Bir Dönemin İzleri ve Apocu Hareket (PKK)!

Şeyhmus Özzengin

„Sevgim Fırat Öfkem Ararat“
Şükrü Gülmüş, anıları Cilt 2.

Kurdistan’lı siyasal kadroların anılarını yazması çok önemlidir. Bu anıların Kurdçe olması daha da önemlidir. Çünkü Kurd ve Kurdistan siyasi tarihine katkı sunması açısından, Kurdçe yazılan anılar, eserler, Kurd’ün malıdır, Kurdistan’ın malıdır ve bu tarihin yarınki Kurd çocuklarına miras kalacak eserlerdir.

Şükrü Gülmüş, anılarını Türkçe yazdı. Şimdiye kadar iki cilt olarak Türkçe çıktı. Bu elbette Ş. Gülmüş’ün tercihi. Bu konuda ona söylenecek söz, kanımca onun da bildiği sözdür. Onun için bunun üzerinde durmayacağım.

Ama şunu belirtmeden de edemiyeceğim: Keşke Ş. Gülmüş anılarını Kurdçe yazsaydı ve ben de bu anıları Kurdçe değerlendirseydim. Bu beni ve bir çok Kurd, Kurdistan’liyi memnun ederdi. Malesef Ş. Gülmüş’ün anıları Türkçe çıktı ve kitapların Türkçe olması nedeniyle, kitapları üzerinde düşündüğüm değerlendirme ve bazı eksikliklere işaret etme çabalarım da Türkçe olacak. Buna beni zorlayan, mecbur kılan en önemli neden, kitap üzerinde çalışmam, katabın Türkçe yazılmiş olması. Bu konuda benim bu çalışmamı okuyacak her Kurd insanından üzür dilerim. Bu üzür bir Kurd milliyetçisi için zorunlu bir üzürdür. Çünkü düşmandan kendimizi korumak istediğimiz kadar, onun dilinden de kendimizi korumak zorundayiz. Ama görünüyor ki bu iş o kadar da kolay değil. Neyse, sorunu uzatmadan esas konuya geçeceğim..

Ş. Gülmüş’ten anılarını istediğim zaman ve sağolsun gönderme nezaketinde bulunarak, kitaplar elime geçtikten sonra; bir de sohbetimiz oldu. Anıların geçtiği yıllar ve benim de o bölgenin bir siyasi insanı olmam açısından „kitaba iyi bak ve kitapla ilgili bir şey yazar, olaylarla ilgili ekleme yapmak istersen, söz, kitabın ikinci baskısına ekleyerek basacağım.“ Ben de bu vesileyle, bu tarih kesitine karşı kendimi sorumlu hisettim.

Böylece bu değerlendirmeyi yapma işi (siz görev deyin), anılarını okuma ile birlikte pratiğe de geçti.

Konu çok geniş- detaylı ve bir o kadar da önemli. Bu konuda, o tarih kesiti ve sonrası ile ilgili, PKK hareketi ve bu hareketin ortaya çıktığı günden bu güne kadar, PKK sistem olarak nedir, nasıl gelişti ve bu güne geldi?

Alanlarda PKK saldırılarına maruz kalan Kurd hareketleri, Kurd insanı ve bu çalışmada, bu hareketin ilişkileri ile ilgili, arka pilandaki sistemle ilgili sorunlara ışık tutma amacını güttüm.

Ben Ş.Gülmüş’ü 1976’dan beri taniyorum. İlk kez Mardin Botan Kitapevinde Ş. Gülmüş’le karşılaştım ve o gün yanında Hikmet Fidan da vardı. Her ikisi de cana yakın, sıcak dost ve içten insanlardı. Tabir yerindeyse kurdçüydüler. Dost olduk. Komal Yayinevi’nin kitaplarını, Rizgari dergisini takip eden, tartışan ve sempatiyle bakan dostlardı.

Ş.Gülmüş ve Hikmet Fidan’la zaman zaman karşılaştık, sohbet ettik ve tartıştık. Hoş o dönemde Bütün Kurd gençlerinin durumu ve ilişkileri bu denli cana yakın ve içtendi. Su arar gibi bilgi arar ve paylaşırdık. O dönemde Kurd okuyucu çok, ama kitap yoktu. Şimdi tersi bir durum var. Kurd ve Kurdistan’la ilgili çok eser var, yazı makale var, ama okuyucu yok denecek kadar az.

Botan Kitapevi’ni Nurî Özer (Nurî Özer, Diyarbakır 1.Nolu Cezaevi girişi ve Apocuların işkencesine maruz kalma ile ilgili bilgi , Ş.Gülmüş’ün 2.cilt’e var) çalıştıriyordu ve bu kitapevi, biz Kurd gençlerinin bir adresi, uğrak yeri ve bilgi kaynağı durumundaki Mardin’nin tek kitapevi idi.

Bu yıllar hızlı ve fırtınalı yıllardı. Ben 21 Newroz 1976 Mardin miting’inden sonra, bir dönem Mardin’den ayrıldım ve 1977’nin başında tekrar geri döndüm. Aşağıda bu kesitten sonra olayların anlatımlarında yeteri kadar bilgi var.

Biraz daha Ş. Gülmüş ve Hikmet Fidan’la ilişkilerime değinmek istiyorum:
Davamızın Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemelerinde görülmesi karariyle birlikte, 1984 Ocak Direnişi’den sonra, ben de Diyarbakır 5’Nolu cezaevine bir grup arkadaşla geldim. Yine, burada Ş. Gülmüş ve Hikmet Fidan’la karşılaşma şansım oldu. Daha sonra Ş.Gülmüş başka Cezavine, Ben ve H. Fidan’da 320 kişilik kalabalık bir grupla 1988’de, önce Eskişehir Hücre cezaevine ve ordan da, 1989’da Aydın cezaevine taşındık.
Bu sürgün sürecinde H. Fidan’la birlikte iki büyük açlık grevi eylemine katıldık. Biri 40 gün ve biri 52 gün süren eylemlerdi. Hücrelerde ve revirlerde, hastahanelerde yanyana olduğumuz zamanlarımız da oldu. H: Fidan, sonderece sakin, çok konuşmayan, insana sıcak dostluk güveni veren değerli bir Kurd yurtseveriydi. Bu arkadaş çıktıktan sonra, uğruna bu kadar emek ve fedakarlık esirgemediği örgütü tarafından infaz edildi. Onu hürmetle ve yürekten saygiyla aniyorum.

Ş. Gülmüş ile de ayri ayri cezaevlerinde, ayri örgütler de de olsak, hep mektuplaştık. Birbirimizi bulunduğumuz cezaevleri ve ortak dostlarla ilgili bilgilendirdik. Eylemler, ölümler, acılar ve sevinçleri zaman zaman paylaştık.

Daha sonraki karşılaşmamız ise Sürgün yılları ve Almanya’da oldu. Ş. Gülmüş benden önce Almanya’ya gelmişti ve ağır bir ameliyatla ciğer naklı olmuştu. Durumu kritikti. Ben 1996’da Almanya’ya geldiğimde ve ortak dostlar vesilesiyle izine rastladım. Yerleştiğim Şehirde de kısa süre sonra da buluştuk ve görüştük. Bana misafir oldu, beraber ortak dostlara gittik ve ziyaret ettik.

Bu yıllarda Ş: Gülmüş PKK’den ayrilmişti. Yaziyordu ve her çıkan kitabını da sağolsun bana gönderiyordu. Kısaca, Ş. Gülmüş ile dostluğum bu makaleyi yazdığım güne kadar sıcak bir şekilde sürdü, sürüyor.

Şimdi Şükrü Gülmüş’ün 2. Cilt anı Kitabına dönelim!
„Sevgim Fırat Öfkem Ararat“
Önce bazı pasajları vereceğim.
Ş. Gülmüş, Abdullah Öcalan’ı anlatırken:
„Veysî Badek (Husnü amcanın oğlu)“
„Bu adam kim bilmiyorum, ama kaşığın sapına öyle bir yapışiyor ki? Sofrada ne varsa silip süpürüyor. Belli ki bu ilerde büyük adam olacak; ama korkarım ki hepimizin başını yakacak“(!) 82.cilt.s.103) demiş.

