‘Aleviliğin Doğuşu’ II

Rıza Yıldırım, Aleviliğin Doğuşu, Kızılbaş Sufiliğinin Toplumsal ve Siyasal Temelleri 1300-1501, ( Çev. Barış Yıldırım, İletişim, 2017) çalışmasında, Alevilik/Şiilik diyerek, bu ifadeyi, kitabının birçok yerinde tekrarlayarak Aleviliğin Şiilik olduğunu, veya Şiiliğin, Alevilik olduğunu vurgulamaktadır. Bu anlayışın çok önemli sonuçları vardır. Fiili olarak Aleviliği yaşayan gruplar vardır. Yani Müslüman olmayan, doğa dini Aleviliği yaşayan gruplar vardır. Namaz kılmayan, oruç tutmayan gruplar … İşte bu anlayış, devlete, bu grupları İslama asimile etmesi yolunda, yoğun bir destek verir. … Devletin, dinsel ve toplumsal olarak kabul etmediği grupları fiili olarak da yok etmek… Burada, asimilasyonun gerçekleşmesi için devlet terörünün tırmandırılması da gündeme gelebilir. Devlet, Alevileri, Sünni İslama’a, Hanefiliğe asimile etmek için çok çaba sarfetti. Bu çaba sürdürülüyor. Şii İslam’a asimilasyon da, kanımca, devletin fazla itiraz etmeyeceği bir süreçtir.

Şiliğin, İslamdaki iki ana partiden bir olduğu yakından bilinir. Aleviliğin, Kızılbaşlığın, Müslümanlık olmadığı ise yine çok açık bir gerçekliktir.

Alevilerle, yani Kızılbaşlarla Şii İslam’ı, Oniki İmamcıları, Hz. Peygamberin torunlarını birleştiren nokta mazlumluktur. Alevilik, insanı yaşamın merkezine koyan, her zaman mazlumdan yana olan bir dindir, inançtır. Hz. Peygamber’in torunları, gerek Emeviler döneminde, gerek Abbasiler döneminde Sünni İslam’ın çok büyük bir zulmüyle karşılaşmışlardır. Aleviler’in zulüm görenlerin yanında yer alması çok doğaldır, anlaşılır bir durumdur.

Ama, Şii İslam’la kendini özdeşleştirmek anlayışında, ‘İmam Musa Kazım’ dan geliyoruz’, ‘İmam Askeri’den geliyoruz’ anlayışında, bir sakatlık vardır. Şiilik, Arap tarihindeki, İslam tarihindeki bir iktidar kavgasıdır ve bu iktidar kavgasında, bir kısım Alevilerin, zulme uğrayanlar için matem oruçları tutmasında, ama 80 sene önce, soykırım yaşayan kendi ataları için, hiç, bu tür anmalar yapmamasında vs. bir sakatlık vardır. Bu ilişkiler elbette irdelenmelidir.

Devletin, Kürdler için düşündüğü, tasarladığı temel politika, Kürdlerin Türklüğe asimilasyonudur. Alevilerin Müslümanlığa asimilasyonu da ikinci derecede önemli bir çabadır. Bu düşünceyi şu şekilde açıklayabiliriz:

Devletin, Ermeniler için ve Kürdler için düşündüğü, uyguladığı politikalar çok farklıdır. Ermeniler için düşünülen, tasarlanan politikalar, fiziki imhaya dayanmaktadır. Ermenileri, fiziki baskıyla, tacizle yurt dışına kaçırtmak, kalanları imha etmek esastır. Kaçırtılan veya fiziki olarak yok edilen Ermenilerin taşınmaz mallarına el koymak yine çok önemli bir hassasiyettir. Bugün, Agos Gazetesi etrafında, Hrant Dink Vakdı etrafında, Ermenilerin yaşama tutunmaları büyük bir direnç, büyük bir başarıdır. Kürdler ise, asimile edilmelidir. Kürdler, devletin dinini yaşadıkları, çoğunlukla Müslüman oldukları için, asimile edilmeleri kolaydır. Kürdler konusunda anlayış budur.

