Ergenekon tartışmalarının başladığı günden bu yana bir takım çifte maaşlı akademisyen, gazeteci, sosyolog ve aydın, bulundukları yer ve pozisiyona parelel ve bir o kadar da perde gerisindeki sahiplerinin, patronların çıkarlarına denk düşecek şekilde duruş sergilemekteler. Bu kişiler sahiplerine yaranmak için konuları sulandırmak, dikkatleri başka yöne çekmek ve gündemi alabora etmek için sürekli sorunların içeriğini ve önemini magazinleştirmek için özel çaba sarf ediyorlar. Bunların her türlü insani değer yargılarından ve etik kurallarından uzak bir şekilde sıradan bir cellat ruhuyla hareket ettiklerini biliyoruz.
Ergenekon koduyla toplum içinde örgütlenmiş resmi suç odağı, çok karmaşık ve bir o kadar da karanlık kozmik dehlizlerde kümelenmiş unsurların yıllardır toplumu tekçi ve üniter politikalarla dizayn etmeye çalıştıkları bilinen bir gerçektir. Bu onarım ve dizayn çabalarının sekteye uğradığı ya da pisliklerin ortaya saçıldığı bütün dönemlerde bu yalaka takımı tv ekranlarında, gazete manşetlerinde, üniversite kürsülerinde boy gösterirler. Sistem tökezlediğinde veya toplum sesli düşünmeye başladığı dönemlerde bu kişiler kanal kanal dolaşarak tv ekranlarından halkı hipnoz etme seanslarını düzenlerler. Bu maaşlı ve görevli unsurlar, genellikle sorunu red etmeden ama zayıf bir noktasından hareketle sorunları magazinleştirmeyi ya da sulandırmayı asli görev olarak kabul ederler. Kirli ve menfaat ilişkileri ekseninde konuyu özünden saptırmak için var güçleriyle çalışırlar. Gündemî provake ederler. Kamuoyunu sunî gündemlerle yönlerdirirler, toplumsal tepkileri yanlış hedeflere kanalize ederek gerçekleri hasıraltı ederler.
Bir diğer noktada, geri kalmış toplumlarda olduğu gibi bizde de lider kültünün kutsandığı iradesizlik deryasında ortak akıldan sözetmek mümkün değildir. Dolayısıyla tekçi ve üniter devlet formatıyla politize olmuş yığınlara ulaşmak bir zaman sorunudur. Çünkü bu coğrafya da yüz yılı aşkın bir süredir soykırım ve katliamları meşru gösteren faşizan düşünceleri besleyen, yataklık eden kesintisiz bir İttihat ve Terakkî geleneği mevcuttur. Bu geleneğin sarmaşık ilişkileri Türk ve Kürd toplumu içerisinde çok köklü bir geçmişe sahiptir. Özellikle de devşirme ve besleme politikalarıyla uzun erimli kadro yetiştirme ve etkin kılma konusunda başarılı bir deneyime sahiptir. İki toplumun içindeki türevleri, farklı yaklaşım ve düşünce biçimlerine karşı toplumu tekçi ve üniter kalıplar içinde dizayn etmek için çoğu kez organik ve inorganik bağlarla birbirlerini desteklerler. Bu karanlık ve kanlı yapılanma toplumun bütün kesimleri içinde sarmaşık ilişkilere sahiptir ve birbirine zıt gibi görünen yapılanmalar içerisinde gözü açık, kulağı hasas bir şekilde kadro transferleri şeklinde dayanışma ruhuna sahiptirler. Çoğu kez toplumsal sorunlar karşısında birbirinden bağımsız ve ayrı otonom yapılarla, uç noktaları aynı eksen doğrultusunda harekete geçirme kabiliyetine sahip olan egemen zihniyet kendi kadrolarını uzun erimli ve ömür boyu sürecek şekilde hazırlar. Her kadronun görev ve sorumluluğu bulunduğu yerin konumuve ciddiyetine göre değişir. Devletin duyu organlarında görev yapan bu tür kişilerin emekli olma, görevden istifa etme ya da vazgeçme olanakları yoktur. Bunların görev süresi belirsiz ve süresizdir. Bunlar yetiştirme yurtlarından, yatılı devlet okullarından ve İttihat ve Terakkî geleneğine mensup ailelerden ve devşirme kişiler arasından özenle seçilirler ve görevleri ömürboyudur. Yaşamın girdaplarında bir çokları görevleri gereği birbirine rakip ve düşmandırlar. Fakat zıtların birlikteliği gibi Türkiye cumhuriyetinin bekası için herkes üstüne düşeni yapmak zorundadır. Özellikle 1970’ lerden başlayarak günümüze dek varolan siyasal yapılanmalar konusunda ciddi bir araştırma yapılırsa ya da devletin kozmik odalarında saklanan arşivler açılırsa devletin resmi “yasadışı örgütleri ve kadroları” toplumda ciddi travmalara yol açacaktır.