Bir çocuğun Xurs köyünde, „asker geldi“ diye köye haber vermesi üzerine, köyde mısafır olarak kalan A. Öcalan’a da korumalarla dağa çıkması önerilir. Burda Ş. Gülmüş’ün aktardığı bir gözlem var:

Dağa tırmanışta, bir süre sonra A. Öcalan tıkanır ve pes eder;
„Tamam. Bu iş buraya kadar! Daha fazla çıkamam. Gelsin askerler teslim olacağım!“(c.2.s.113)

A. Öcalan’ın bu sözleri üzerine korumalar; „Ne askeri, ne teslim olması be adam? Biz seni sırtımıza yükler yine çıkarırız. Teslim olmak da ne demek. Yürü!…“ags.

Daha sonra bu korumalar Ş. Gülmüş’ü sıkıştırır ve Emin (Mehmet Emin Aslan) adında biri Ş. Gülmüş’ü zorlayan sorularla; „kim bu adam, biz kimi koruyoruz?“ diye.

Ş. Gülmüş’ün aktarımına göre; Korumalardan Emin’in bu zorlamaları karşısında, Ferhat’ın (Ferhat Kurtay) bile Haberi olmayacğına dair söz aldıktan sonra, Ş. Gülmüş; „Bu Abdullah Öcalan“ diye açıklama yapar.

Küçük Emin (Mehmet Emin Aslan. Ki iki Mehmet emin Aslan olduğu için, birinin önüne „küçük“ kelimesi getirilmiş))diye isimlendirdiği kişi „neee“ diye tepki göstererek;
„Tüh, bize bu ödlek mi liderlik edecek. İzin ver de kafasına bir kurşun sıkayım da bitsin bu iş! Daha büyük haltlar eder“(c.2.s.115)

A. Öcalan, Ş. Gülmüş’ün evinde de kalmiş..Yine Ş. Gülmüş’ün aktarmasına göre: evde mısafır kalan kişinin kim olduğu ile ilgili kendisi ve Eşi (Xacê) arasında bir diyalogtan bahseder. Sohbetin sonunda aktarıma göre, Xacê gözlemleri ile ilgili „baklayı ağzından çıkarır“ ve diîrekt

„Ama tuhaf bakışları vardı, insana güven vermiyordu, insan korkuyordu ondan“ diyerek,
„Sana doğrusunu söyleyeyim mi?“
Tabi
der..
Ş. Gülmüş, „Sevgim Fırat, Öfkem Ararat“ adlı anı kitabının ikinci cildinde A. Öcalan ile ilgili izlenimlerinin bir başka bölümde gözlemlerini anlatırken;
„…Öcalan daha önce de mardin’e gelmişti. O zaman İstasyon’da, öğretmen lojmanında görüşmüştük. Beni ve Hikmet’i (Hikmet Fidan- Hapishaneden çıktıktan sonra, PKK’nin legal partisi içinde çalışiyordu, örgüte ters düştü ve öldürüldü. Cenazesi günlerce sahipsiz kaldı, partisi bile kaldırma cesareti göstermedi.) istemişti. Kesire ile beraberdi. Bana kesire’yi nişanlısı olarak tanıtmişti. Doğrusu Kesire de Öcalan kadar itici, soğuk ve buyurgan bir tavıra sahipti. İkisine de içim ısınmamişti. Hikmet ile Öcalan epey bir sohbet etmişlerdi. Hikmet kolay kolay ikna olmuyordu. Demek ki Öcalan ‘bir de onunla ben konuşayim’ demişti“(C.2.s.96)

A. Öcalan’nın Şükrü Gülmüş ile yaptığı görüşmede, Ş. Gülmüşe yaptığı eylem önerisi ile ilgili de Ş. Gülmüş bir belirleme yapiyor ve açıkça diyor ki;
„…Lakin Öcalan bir nevi Atatürk ve Topal Osman misali davrandığından yapamadım. Üstünde de durmadım.“ (c.2.s.97)

Şükrü gülmüş, Apocu hareketin diğer Kurd ulusal hareketlere karşı saldırgan ve provokatif tavırlarını da şu cümlelerle ifade ediyor. Mardin ve çevresini kastederek:
„Bu yerlerde zaman zaman küçük çaplı kavgalar olsada, genelde henüz ciddi bir sorun yoktu. O kavgaların bir sebebi olsa da, bunun bizim arkadaşların sekter tutumlarından kaynaklandığı bir gerçekti. Çünkü bizde ne tartışma kültürü, ne dayanışma kültürü, ne de ikna kültürü vardı. Varsa yoksa bizim için şiddet vardı. Yumruklarımızı sıkar, her sorunu şiddetle çözmeye çalışırdık. O nedenle kavgaların çoğunda bizler haksız taraftık. Ee, birilerin ortayı bulması gerekiyordu ki, onuda genelde ben üzerime alıyor, araya girerek durumu düzeltmeye çalışiyordum. Çünkü bizler neredeyse her grupla sorunluyduk ve sanırım kavga etmediğimiz tek bir grup yoktu.“c.2.s.122)

Ş. Gülmüş, KD veya UKO’cuların PKK’ya dönüşmesi ile ilgili de bir paragraf açiyor ve diyor ki:
„O ara, -1978’in 27 Kasım’ında- Abdullah Öcalan liderliğinde, Lice’nin Fis köyünde bir toplantı yapılmiş ve orada toplananlar PKK (Partiya Karkeren Kurdistan) adında bir parti kararı alınmiştı. O toplantıda A. Öcalan Genel Başkanlığa seçilmiş, Cemil Bayık ve Şahin Dönmez’de başkan yardımcılığına… Merkez Yürütme’ye ise Mehmet Hayri Durmuş, Halil Öcüt (Baki Karer) ve Duran Kalkan getirilmişti. Kesire Öcalan ve Mazlum Doğan ise orada MYO’nun (Merkez Yayin Organının) sorumluluğuna atanmışlardı.“(c.2.s.68) ve özellikle şu notu düşürmeyi de unutmuyor;
„Benim bu gelişmelerden haberim olmadı. Doğrusu böyle bir toplantıya ne davet edildim ne de çağrıldım. Aksine öyle bir toplantının gerçekleştirildiğini oldukça geç bir zamanda duydum..“ (c.2.s.68)

Ş. Gülmüş’ün, Kurd örgütlerine yönelik saldırılar ve kavgalarla ilgili bu yorumu, basit bir dille kayda geçiyor. Ama açmiyor ve kendisi o dönemde Mardin bölgesinde sorumlu olmasına rağmen, kendini bu sistematik saldırıların dışında tutuyor.

Doğrudur, Ş.Gülmüş, Mardin ve Kızıltepe alanında az bir süre kaldı ve sorumluluk yaptı. Ama bu süredeki olayları da anlatmiyor, ya da es geçiyor. Aslında Ş.Gülmüş’ün PKK içindeki örgütlü zamanı zaten az. Bana kalırsa dışarda topu topu bu sürde üç yıldır. Gerisi hapishane ve sonrası süreçtir.

O dönemde olaylar, hiç de onun anlattığı gibi basit bir kızgınlık sonucu gelişen olaylar değildi. Her ne kadar Ş. Gülmüş bu olayları; „…O kavgaların bir sebebi olsa da, bunun bizim arkadaşların sekter tutumlarından kaynaklandığı bir gerçekti. Çünkü bizde ne tartışma kültürü, ne dayanışma kültürü, ne de ikna kültürü vardı. Varsa yoksa bizim için şiddet vardı. Yumruklarımızı sıkar, her sorunu şiddetle çözmeye çalışırdık“(!)ags. şeklinde yorumluyorsa da, bu sistemli saldırı gerçeği karşısında hafif kaliyor.

Çünkü bu grup UKO’cular (Ulusal Kurtuluş Ordusu), KD. (Kurdistan Devrimcileri) adı altında ortaya çıktığı günden, elemanları Kurdistan’a yollandığı günden ve girdikleri her alanda; onlardan önce orda var olan, etkin olan Kurd örgütlere yönelik saldırıları, bir sistem dahilinde yürütülmüş. Tesadüfi tartışma kızgınlığı sonucu değil, bu ekibin, her girdiği alana, o alandaki güçlere karşı „zor“ kullanarak kendini dayatma bir sistemin sonucudur.

Bu sistemin binlerce öldürme, suikast ve iç infaz, ölüm kararları var. Öldürülen bu insanlar ya PKK ayrılanı, ya başka Kurd parti ve örgütlerinden, ya da başka Kurdistan parçalarındaki siyasi partî-örgütlerle girdikleri çatışmalarda hayatlarını kaybeden kurdlerdir. Bu sitemin bir diğer üzerinde durması gereken yan, hatırlatmak için değineyim: silahlı eylemlerin başladığı ilk döneme ilişkin Kurdistan köylüsüne, aşiretlere yönelik kin ve nefret içeren çocuk, kadın ve yaşlı da dahil „köklerini kazma“ anlamında toplu köy imhalardır. Bu imhalar „köy koruculuğu kabul etme“(!) nedeniyle geliştirilmiş bir yöntem, ama, özünde Kurd halkı, silahlı devlet ve PKK arasında tercihe zorlayici köy boşaltma eylemleridir.