İttihat ve Terakki’den itibaren, Kürdler de büyük baskılarla, hatta Dersim’de olduğu gibi soykırımlarla karşılaşmışlardır. Ama, kitlesel katliamlarda, soykırımlarda yok edilmiş ailelerin anasız-babasız kalmış, yetim kalmış çocuklarını toplamış, yetimhanelerde Türk gibi, Müslüman gibi yetiştirmiş, sonra da onlara küçük memuriyetler vermiştir. Devletden, 10 yıl, 15 yıl maaş alan artık kişi başka bir kişi olmuştur. Devletin istediği gibi bir kişi olmuştur. Müteahhitlik de bu dönüşümü sağlayabilir…‘Kürd değiliz, Horasan’dan geldik…’ anlayışı böyle bir ortamda filizlenmektedir. Bu, tam anlamıyla toplum mühendisliği olayıdır. Bunun Kürdler konusunda, özellikle Dersim konusunda çok başarılar bir şekilde gerçekleştirildiği söylenebilir.

Küçül bir memuriyet bu dönüşümü sağlamak için yeterli olurken, müteahhitliğin de ancak büyüğü böyle bir dönüşümü sağlayabilir.

Bugünkü bazı nesiller atalarının Kürd olmasından rahatsızlık duyar bir hale gelmişlerdir. Halbuki, atalar, gerek Dersim’de, gerek Kürdistan’ın öteki alanlarında, hep, Kürd oldukları için katliamlarla, soykırımlarla karşılaşmışlardır. Gizli raporlar, hep, Kürd sorunun, Kürdistan sorununu kesilip atılmasından, köklü önlemler alınmasından söz etmektedir.

Bundan önceki yazıda, Dersim Dernekler Federasyonu (DEDEF)’in düzenlediği, Munzur Kültür ve Doğa Festivali’nin, Valilik tarafından yasaklandığını belirtmiştik. O festival, Dersim’in, kendi değerleriyle buluşması potansiyelini taşıyordu. Devlet, bundan rahatsız olmuş. Ama, Kürdlerin kendi tarihleriyle hiç ilgisi olmayan bir iktidar kavgasında, zulüm görenler için, matem oruçları tutulmasını ehven-i şer görüyor.

***

Şiilik konusunda önemli bir sorun var. Şiiliğin, Araplardaki bir iktidar kavgası olmasına rağmen, neden, Mekke’de, Medine’de, Bağdat’da veya Şam da değil de İran’da, Erdebil’de kurumlaşması önemli bir sorundur.

Oniki İmamlar’ın, biri Mekke’de, dokuzu Medine’de doğmuş. İkisi Irak’ta doğmuş… Oniki İmamlar’ın birinin mezarı Kufe’de, birinin mezarı Kerbela’dadır. Dördünün mezarı Medine’de, İkisinin Bağdad’da, iksinin Samarra’da (Irak) birinin mezarı da Meşhed’dedir. Görüldüğü gibi, Oniki İmamlardan sadece birinin mezarı İran’dadır. Doğumların, ölümlerin gerçekleştiği topraklar Arap toprakları olmasına rağmen, yaşamın Arap topraklarında gelişmiş olmasına rağmen, Şiilik bu topraklarda kurumlaşmıyor, İran’da kurumlaşıyor. Bunun nedeni, kanımca, Sünni İslam tarafından Şii İslam taraftarlarına, yani Ali taraftarlarına, gerek Emeviler döneminde, gerek Abbasiler döneminde , halifeler tarafından çok ağır baskılar yapılmasıdır. Oniki imamlardan sekizinin, Emevi ve Abbasi halifeleri tarafından zehirlenerek öldürüldüğü yakından biliniyor. Halifeleler, Oniki İmamları sofralarına davet ediyorlardı. Yemekte zehirliyorlardı. Bu, artık biliniyordu ama, halifelerin davetine icabet etmemek olamazdı. Öte yandan Safevi devlet geleneğinin de hala yaşıyor olması, Şiiliğin, İran’da kurumlaşmasına yardımcı oldu.

***

Rıza Yıldırım, 14. Ve 15. Yüzyıllardan söz ederken, okuyucuda, Küçük Asya’nın her tarafının Türkmenlerle dolu olduğu gibi bir izlenim yaratmaktadır. Bu Onuncu, Onbirinci ve Onikinci yüzyıllarda, Ortaasya’dan Küçük Asya’ya yapılan Oğuz, Türkmen göçlerini hatırlatmaktadır. Bu dönemde, yani üç asır boyunca, Küçük Asya’ya göç eden Oğuzların, Türkmenlerin sayısı nedir?

Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi 1 kitabında, (Tekin Yayınevi, 3. Bs. İstanbul, 1979) Küçük Asya’ya yapılan Oğuz ve Türkmen göçleri hakkında, sayılar hakkında bilgi vermektedir. (s.148-149)

Küçük Asya’ya gelen Türkmen nüfus hakkında kesin bir bilgi olmadığı söylenir. Doğan Avcıoğlu, Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’nun, (1912-1984) X. ve XII. Yüzyıllar arasında, Küçük Asya’ya 550 bin- 600 bin Oğuz, Türkmen geldi, dediğini hatırlatmaktadır. Prof. Dr. Claude Cahen’in ise,(1909-1991) Osmanlılardan Önce Anadolu kitabında, 200 bin-300 bin kişilik bir göç olduğundan bahsettiğini, hatta bu miktarı düşürdüğünü vurgular. Prof. Dr. Speros Vryonis’in de ( d.1928) aynı kanıda olduğunu söyler.

Doğan Avcıoğlu aynı dönemde, Ord. Prof. Mükrimin Halil Yınanç’ın ise, (1900-1961) bir milyonun üzerinde bir Türk varlığından söz ettiğini söyler. O dönemde, Küçük Asya’daki Müslüman Hrıstiyan oranının onda bir bile olmadığı vurgulanır.

O dönemde, Küçük Asya’nın nüfusunun 8 milyon civarında olduğu hesaplanır. Küçük Asya’nın yerli halkı, Gürcüler, Lazlar, Pontuslar, Ermeniler, Rumlardır. Zağroslar’da, Urmiye ve Van Gölü arasında, Kuzey Mezopotamya’da Kürdler yaşamaktadır. Kuzey Mezopotamya’da Kürdler, Asuri-Süryanilerle birlikte yaşamaktadır. Küçük Asya’da, bir miktar Yahudi’nin varlığından da söz etmek mümkündür. Speros Vryonis, 13. Yüzyılda, 8 milyonluk nüfusun 6 milyona düştüğünü de belirtmektedir.

8 milyonluk kitle karşısında, 3 asır boyunca gelen toplam 500 bin civarında olan kitle baskın gen oluşturamamaktadır. Bugün, örneğin, Çorum, Çankırı, Yozgat, Kastamonu, Eskişehir yörelerinde, yani Ortaasya’dan gelenlerin daha yoğun olarak yaşadıkları yörelerde yapılan DNA tetkiklerinde, buradaki nüfusun, Ortaasyalı, Kırgızlara, Kazaklara, Türkmenlere benzeme oranın çok düşük olduğu görülmektedir… Anadolu’nun yerli halkları Rumlara, Ermenilere benzeme oranı daha yüksektir. Örneğin, yukarıda sözü edilen illerde yaşayan Türkler fizik olarak Kırgızlara, Kazaklara, Türkmenlere benzemiyorlar… Rumlara, Ermenilere vs. daha çok benziyorlar… Kaldı ki, Ortaasya’dan gelenlerini hepsi Türkmen değildir. Afganlar ve Moğollar vs. de vardır.

Şu önemli. Küçük Asya’ya gelenler, kanımca, fetih için gelmiyorlar. Kendilerine yeni yerleşim alanları bulmak için geliyorlar. Atlı ve kılıçlı geliyorlar. Aile değil, daha çok erkekler geliyor. Gürcü, Ermeni, Rum vs. kadınlarla evlenmek suretiyle nüfus artışı sağlanıyor. Önce Müslümanlaşma, daha sonra Türkleşme gündeme geliyor. Türkleşme, daha doğrusu Türkleştirme çabalarının, yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, İttihat ve Terakki ile başladığı, bu çabaların, Cumhuriyet döneminde kararlı bir şekilde sürdürüldüğü biliniyor.

14. ve 15. Yüzyıllarda, Küçük Asya’da, Türkmenlerden, Türkmen akınlarından vs. bahsederken, bu ilişkilerin hatırlanmasında yarar vardır. 14. Ve 15. Yüzyıllarda, bütün Küçük Asya’yı Türkmenlerle dolu saymak, o günkü koşulları inceleyen bir tarih yazımı değildir, bugünün değerleriyle o günleri inceleyen, bugünkü resmi ideolojinin gereklerinin yerine getiren bir tarih yazımıdır.

îsmaîl BEŞÎKÇÎ

https://m.nerinaazad.org/tr/columnists/ismail-besikci/aleviligin-dogusu-ii

Geef een reactie

Je e-mailadres wordt niet gepubliceerd. Vereiste velden zijn gemarkeerd met *