşümul ve evrensel ölçülere dikkat etmeli…

Dikkat edilecek başka hususlar da var elbet. Her şey siyah ve beyaz çizgiden ibaret olmadığına göre, her şeyi gerçek ve gerçek dışı, doğru ve yanlış diye tanımlamak da çok doğru değildir. Neyin ne kadar doğru veya yanlış, gerçek veya gerçek dışı, iyi veya kötü olduğu bilimsel ölçülere göre anlaşılabilir ancak. Ayrıca her ele alınan şey, mutlaka şu veya bu ölçüye uyması gibi katı bir kural yoktur. Burada belirsizlik ve bilinmezlikten daha ziyade, şeylerin araştırılmasında elde edilen sonuçlara bakmak gerekir.

Araştırmada aynı anda bir şey de iki gerçeğin var olması gibi garip bir durumun ortaya çıkması mümkün olmadığına göre, şeyin de tanımlanabilir olması gerekiyor.

Tanımlanabilir her şey, mutlaka siyah veya beyaz değildir. Zira ara tonlar da var, öyle ki siyaha çalan ve siyah değildir demekte tereddüt edeceğin kadar ayrı tonlar söz konusu.

Mesela bir roman yazarı, yazdığı romanın kahramanlarını mutlak doğru veya mutlak yanlışa göre anlatırsa iyi ve kötüyü karşı karşıya getirmekten başka bir şey yapmış olmaz. Oysa iyi kahramanın yanlışları olacağı gibi, kötü kahramanın da doğruları olabilir. Her iki durumun da izahı var…    

Eğer her şey siyah ve beyaz çizgiden ibaret olsaydı, belki hayat daha rahat izah edilebilirdi; ancak daha zor olacağı da kaçınılmaz olurdu.

                                  Abdürrahim Gümüştekin

                                        16 Aralık 2023/MUŞ

                                         Cumartesi Saat 14.00

                                       Beyaz Saray AVM Arkası

                                              MKMKİTAPEVİ

Geef een reactie

Het e-mailadres wordt niet gepubliceerd. Vereiste velden zijn gemarkeerd met *