Biz cezaevlerinde bu eylemleri „Türk Devleti ve karanlık güçlerinin yaptığı eylemler“ diye 1987 yılında mahkemelerde protesto ederken; PKK’li kadrolar; „Kurşun Hedef Tanımaz“(!) teorileriyle, Kurd köylüsüne yönelik saldırıları destekliyordu!

Oysa, mazlum bir halkın Ulusal Kurtuluş Mücadelesini yürüten bir örgütün hedefi belli ve „hedefi belli olmayan saldırılarla“ yürütülemezdi.

Ş. Gülmüş, anılarında, bu sistemle ilgili „Şimdi düşünüyorum da, kim Abdullah Öcalan’ı böyle bir duruma sokuyordu? Kendisi mi? Onu sahaya sürenler mi?“ diye sorular soruyor. Ve daha alt paragrafta ise;
„onunla benzer pozisyonlarda olanlardan ne Hayri (Durmuş), ne Mazlum (Doğan), ne Kemal (Pir), ne de Merkez Komitesi’nde yer alan tanıdığım herhangi biri. Bizden kimse üzerinde böyle bir gizem, esrar ve korunma sorunu yoktu…“(c.2.s.99) diyor, fakat ne kastetmek istediğini tam olarak açmiyor.

Ş. Gülmüş, dönemin bazı yol arkadaşlarını korumaya aliyor ve bazılarına, buna A. Öcalan’da dahil „kuşku“ gözüyle bakiyor. Fakat bu oluşumun bir sistem olduğu ve haliyle bu sistemde yer alan elemanın ayrıldığı güne kadar, örgüt ve amaçlarına hizmetettiğini unutuyor!

Örgütle çelişkiye giren her elemana, „ceza, tecrit ve ölüm, infaz“la sonuçlanan nedenlerin arka pilanındaki örgüt sisteminin ne olduğu sorgusu, zaif kaliyor.

Özellikle Gözlüklü Ziya (Ş.Gülmüş’ün verdiği bilgiye göre, bu şahıs Haki Karer’in kardeşi Halil Öcüt ve Baki Karer olarak tanınan kişi) hep örgüt içindeki infazlar ve cezalandırmalarla ilgili sürekli haber getiren kurye olduğu konusunda özellikle bir vurgu yapiyor. Anıların bir çok bölümünde Gözlüklü Ziya ile ilgili bir çok sayifada (özellikle Mardin-Kızıltepe bölümlerin) Gözlüklü Ziya ile ilgili bu imalar ve bilgiler var.
Ama bu bir sistem!

Abdullah Öcalan’ın, kendi arkadaşlarını tasfiye ederek, tartışmasız lider durumuna getiren de bu sistemdir. Özellikle bu sistem de uzun süreler hiç bir fedakarlıktan kaçınmadan çalışan, sistemle yüzleştiğinde ayrılan kadroların, dikatle üzerinde durmaları gereken nokta, „PKK sistemi“ konusudur.

Örgüt içinde, yukarda Ş. Gülmüş’ün aktardığı „ böyle bir gizem, esrar “lı durumu farkederek, ya da durumdan korkarak ayrılanların bir kısmına karşı „tecrit“ bir kısmına karşı „ölüm ve infaz“ kararları alınmiş ve bu uygulanmiş. Bu hangi ölçülere göre yapıliyordu ve bu ölçüleri kim koyuyordu?

Ayni düzeyde iki kadro ile ilgili „birine tecrit kararı“ ve diğerine „ölüm, infaz kararı“ nasıl işliyordu?

Mesela Kızıltepe ve Derik te iki kişi ile ilgili uygulama var. Biri tecrit ve yaptırımlarla „infaz“dan paçayı kurtariyor (Hüseyin Kaplan) ve hala yaşiyor. Diğeri de infaz ediliyor (Abdullah Kıran). Örnekler çok, ama bir örnek daha vereyim: Ayni akibetı paylaşan Osman Öcalan, Kani Yılmaz ve Halil Balıç var. Osman Öcalan sağ ve PKK „muhalifi“ gibi yaşiyor. Kani Yılmaz, Güney Kurdistan’da bombalı bir saldırıda infaz ediliyor. Halil Balıç ise, evine yapılan silahlı saldırıda üç yaşındaki kızıyla infaz ediliyor. Osman Öcalan’nın sağ kalmasına ve diğer iki kadronun ölümüne kim karar veriyor?

Buna benzer bir çok olay var ama neye göre insanlar öldürülüyordu ve neye göre canlarını kurtariyordu?

Örgütle ilgili tehlikeli bilgiye sahip olmak miydi, sistemi farketmek miydi, yoksa başka nedenler mı vardı?

Bunlar net değil, ama mutlaka araştırılması gereken noktalardır. Sistemin nasıl işlediği açısından önemli. Ş. Gülmüş bu hasas ve önemli alana kafa yormamiş, değinip geçmiş.
Ş. Gülmüş, anılarında bu sistemi sorgulamaktan çok, oklarının hedefine Abdullah Öcalan’ı koyuyor. Böylelikle sorun bir toplumsal sorundan çıkarak, „Apo-Şükrü kişisel hesaplaşması“na dönüşüyor.

Sözünü ettiğimiz örgütün çıkış sürecine bakalım:
Belli bir sistem etrafında organize edilen kadrolar, Türkiye’nin başkenti Ankara’da organize oluyorlar ve sistematik bir biçimde Kuzey Kurdistan’ın hasas bazı bölgelerine yöneliyorlar. Bu kadroların bir kısmı çeşitli olaylarda hayatlarını kaybediyor. Kemal Pir, Mazlum Doğan ve Hayri Durmuş, Diyarbakır 5 Nolu cezaevinde, direnişlerde hayatlarını kaybediyor. Yıldırım Merkit ve Şahin Dönmez dökülüp ittirafçı oluyor. Kesire Öcalan ise sağ, ayrıldıktan sonra, Avrupa’da sessiz bir hayat yaşiyor. Bir de Mehmet Karasungur var. Abdullah Öcalan uzun süredir İmralı Cezaevi’de.

Dönemin merkezi kadrolardan bugün dağda Kalan Cemil Bayık ve Duran Kalkan var. Fehmi Yılmaz’ ( Ş. Gülmüş’ün 136.sayifada bahsettiği „tipik bir Türk subayı gibiydi“) dediği kişi. Ş. Gülmüş, bu kişinin de MK üyesi olduğunu belirtiyor. Fakat akibeti belli değil.
Ama sistem işliyor!

Kurdistan Devrimcileri (DK), Ulusal Kurtuluş Ordusu (UKO) ve daha sonra PKK olacak örgüt adına Kurdistan’a taşınan Kadroların dağıldıkları bölgeler:

Bu bölgelerden biri Dersim Bölgesi:

Daha henüz adı konulmamiş ama kendilerine „Kurdistan Devrimcileri“ veya „Ulusal Kurtuluş Ordusu-UKO“ adını vererek alanlara giren bu kadrolar, önlerine gelen, kendilerine karşı direnen, onları tartışan alanlardaki siyasi yapılara karşı şiddeti esas alan sistem devreye giriyor.

O dönemde, Dersim’de ağırlıklı Türk solu örgütleme çalışmaları yürütüyor. TİKO, Halkın Kurtuluşu ve Aydınlıkçılar. Bu üç gruba saldırarak alana giriyor..
Diğer bir alan Hilvan-Sıverek bölgesidir:
Bu bölgede de Kurd aşiretleri ve belli başlı örgütler var: Sıverek’te DDKD, KAWA ve Rizgari, PDK var. Bu örgütlere ve aşiret yapılanmasına yöneliyor. Aşiretlerin birbirleri ile ilişki ve anlaşmazlıklarını kullaniyor, bir tarafa dayanarak, birbirleriyle çatıştırarak alan açiyor. Bu konuda Bucaklar’la çatışma, Kırvar’ların Durumu ve İzol’lar üzerinde durulması gereken örneklerdir.