Gladyonun mutfağında hazırlanan ve toplumsal arenaya servis edilen resmi sıfatlı laik – kemalist ve “demokrat” etiketli kimi Türk aydınları tıpkı ilhan Selçuk, M.Ali Kışlalı,Oktay Ekşi ve benzerleri bütün zamanlarda muhalif kesimleri kontrol etmek ve sisteme zarar vermemek için neler yapmamız gerektiğini dikte ediyorlar. Kendilerince bir takım kurallar zinciri oluşturup “misak –ı milli” zihniyetini etkin kılmak için politik hadımlığı bir meslek olarak kabullenmişlerdir. Demokrat, sosyalist veya liberal etiketleri kullanmaktan haz duyan bu baylar egemen ulus olmanın psikolojisiyle sorunlara sırça köşkünün yaldızlı pencerelerinden bakmayı tarihsel bir üstünlük ve hak olarak görüyorlar. Mevcut politik kavram ve etiketler sanki onların tekelindeymiş gibi Kürd aydın ve politik güçlerini tarif etmeye kalkışıyorlar. Sahip olma egosuyla “iyi ve kötü Kürdler”i belirleme ve tercihlerini “misak-ı millici ve kemalist Kürdler”den yana kullanmayı tarihsel bir görev olarak algılamaktadırlar. Diğer Kürdlerin neyi savunduğu onlar için önemli değildir. Çünkü onlar için önemli olan Türk devletinin bekası ve geleceğidir.
Bu görevli Türk aydınlarının Kürd politik dünyasında nasıl rol aldıklarını ve sarmal ilşikiler çerçevesinde Kürd medyasına ve politik öncü kadrolarına yön verdiklerini iyice anlamak için yakın geçmiş süreci gözden geçirmekte yarar vardır. Özellikle zıt kutuplarda boy gösteren aktörlerin nasıl ikiz kardeş olduklarını anlamak için son 30 yıllık politik tarihin tozlu raflarında gezinip; bellek tazelemekte yarar vardır. Yalçın Küçük, Doğu Perinçek, Mahir Kaynak, Mihri Belli, Mahir Sayın, Ertuğrul Özkök, Fatih Altaylı,Tuncay Özkan,Merdan Yanardağ ve daha adlarını yazmadığımız diğerleri… Bu konuyla ilgili olarak, son 20 yıllık Kürd basın-yayın mecrasına bakılırsa ve bu medya organlarının değişmez demirbaşlarına ve dümende oturan Türk aydınlarının kimlik kartına ve geliş güzergahına göz gezdirilirse bir çok ilginç detay yakalamak mümkündür. Elbette salt muhalif kimliğinden dolayı ya da siyasal dayanışma ruhuyla hareket edenleri, bu eleştirilerimizin dışında tutuyoruz. Ama Yalçın Küçük ve çömezleri gibi görevlileri ve ne tür görevleri icra ettiklerini anlamak için, bunların politik secerelerine ve zikzaklı güzergahlarına bakmakta yarar vardır.