Burda, vurgu yapılması gereken önemli nokta Bucak aşireti’nin durumudur. Bucak Aşireti’ne yönelik saldırı ve onlarla olan çatışma sonucu; Türk Devleti, bu aşireti Kurd ve Kurdistan davasına karşı çok kötü şekilde kullanmiş ve Kurdistan’daki kontra hareketin bölgedeki örgütlenmesinde önayak yapmiştir. Sedat Bucak, Çatlı ve Mehmet Ağar üçlüsünün devlet eliyle organize edildiği sistemin nüeleri de bu çatışmalarda atılmiştir.

Sıverek’te önemli bir Kurd yursever sima olan Ferid Uzun olayı:
Ferid Uzun, Şivan hareketi ayrışmasında KAWA grubunda yer alır ve Sıverek’te sevilen, sayılan bir şahsiyet. Uzunları yanına alma ve bu yurtseverin etkinliğini kırma amaçlı bir pilan dahilinde Ferid Uzun katledilir. Daha sonra Diyarbakır Sıkıyönetim Soruşturmaları’nda, PKK davasından biri, olayin tetikçisi olarak, Ferid Uzun cinayetini üstlenir ve olayla ilgili ittirafta bulunur. Oalayı gerçekleştirenler, sabah „Ferid Uzun’nun kanı yerde kalmayacak“(!) sloganiyla, cenazesine katılırlar.

Mardin Bölgesi:
Şükrü Gülmüş bu bölgede 1978-1979 yıllarında sorumlu olduğunu kabul ediyor.
Benim kanatime göre PKK, ne Abdullah Öcalan şahsiyeti, ne de „ajan örgütü“ yaklaşımları ile izah edilebilecek bir örgüt değildir. Baştan sonuna kadar PKK inşa, yayılma ve güç haline gelme süreçleri ile ilgili, bütün bu süreçlerin arka pilanında ciddi bir sistemin var olduğu ve PKK kadrolarının bu sitemin organize, kitle-kadro psikolojisi metodları, -devletlerde mevcut olan kitle mühendisliği metodları- izlenerek geliştiğidir. Bu metodlarla örgütlendiği ve örgütlendiğidir.

„Kurdistan Devrimcileri“ veya „Ulusal Kurtuluş Ordusu“, adına ne derseniz deyin; bu örgütün nüeleri Ankara’da atılır. Bilerek veya bilmeyerek bu sistemin öncülüğünü üstlenen kadrolar, Ankara’da öğrenci gençlik çevrelerine dağılır ve bazı ilişkileri geliştirirler. Öğrencilerle Ankara’da kurulan ilişkiler, onların oldukları iller, bu kadroların dağıldığı alanlarda adresleri olurlar ve bu ilişkiler üzerinden çalışma başlatılır.

Mardin/Kızıltepe ilçesi de böyle ilişkilerin sonucu, onlar için çalışma alanına dönüşür.
1976-77 yıllarında Ferhat Kurtay Ankara’da üniversite okuyor ve Hüseyin Kaplan’da Ankara belediyesinde çalışiyor. Bu iki Kurd yurtsever şahsiyetle ilişki kuruluyor ve Mardin-Kızıltepe alanı, bunların kanaliyle başta Mazlum Doğan, Hayri Durmuş, Kemal Pir, Duran Kalkan, Şahin Dönmez ve Öcalan-Kesire çiftinin uğrak yeri haline geliyor. Kızıltepe’de bu çalışmalardan ilk bir sempatizan grup oluşuyor. Bu dostları koruma amaçlı sadece isimlerinin başharflerini vereceğim. MAE, HK, HG, UB, ZŞ, infaz edilen Abdullah Kıran ve isimlerini hatırlayamadığım birkaç kişi daha var.

Kızıltepe’de bir grup oluşturulduktan sonra, başka alanlardan kişiler getirilir kızıltepe’ye ve bazı olaylar gelişmeye başlar. Kızıltepe yerlisi ve itibarı sayılır ailelerden gelen bu arkadaşlar, kuşkulanmaya ve adını koymasalar dahi, örgüte karşı daha temkinli davranmaya başlarlar. Bu süreçte bunların adı „muhalefet“ olarak yansır. Şükrü Gülmüş bu „muhalefet“ grubuyla ilgili; „bizim gayr-i memnunlar da böyleydiler. Her şeyi bilir, hiç bir sorumluluk almaz ve her şeye burunlarını sokar, karşı olurlardı. O zamanlar bunların başında Hüseyin Kaplan, M. Ali Ege, Dişsiz Zaza Şêxo, Cemil efetürk, hatip vb. Kişiler vardı“(!) (c.2.s.93) diyerek „hepsini tek tek tanıdığını“ söylüyor. Bu „muhalif“ diye nitelendirdiği arkadaşlarını Abdullah Öcalan’la görüştürüyor.

Şükrü Gülmüş’ün anıların 2.Cilt’te anlattığı „Apo muhalif“ görüşmesini, Şükrü Gülmüş bu konuya ilişkin; görüşmeyi „Kısa bir konuşmayla sözü ben açtım“ diyerekek, „arkadaşlar sorunlarınız, sorunlarımız var….hazır Abdullah abi (Abdullah Öcalan) burdayken, sizinle kendisini baş başa bırakiyorum“(2.Cilt.s.105) diyerek, görüşmenin amacı ile ilgili konuşmasından bir paragraf aktarır. Fakat bu arkadaşlarının neden adları „muhalif“e çıktığını anlatmaz. Örgüt mantığı ile bu arkadaşlarına yaklaşır ve yukarda Ş. Gülmüş’ten aktardığım nitelemeleri yapar.

Oysa 133’cü sayifada „Hüseyin Kaplan ve Abdullah Kıran’nın tecritleri“ başlıklı bölümde; „Sanırım o dönemde MK’da bazı kararlar alınmiş ve hızla hayata geçirilmeye çalışılıyordu. Gözlüklü Ziya beni ve Küçük Emin’i yanına çağırarak, ‘Hüseyin Kaplan ve arkadaşlarını bir yerde toplayin onlarla konuşacaklarım var’ ve bir kaç talimat daha…“ diyerek „Gözlüklü Ziya konuşmaya başladı Hüseyin Kaplan’ın tecrit kararını direkt yüzüne okudu. Hüseyin kızdı, kızardı, bozardı ve kalkıp toplantıyı terketmeye kalktı. Gözlüklü Ziya (Baki Karer-Halil Öcüt) :
Hüseyin gel, otur dedi. Bu odandan çıkarsan ölüm fermanını imzalamiş olursun“(s.2s.133)
Abdullah Kıran’a ilişkin anlatım 134’cü sayifada devam ediyor. „Abdullah Kıran’ı tecrit edeceklerdi. İnfaz memuru Gözlüklü Ziya (Halil Öcüt-Baki Karer), ben ve Emin’de onun korumasiydik. Tabii Abdullah da sonuca ittiraz etti. ‘hiç bir suçlamanızı kabul etmiyorum. Bunlar eleştiri değil, iftiradır. Beni tecrit edebilirsiniz, ama Derik’ten çıkmam…“
Abdullah Kıran’a ilişkin toplantının kızıltephe’ye bağlı Türk’lerin bir köyünde yapıldığını aktariyor.

Yola gelmeyen ve kafası kuşkularla dolu Abdullah Kıran, daha sonra bunlar tarafından öldürülür. Şükrü açıkça, hem tecritleri ve hem de Abdullah Kıran’ın MK. Karariyle öldürüldüğünü; „sanırım o dönem MK’da bazı net kararlar alınmiş ve hizla hayata geçirilmeye çalışılıyordu.“ (C.2.s.133) diye kanaatını belirtiyor ve ima ediyor.
Ş. Gülmüş, hem Hüseyin Kaplan ve Hem de Abdullah Kıran’la ilgili görüşmeyi aktarırken „Gramsci’nin „hileli İflas“ belirlemesi aklıma geldi. Gramsci’ye göre; „kurbanla celat arasında bir anlaşma olmazdı.“(!) Ama bu görüşmelerde resmen böyle bir ilişki cereyan etmiş.

Abdullah Kıran’ı ben de yakından taniyordum. Gözü pek, saygılı ve kararlı bir Kurd genciydi. Kolay kolay dayatmaları kabul etmeyen, kullanılması zor bir kişiliği vardı. Onun için de UKO’cu gruba karşı hep kuşku taşiyor ve tartışiyordu. Sistemin doğasına uymayan bir kişilikti ve buna da kurbanı oldu. Yazık oldu ona ve onun gibi onlarca insana..
Ş. Gülmüş, anılarında Kızıltepe ve Derik’teki, özellikle 1978 ve 1979 yıllarındaki olayları anlatmaz. Oysa bu dönemde, Ş. Gülmüş, Mardin’de sorumludur ve Kızıltepe’de çok önemli olaylar var. Kayda geçmesi gereken olaylar:
Bu olaylardan biri Kızıltepe Kurtuluş-PKK çatışmasıdır:
İki gece üst üste otomatik silahlarla süren bir çatışma. Bu çatışmada can kaybı olmadı, ama epey huzursuzluk ve endişe yaratan bir çatışmaydı. Aileleri ve Kızıltepe halkını tedirgin eden bir çatışmaydı.

PKK’nin Kurtuluş’la çatışmasından kısa bir süre sonra, DDKD’ye yönelik saldırı başladı:
Bu çatışma da Selim Acar adında bir arkadaşa yönelik bir saldırı ile başladı. Hatırladığım kadariyle bu çatışmada da ölüm ve yaralanma olmadı. Ama bu olayda, Kızıltepe yurtsever kesim arasında huzursuzluk kaynağı oldu.

Daha sonra PKK adını alacak bu grup, Kızıltepe’de ne kadar ipini koparan genç, kumarbaz, hırsız, habçı varsa silahlandırdı ve ortalığa saldı. Kızıltepe’de herkes birbirini tanır, bilir ve birbirlerine karşı saygılı bir duruş sergilerdi. UKO diye anılan bu grubun Kızıltepe’de faaliyet yürütmesiyle birlikte, herkesin kafasında soru işaretleri oluşmaya başladı. İşte, PKK ilk ilişkileri Kızıltepe’de bu olaylarla birlikte bir dağılma yaşadı. İlk yerli grup „muhalefet“ etmeye başladı ve kimisi ayrıldı, kimisi evinde oturdu.

UKO’cular, değişik ilerden getirdikleri tetikçiler:
Kızıltepe, „Kör silahşör“ gibi adamların provakatif eylemlerine sahne oldu.
Bu konuda Ş. Gülmüş anılarında Cemil Bayık ile ilgili izlenimlerinde bir sohbeti aktarırken Kör Silahşör’ (Ahmet Aslanbakan)a değiniyor:
„Cemil (Bayık), güler yüzlü,masum mu, mahsum bir tipti. Daha genç bir delikanlıydı. Tanıdığım gibi ona kanım ısındı. Aramızda yoldaşlıktan öte bir samimiyet gelişti. Bana bölgenin durumunu öğrenmek istediğini söylediğinde, ona hem üst düzeyde bir Parti’li olarak hem bir dost olarak genel bir izah yaptım.

Birincisi, dedim, Kör Silahşor (Ahmet Aslanbakan) adındaki manyağın bu bölgeden alınması lazım. Onun her tarafı sorun. Ne sapt edilebiliniyor, ne de bir işe yariyor. Her gün farklı bir siyasi hareketle başımıza farklı bir sorun çıkariyor. Cemil güldü.“Cilt 2, s.131-132
Ş. Gülmüş Kör Silahşor ve benzeri, dışardan getirdikleri, tanınmayan, bilinmiyen adamları „menfi olaylar, kontrol edilemeyen adamlar, manyağın teki“(!) gibi tabirlerle, aslında sitemi ve UKO’ (daha sonra PKK ismini alacak) yu korumaya çalışiyor. Oysa bu sistem, daha sonra bütün alanlarda -buna Avrupa da dahil-Kör Silahşor gibi adamlarla cinayetler, provakasyonlar ve tetik işleriyle kurdler üzerinde bir korku algısı yaratılır. Bu konuda Mecit Irmak adında bir çocuk olayı var. M. Irmak alınıp, işkence ile sorgusu yapılır ve burnu, kulağı kesilerek bırakılır. M. Irmak hala yaşiyor ve bu izleri taşiyor.

Bu, PKK örgütlenmesinde sitemi kavrama açısından, ısrarla üzerinde durulması gerek bir yöntemdir.

Ne Cemil Bayık, „güleryüzlü bir mahsum ve ne de „Kör Silahşor manyağın teki“(!) Bu işleyen bir sistemin alan uygulamalarıdır. Ş. Gülmüş, özellikle bu konunun detaylarını vermeyerek, sadece „onun her tarafı sorun, Ne zapt edilebiliniyor, ne de bir işe yariyor.“(!) diyerek, arka pilanda çok önemli bir noktayı ve bu tür tetikçilerin katıldıkları olayları anlatmamakla, belgelememekle, okuyucunun gözünden kaçıriyor.

Ben 1977’de Kızıltepe’ye yerleştiğimde, bu dostların bazıları „muhalif“ bazıları „ayrılmiş“, ve bazıları da „tecrit“ ve bazıları da „cezalı“ durumundaydılar. Hüseyin Kaplan ve Ferhat Kurtay’ı önceden taniyordum. Başka bazı arkadaşları da Mardin Sosyal Dayanışma Derneği ve 1976 Mardin Mitingi’den taniyordum. Ayrica Diyarbakır Öğretmen Okulundayken de bazı kişilerle dostluğum vardı. Ne de olsa hepimiz Kurd yurtsever/devrimci dostlardık. Pek örgüt ve çizgi farkı gözetmezdik.

Ben Kızıltepe Komal Basın, yayin ve dağıtım bürosunu açtım:

Ayni zamanda Rizgari Dergisi’nin dağıtım ve siyasi çalışmalarını yürütüyordum. Bölge de gençlik ve yurtseverler arasında Komal ve Rizgari’ye karşı bir sempati ve saygınlık vardı. Çünkü Kurdistan’la ilgili, Kurd Tarihi ile ilgili ve araştırmalarla ilgili, ilgi çeken yayınlarla Komal-Rizgari, sürece damgasını vuran ideolojik teorik ve araştırma kanallarından biriydi ve en önemlisiydi. İsmail Beşikçi de bu ekiple çalışiyor ve kitapları Komal yayinevi tarafından basıliyor, dağıtıliyordu.

1978’in başında Muş/Malazgirt’e UKO’cular bizim arkadaşlara silah çekerler. Arkadaşlar da onları döver ve silahlarına el koyarlar. Bu olay üzerine başka bazı alanlarda da gerginlikler olur. Bunun üzerine Rizgarî, UKO’cu grupla ilgili bir bildiri yayinlar. Bu bildiride UKO’cuları, „dervişler misalı köy köy gezen, önüne gelene saldıran, provokatif, kontrol edilemeyen ve tehlikeli bir grup“ diye tabir eder. Bildiri bizim Kızıltepe bölgesine de geldi. Biz birim olarak bildiriyi çoğaltmayı ve dağıtmayı kararlaştırdık. Bildiriyi çoğaltıp, dağıttık. Bunun üzerine Ferhat Kurtay, Kızıltepeli olmayan bir gençle yolumu kesti ve bana „Şeyhmus bu bildiriyi burda dağıtmayacaksın. Dağıtırsan biz seni vururuz. Senin için iyi olmaz“(!) dediler.

Ben de kendilerine; ben Komal-Rizgari grubunun bu bölgede çalışmalarını yürüten bir kişiyim. Bizim grup olarak bu bildiriyi dağıtma kararımız var ve bu bildiri bizi de bağliyor. Biz dağıttık ve dağıtmaya devam edeceğiz. Siz ne yapiyorsanız yapın, biz burdayiz. Bu olayı ilişkide bulunduğumuz İzmir DDKD, DDKD, KUK ve Kurtuluş’tan dostlara da anlattık ve Ferhat Kurtay’in bana söylediklerini onlara da aktardık. Hatta bazı dostlar, bildirinin daha yaygın dağıtılması için basım ve dağıtım işine katkı sunabileceklerini de aktardılar.
Bir kaç gün sonra, köyden „babamın çok ağır hasta olduğunu ve beni görmek istediği“ haberi geldi. Ben bir kaç günlüğüne Köye gittim. Hemen iki gün sonra bizim kirvelerin evinde otururken, köyden bir genç koşarak eve girdi ve „yabancı biri Kızıltepe’den gelmiş, seni soruyor“ dedi. Kalktık hep beraber bizim eve gittik. Bizim havluda bekliyordu. Bizim arkadaşlardan biriydi.

Ne var, ne oldu sormaya kalkmadan; „Abi, Apocular Komal’de Apo’yu (Aldullah Irmak) vurdular. Mardin Devlet Hastahanesi’ne kaldırıldı. Arkadaşlar beni, sana acil haber vermek için gönderdiler“ dedi.

Ben odaya geçtim ve yanıma silahımı alarak, önce Mardin’de hastahaneye ve ordan da Kızıltepe’ye geçtim.