Acaba bu misak-i millici, ulusalcı Türk aydınları, demokrat ve liberalleri kısacası bütün zamanlarda Kürdlere akıl veren ve Kürdlerin nasıl davranmasını isteyen , siyasal çerçeve çizen, kural ve kaideleri sıralayan bu “üstün” baylar devletlerinin mesajını vermek için neden bunca “fedakarlık” refleksleri göstermektedirler. Neden zıt kutuplarda yol alan bu baylar Kürd sorunun hasıraltı edilmesi noktasında mesleki dayanışma göstermektedirler? Bunlar “iyi ve kötü Kürdler” tercihlerini yeni Ziya Gökalp’leri, Şükrü Sekban’ları sisteme entegre noktasında yapıyorlar. Kürd ulusal taleplerini dumura uğratıp ve politik kadroları hadım ederek üniter devletin vazgeçilmez kapı kulu konumuna getirme noktasında başarılı olduklarını kabul etmek gerekiyor.
Türk devleti son 30 yıldır Kürd politik dünyasında “5. kol faaliyetleri” çerçevesinde Kürd halkına ısrarla şu mesajı vermektedir: “Yağmurdan kaçarsan doluya tutulursun” diyor. Ancak doluya tutulmamak için de mevcut üniter yapıyı içselleştirme ve ikna etme görevini de bir takım “Kürdlere” vermektedir. Tıpkı “bükemediğin bileği öpeceksin” atasözündeki mesaj gibi bu “misak-ı millici” Kürdler de, 30 yıl sonra tek bayrak, tek devlet ve üniter yapıyı tanıma lüksünü yaşıyorlar! Kürd toplumunun bu kısır döngüyü içselleştirmesi için her gün “demokratik Cumhuriyet”i yeniden keşfetmenin büyük gururuyla yüzümüzü “irade-mize” çevirerek mevcut durum karşısında “çok şükür” seanslarıyla ibadet etmeye devam ediyoruz. Üstelik sınırsız toplusal yıkım ve 60 binlerle ifade edilen ağır bedellere rağmen!.
Korku cumhuriyetinin solcu şövalyelerinin yıllardır yaptıkları tek şey devletin uyguladığı ırkçı, asimilasyoncu vahşeti gizlemek ve insanları yanlış kulvarlarda yürütmek ve gerçekleri manipüle ederek hedef şaşırtmaktır. Çuvala sığmayan gerçekler karşısında ise devletin yanlışlıklarını “münferit olaylar” kategorisi içinde değerlendirmeyi ya da bireysel hatalar olarak sunmayı bir milli görev olarak görüyorlar.
Eğer Türk aydınları gerçekten Kürd ve Kürdistan sorunu karşısında samimi bir duruş sergiliyeceklerse ve kalıcı çözümden yana tavır geliştireceklerse mevcut ulusal sorunu bütün çıplaklığıyla ve tarihsel derinlikleriyle ele alıp değerlendirmek zorundadırlar. Dünyada bütün ulusların temel ve doğal hakları neyse Kürd ulusal sorununun çözümüde, bir bütün olarak bu temel haklara sahip olmaktan geçiyor. Yoksa günü birlik propaganda argümanları kullanarak Kürd halkını aldatmak basit bir tüccar kurnazlığıdır. Oysa aydın sorumluluğu mevcut ırkçı, asimilasyoncu politikaları teşhir edip ortadan kaldırmanın yol ve yöntemlerini önermeyi gerektiriyor.. Sorunun özünü göz ardı eden ve devletin üniter gözlüyle çözüm önerenler, tıpkı genelkurmaybaşkanı, başbakan ve muhalefet liderleri gibi “ortak akıl”dan sözedenler dillerinin altındaki baklayı çıkarmaları gerekiyor. Yoksa karnından konuşarak, çözüm önererek bir “ortak akıl” yaratılamaz. Ayrıca bu bayların önerdikleri “ortak akıl” önermesi de, her nedense kendileri ve patronları tarafından içeriği ve sınırları belirlenmektedir. Oysa ortak akıl için öncelikle taraf olan bütün kesimlerin özgür ve demokratik bir şekilde kendilerini ifade etme ve tartışma zemininin yaratılması gerekiyor. Namluların ve sopaların gölgesinde özgür tartışmaktan sözetmek mümkün değildir. Ortak akıl noktasında buluşmak için öncelikle herkesin bir vicdan muhasebbesi ve empatî yapması gerekiyor. Geçmişin kötü tarihini tümden mahkum ederek gelecek için Kürd halkından özür dilemek bile bir başlangıca vesile olabilir.
Cano amedi