Ayni gün Diyarbakır’daki arkadaşlar da duymuş ve İbrahim abi (İ. Güçlü) bir arkadaşla birlikte Kızıltepe’ye geldiler. Bu arada bizim Apo’nun iki köyden, Velikê ve Tilfeyzê den kalabalık bir aile grubu da büyük silahlarla geldiler. Beni odaya çekerek, „bu işin başı kim, seni tehdit eden kimdi, Abdullah’ı vuran kimler, kim bu kararı nasıl verir, biz hemen onların evini basıp vuracağız“ diyerek, Ferhat Kurtay’ın ismi aralarında dolaşiyordu. Ben hemen sesli bir şekilde, bu sorun bizim sorunumuz, sizin aile sorununuz değil ve derhal herkes geri köyüne dönsün. Abdullah benim kardeşim ve ben dururken babası da olsa onunla ilgili böyle bir işe kalkışamaz. Biz görüşeceğiz ve ne gerekiyorsa yapacağız.

Bazı silahları lazım olur diye bize bırakarak, geri köylerine döndüler.
Biz birim olarak, İbrahim Güçlü’yle birlikte oturduk ve olay değerlendirmesi yaptık. „Olayın bir provakasyon olduğu, Kızıltepe’nin aşiret ve aile ilişkilerinin çok hasas olduğunu, buranın yerlisi Apocu bir çok arkadaşı da tanıdığımızı, bu olaydan hareketle siyasetleri de aşacak bir provakasyona meyil vermeyeceğimizi, ama bize bir daha saldırı olursa sert cevap vereceğimizi“ kararlaştırdık. Ertesi gün İbrahim Güçlü ve onunla gelen arkadaşı geri Diyarbakır’a, taksiye bindirerek gönderdik.

Benim kendi birim arkadaşlarımın dışında çok yakın ve bir çok konuda beraber hareket ettiğimiz, sürekli görüştüğümüz İzmir DDKD’den kalabalık bir grubumuz vardı. O arkadaşlar benimle görüşmeye geldiler. Beraber çıktık önce çarşıda bir kaç tür attık ve ertesi gün akşam üstü bir haber getirdiler bana; „abi, Dere Mahallesi’nde onların bir evini tesbit ettik. İstersen gece beraber gidip kontrol edelim.“

Hala bu gruptan çoğu sağ 7-8 kişi ve bizden de dört kişiyi alarak, silahlı bir şekilde o evin arka sokağına girerek kontrol ettik. İki kişi damda nöbet tutuyordu. Arkadaşlar köşelerde mevzilendiler. Ben eve yaklaşarak, sokağa bakan pencerenin önüne geldim. Damdaki nöbetçiler beni farketmediler. Percereden içeri baktığımda Hüseyin Kaplan’dan, Ferhat Kurtay’a kadar herkes orda, yere oturmuş ve sırtları duvarda, tartışıp duruyorlardı. Biraz izledikten sonra arkadaşların yanına geldim ve evdekilerle ilgili onlara bilgi verdim. O ara bizden bazı arkadaşlar da dahil kimi; „hemen bunların hepsini burda öldürelim ve onlardan kurtulalım“ gibi laflar ettiler. Ben karşı çıktım ve arkadaşlara dönerek; bak görüyorsunuz, hepimiz silahliyiz, istesek şu anda birini sağ bırakmayiz. Ama bunlar da Kurd ve çoğunu taniyor, arkadaşlığımız, ahbaplığımız da var onlarla. Ailece de birbirimizi tanırız. Kızıltepe gibi bir yerde böyle şeyler Kurdler arasında sadece düşmanlık yaratır ve devletin işine gelir. Hadi gidelim dedim ve geri dönerek dağıldık. Herkes evine gitti.

Komal gibi bir yayınevini basma olayı ile ilgili Apocular tarafından bize gönderilen haber de ise „o serseri kendi başına yapmiş, biz hemen onu Kızıltepe’den kovduk“ şeklindeydi.
Oysa olay sonderece pilanlı ve programliydi. Hem Ferhat Kurtay’ın beni tehdit etmesi „seni vuracağız“ demesi, hem Kör Silahşor’un Kızıltepe’ye bu iş için getirilmesi, pilanlanan bir çok olay gibi hedefi belli bir olaydı.

Onların hedefi bendim. Ama gelen beni tanımadığı için, kendisine tarif edilen bir tip var ve Komal bürosundan içeri girdiğinde, masada oturan kişi ile tarif edilen kişinin ayni olmadığı teredütünü gösteririyor. Silah çekerken kararsız davraniyor ve bunun üzerine Apo masadan kalkarak üzerine atliyor, silah patlarken kurşun yere saplaniyor. Fakat boğuşma esnasında Apo zaif ve çelimsiz olduğu için, boğuşmada bacağı büronun cam cemekan bölüme çarpiyor ve büyük cam kırılarak, Apo’nun bacağını derin bir şekilde kesiyor. Kör Silahşor kaçiyor. Arkadaşlar, çevreden araba çağırarak Apo’yu Mardin Devlet Hastahanesine kaldıriyorlar.

Ş. Gülmüş, anılarında bu olayı da teyit geçmiş, anlatmamiş. Sadece Kör Silahşor ile ilgili; „her tarafı sorun. Ne zapt edilebiliyor…her gün farklı bir silahlı hareketle başımıza farklı bir sorun çıkariyor“ ve „Cemil (Bayık) güldü“(!) demekle yetiniyor.

Bu dönemde Ş. Gülmüş, Mardin bölge sorumlusu. Onun hem Kör Silahşor ve hem de gelişen olaylardan habersiz olması bir biçimde kabul edilebilir: Arka pilanda bu tür pis işleri organize eden bir sistem vardı ve silahlı işleri, yapılacak işleri organize ediyor, ama Ş. Gülmüş ve diğer sorumluların ruhu duymuyordu! Onlar sadece görüntüde sorumluydular. Böyle bir gerekçeyi kabul etsek bile Kızıltepe’deki çatışmaların hiç birini anlatmamiş. Bu da „anlatmak istemediği“ anlamı çıkmaktadır.

1979’un başında yine bana yönelik bir saldırıları oldu:
Mardin Kız Öğretmen Okulu’nda onlarla bir tartışmamızda olay çıkardılar ve bana saldırdılar. Araya bazı dostlar girerek olay yatıştırıldı. Yine tehditler savurarak, çekildiler.
Yine başka 1979’un baharında, ben, KUK’tan bir arkadaş (YE) ve İzmir DDKD’den (HK)bir arkadaşla Mardin Öğretmen Okulu’nun bahçesinde oturuyorduk. Onlardan iki kişi gelerek sataşıp, hakaretvari bir şekilde kavgaya davet ettiler. Bir provakasyondu ve beni vurmak istiyorlardı. Yanımdaki arkadaşlar beni ikaz ederek, „boşver, bunların amacı belli“ diyerek, beni uyardılar. Ben de olay karşısında sesiz kaldım.

Bana yönelmelerinin nedeni, grup olarak; Kızıltepe ve köyleri, Mardin Eğitim Enstitüsü ve Mardin Öğretmen Okulu’nda siyasi çalışmalarımız vardı ve onlar bu çalışmalarımızı kendilerine engel görüyor, provaka etmeye çalışiyordu.

Nusaybîn:
Ş. Gülmüş, anılarında Nusaybin’i anlatırken de, UKO’cular (daha sonra PKK olacak) „anti Apocu bir ilke etrafında birleşmişlerdi“(!) diye bir cümle kullaniyor. Bbazı belirleameler yapiyor ve bu belirlemelerden sonra da dert yanarcasına:
„Sömürgecilere karşı bir araya gelemeyen hareketler, bize karşı birleşmiş, bir araya gelmişlerdi“ (c.2.s.91) diyor ve ekliyor;“Bizimkiler de madem öyle, ‘bizde illaki gireceğiz’ diyorlardı.Bundan dolayı 15, 20 günlük sokak savaşları almiş başını, Kurd gfençleri birbirini vuruyordu. Bizimkiler; Kızıltepe, Derik ve diğer çevre yerlerden topladıkları gençlerle hurra Nusaybine saldırmaya başlamişlardı.“ (c.2.s.91)

Şüphesiz tarihe not düşerken, elimizden geldikçe sorgulayıcı vicdanımızı kullanmamız gerekiyor. Aksi, istemeyerek de olsa yanlış bir algı yaratılmiş olur.

Ş. Gülmüş, Nusaybin’le ilgili aktardığı; „anti Apocu bir ilke etrafında birleşmişlerdi“ belirlemesi, altı boş bir belirleme değil. Ama bu „anti Apocu“ ilkenin bir tarihi gözlem sorunu var. O da Apocuların girdiği bütün alanlarda Kurd örgütlerini hedef alan saldırı sistemidir. Yukarda değindiğim; Dersim, Batman, Mazgirt’ten, Hilvan, Sıverek, Ceylanpınar, Kızıltepe, Mardin’e kadar, bir hatta genişçe uygulanan saldırı sistemidir. Bu sistem sorgulanmadan, Apocular dışındaki bütün Kurd örgütlerinin, Apoculara karşı temkinli ve tedbirli davranma durumu sorgulanmaz. Bu, ne bir gencin „belinden alınan bir silah“ veya „bir tartışmadaki taşkınlık“la izah edileceği kanısında değilim. Durum daha ciddi ve bugün tartışılan „Kurd ulusal sorunu“ ve „PKK taribatı“nin tarihsel ilişkileri belgelenmez.

Nusaybin’de KAWA ve KUK, Hamo’larla bir sorun yaşiyordu. Hemo’lar o dönemde Kurd siyasi çevrelerine tavır koymuş ve silah çekmişti. KUK ve KAWA ile bir çatışma yaşiyordu. Apocular Nusaybin’e girerken, bu çelişkiden yararlanarak, bu aile ile birlik oldu ve bu çatışmada yer aldı. Bu da bölgedeki diğer örgütlerin Apoculara karşı tavır koymasını getirdi.

Nusaybin’i „15, 20 gün“ esir alan, terorize eden ve kendilerini „zor“a dayalı dayatan gerçeğin perde arkası, PKK’nin girdiği bütün alanlarda aynidir.

Sistem, güçlü bir desteğe sahip ve arkası dolu. Kurd gençleri’nin yurtseverliği, saflığı bu sistemin tuzağına düşen vahim bir durum. Bunu kişilerle, ateşli gençlik tartışma, sataşma, küsme ve saflıkla anlatmak, bende mümkün görünmüyor.

Ayni Hemo ailesinin Kamişlo kentinde, Türk devletinin imha ettiği KAWA grubunun katliamından da ortak ve sorumlu olduğu biliniyor. Biz olayları anlatmalı, bu olaylar ve ilişkilerinden, bağlantılarından sonuçlar çıkarmalı ve geleceğe bırakmaliyiz. Anılarımızı yazmamızın bir de böyle bir işlevi var. Toplumsal hafıza, ulusal hafıza ve belgeler böyle oluşur.

Kurdistan Ulusal Kurtuluş Mütcadelesi’nin uzun bir tarihi var önümüzde. Bu tarihe katkı sunan ve bu dinamikleri birbirine kırdırarak, herşeyi kendileriyle başlatan ve herkesi hiç sayan sistemli girişimleri birbirlerinden ayırmamız gerekiyor. Bu sorumluluk, ne bir „tepki“ ve nede „bir düşmanlığı“ kaldıramayacak kadar ciddidir.

Apoculuk, DK (Kurdistan Devrimcileri), UKO (Ulusal Kurtuluş Ordusu); adına ne derseniz deyin; bugün PKK olarak önümüzde duruyor. Kullandığı örgütleme metodu, esas aldığı sistem, Kurd araştırmacıların özenle üzerinde durması gereken bir tuzaktır. Kurd ulusal dinamiklerine yöneltilmiş sistemli, arkası güçlü bir tuzaktır.

M. Selim Çürükkaya’nın „Sırlar Çözülürken“ adlı tarih kurgu romanı, PKK sisteminin arka pilanını tarih kurgu-roman tekniğiyle vermeye çalışır. Bu anlamda, M. Selim Çürükkaya’nın bu roman çalışması cîddi bir çalışma. Ama, kurgu roman tekniği ile bu konu irdelendiği için, okuyucu kitabı „sadece bir roman“ olarak okuyor. Aslında M. Selim Çürükkaya gerçek olaylarla sorunun üzerine gidiyor. M. Selim Çürükkaya’da bu sistem, Gladyo’dır ve Ergenekondur.

Mutlaka teknik ve bilimsel metodlarla bu sistemin incelenmesi gerekiyor.
Bu sistem nedir?

Bu sistemi, olaylarla irdelediğimiz zaman, okuyucu daha iyi anlar. Yukarda Kuzey Kurdistan illerine girişleriyle uygulanan sistemi olaylarla verdim, bir de Avrupa ayağı var. Ş. Gülmüş’ün anılarında anlattığı, salt;
„O kavgaların bir sebebi olsa da, bunun bizim arkadaşların sekter tutumlarından kaynaklandığı bir gerçekti. Çünkü bizde ne tartışma kültürü, ne dayanışma kültürü, ne de ikna kültürü vardı.“(!) belirlemesiyle geçiştiremeyiz.

Ş. Gülmüş, anıları 2.Ciltinde (Sevgim Fırat Öfkem Ararat) anlatmadığı Kurdistan Tarihi açısından, diğer ciddi bir başka olay ise, KUK- PKK çatışmasıdır. Çatışmalar, Ş. Gülmüş’ün Mardin bölgesi sorumluluğundan alındıktan sonra başliyor. Ş. Gülmüş; „ben o zaman Mardin’de sorumlu değilim“ demesi; bu kadar boyutlu, yaklaşık 150’ye yakın Kurd insanının hayatını kaybettiği, Kurd dinamiklerin birbirlerine kırdırıldığı çatışmaları, anlatmaması ve olaylara, çatışmanın gelişim seyrine tanıklık etmemesi, kabul edilir bir durum değil. Bu tavır ancak „sorumluluktan kaçma“ olarak yorumlanabilir.

Aslında Ş. Gülmüş, Mardin’de sorumlu olduğu dönemde, yukarda aktardığım bir çok çatışma ve saldırıyı anlatmamiş. Ş. Gülmüş neden Mardin bölgesindeki Apocuların veya PKK’nin bir çok saldırısını anlatmamiş, Belgelememiş? Bunu Ş. Gülmüşe sormak lazım! Neden bu olayları teyit geçmiş?
Ş. Gülmüşe soruyorum neden?
PKK-KUK çatışması Nedir?
Boyutu neydî ve nasıl gelişti?

KUK kökünü ve örgütlenme mirasini T-KDP’den almaktaydi. T-KDP’nin 1979 yılında yaptığı 3.Kongre’de dönemin gençlik arasındaki „Sosyalizm rüzgarı“ndan T-KDP’nin etrafındaki gençlik de etkilendi. „T-KDP bünyesindeki feodal-burjuva ittifakı“ diye nitelendirdikleri ve „gerici burjuva milliyetçiliği“(!) adını vererek, eski Kurd milliyetçi kesimi tasfiye ederek, adını KUK (Kurdistan Ulusal Kurtuluşçuları) olarak koydular. Ama bildiri ve açıklamalarında hep „T-KDP-KUK“ imzasını da ihmal etmediler. Böylece T-KDP mirasına sahip çıktıklarını teyit ediyorlardı.

KUK, bütün Kuzey Kurdistan’ın sınır boylarında belli bir taban ve örgütlülüğe sahipti. KUK, yurtsever ve gözü pek köylü kökenli bir hareketti. Her ne kadar 3. Kongre’de sosyalizmi beğenmiş ve T-KDP’yi „gerici burjuva milliyetçiliğiniği“ olarak nitelendirmişse de; KUK, Kurd miliyetçiliğini gövdesinde taşiyan Kurdistani bir hareketti. Öğrenci gençlik hareketi değildi. Tabanı, Kurd yursever ve milli görüşün etkin olduğu damarlara dayaniyordu. İdeolojik ve teorik yetersizliğine rağmen, Kurdistan’da olası bir silahlı hareketin ciddi bir damarını taşiyordu. Onun için PKK, pilanlı ve sistemli bir şekilde bu örgütü hedef seçti veya seçtirildi.

Komal- Rizgari grubu, KUK’la ittifak ve birlik oluşturmak için çok uğraştı, ama her seferinde, en sonunda gizli bir el bu birliğin oluşmaması için devreye girdi ve engelledi.
„KUK-Rizgari birlik görüşmeleri“, (1982-1983 yılındaki görüşmeler) sonuç vermeyince, her iki grup da Kuzey Kurdistan’a silahlı adamlarını, örgütleme için, ayri ayri gönderdi ve Diyarbakır cezaevinde bir araya geldik..

Uzun yıllar ayni kovuşlarda bu arkadaşlarla iyi-kötü günleri paylaştık. Daha sonra biz cezaevindeyken, Rizgari-KUK ve KAWA birlik görüşmeleri başlar. Ama bu görüşmeler de sonuç vermez. Ben Diyarbakır 5’Nolu cezaevindeyken, Rizgari grubu, „KUK-KAWA-Rizgari birlik görüşmeleri“nden de sonuç alamayınca, 1987’de Partiya Rizgariya Kurdistan (PRK-rizgari) adiyla bir parti kurdu. Komal-Rizgari grubu’nun bir parti olarak siyasi hayata başlaması, bu tarihle başlar.

Ben, Suriye sahasında bir gerçeği öğrendim: Bir sisteme ve bir yerlere dayanmadan, Kurdistan’da silahlı bir örgütü yaratma olanağı yok. Bu yönde yapılan bütün çabaların başarısız olmasının arka pilanında bu gerçek yatmaktaydı.

Tekrar konuya dönersek:
PKK-KUK çatışması:
Sürtüşmenin çatışmaya dönüşme ihtimalı olan iki alan vardı. Biri Batman ve diğer alan da Ceylanpınar bölgesiydi. Çünkü bu iki alanda işçi sendikaları vardı ve her iki alanda da KUK, PKK için aşılması gereken bir örgütü.

Batman’da hem Belediye başkanlığı seçiminde ve hem de TPAO sendika seçimlerinde karşı karşiya geldiler.

Diğer alan ise Ceylanpınar bölgesiydi..Ceylanpinar çıftliğinde işçiler arasında KUK örgütleme çalışmalarını yürütüyordu ve işçi sendikasını elinde bulunduruyordu. Bu alanda da PKK, KUK’a yöneldi.

Bu dönemde PKK’nin alanda gözde faaliyetlerini yürüten elemanlar da Kemal Pir, Baki Karer (Haki Öcüt), Duran Kalkan ve Faysal Dunlayıci’ (Kani Yılmaz)dir.

PKK, KUK’la ilgili alanlarda ve kendi tabanı içinde „KUK mücadelemizin önünde ciddi bir engeldir. PKK karar vermiş, biz KUK’u ortadan kaldıracağız. Biz KUK’u vurmaya kalkarsak, KUK 15 gün önümüzde dayanmaz“(!) diye propaganda yürütüyordu.
Bu konuda Ş. Gülmüş, anıları 2.Ciltinde şöyle bir sohbeti aktarır:

Ş. Gülmüş, Şıkestûn Köyünde (Kesra Kenco’ya bağlı bir köy) Kod adı Kemal (Ahmet Kurt) ile karşılaşır. Hoş sohbetten sonra Ş. Gülmüş; „bölgeyi ve sıkıntıları sordum. Kemal bana:
„Durum gayet iyi. Arkadaşlarla gayet verimli çalışmalar sürdürüyoruz. Sizin yokluğunuzu aratmamaya gayret ediyoruz“ (C.2.s233) diye cevap vermiş. Ama Ş. Gülmüş, izlenimlerinde „Ahmet’in bir sıkıntısı vardı“ diyerek üsteleniyor. „en sonunda tutamadı kendini“ diyerek şu cümlelerle PKK’nin KUK’a karşı pilanını Ahmet Kurt’un ağzından aktarararak, yukarda aktardığım, „PKK karar vermiş, biz KUK’u ortadan kaldıracağız!“ beyanatı doğruluyor.

„Xocam, geçen Duran (Kalkan) hevalle konuştuk Bana ‘KUK’a yönelirsek ne kadar bir süre içinde bitiririz’ diye sordu.“

Bu aktarımın üzerine Ş. Gülmüş, „Güldüm.“ diyerek, „Sen ne dedin?“ diye Ahmet’e soru soruyor. Ahmet de; „Ne diyeceğim? Beni bilirsin. Bir kaç ayda dedim.“(!) (C2.s234)
Arka pilanı ispatlanması zor bu çatışmanın ilk kıvılcımları Ceylanpınar’da atıldı. KUK- PKK çatışması ile ilgili Ş. Gülmüş şöyle bir aktarım daha yapiyor:

„KUK-PKK çatışması başladığında ben Ahmet’in Duran’la diyaloğunu ve (KUK’u vurursak kaç ayda bitiririz?) sözünü hatırladım. Bunu Hayri abiyle de paylaştım. Olursa büyük hata olur ve Mardin’de tüm kazanımlarımız heba olur, demiştim Hayri KUK’a yönelmekten yana değildi. Fakat doğrusu Mazlum için ayni şeyi söyleyemem.“ (c.2.s.234)

PKK, Ceylanpınar Çiftliği sendikası üyeleri üzerinde baskı oluşturmaya çalışır ve isteklerini dayatırlar..Sendika üyeleri PKK’nin dayatmalarını kabul etmezler ve bunun üzerine tedbirlerini alırlar. PKK gelir ve bu sendika görevlilerini ölümle tehdit eder. Bazı tartaklamalar da yaşanır. Bu arada PKK bir KUK sempatizanının önünü keser ve zorla silahını alırlar.

Başka bir gün, Çiftliğin bir bölümünde Halıt Akagündüz adında bir KUK sempatizanını sıkıştırırlar. Halıt Akagündüz de bu küfürlü ve saldırılı tartışma sonunda silahını çeker ve bir kurşunla PKK taraftarlarından Mustafa Göçmen adında birini yaralar.

Başka bir gün bir KUK grubunun önüne pusu atar ve grub pusuya düşer. Büyük silahların kullanıldığı bu pusulu çatışmada bir KUK taraftarı üç kurşunla ağır yaralanır.

Ertesi gün de Sendika sorumlusu Halıt Akagündüz’ün babasının yolunu keserler. Adam sabah erkenden kalkmiş, camiye gidecek. Onlarca Kurşunla bu 60 yaşındaki adamı orada öldürürler.

Başka bir gün de sendikanın başka bir sorumlusu, Murat Özbek ve oğlunun yolunu keser baba ve 16 yaşındaki oğlunu kurşunlarlar.

Bu pilanlı ve sistemli saldırılardan sonra tarafların bulunduğu bütün alanlarda bir silahlanma başlar. Oalaylar dağlık bölgelere sıçrayarak yaygınlaşır.

PKK, çatışmaların yoğunlaştığı alanlara bütün silahlı gücünü yığar ve adeta bir savaş başlar.

KUK ve PKK çatışmasında yaklaşık 150 kişi hayatını kabetmiş. Bunların yaklaşık 30 ile 40’ı KUK militanı ve sempatizanlarıdır. Geri kalanlar ise PKK taraftarları ve millitanlarıdır. Bu bilgi kesin rakamlar değil. Çünkü Kurdlerde belge ve arşivlere uluşmak ve bunları kullanmak zor ve hem de bir çok konuda arşiv de yok denilecek kadar azdır. Ama, her iki örgütün Diyarbakır soruşturma ve mahkeme dosyalarından gerekli bilgiyi elde etmek mümkün.

Bu olayların nasıl geliştiği, nasıl organize edildiği ve PKK içinde kimlerin bu çatışmanın startını verdiği konusunda Ş. Gülmüş, anılarında Ahmet Kurt’an aktardığı bir cümlenin dışında, çoğunlukla ketum kaliyor. Bu kadar geniş ve kapsamlı bir çatışmanın yürüdüğü bir dönemde „Ş. Gülmüş, „ben sorumlu değildim, haberim yok“(!) diyemez.

Oysa Botan Kitapevi’den tanıdığı Nuri Özer ile ilgili bir nolu cezaevindeki bir karşılaşmasını aktariyor. Bu karşılaşmada, Nurî Özer; „Dün gece. Arkadaşların beni karşıladı. Sorguladı. Haberin yok mu?“ diye bir olaydan bahsediyor. Diyalog şöyle geçiyor:
„Nuri’ye,
-Bunları sana yapanları taniyormusun?
-‘Hayir. Gözlerimi kapattılar’ dedi.
Nuri’yi aldım direkt 28.Koğuşa götürdüm.
-Bak bu koğıuşta arkadaşların var. Burada kal ve başka yere gitme, dedim. Nuri’yi 28’e bıraktım ve hızla 14. Koğuşa Hayri Abi’nin huzuruna sinirlice çıktım.
-Hayri Abi bu kadar rezalet olamaz. Yani bu kadarına da pes ve bu devrimcilikse ben devrimci değilim! Artık hiç bir görev falan yapmiyorum dedim. Hayri çok sakin,
-Hele dur Xoa, hele dur. Bir nefes al. Sorun ne? Mesele ne? Yine ne canını sıktı?“(c.2.s.235)

Ş. Gülmüş, Nuri Özer’in gece cezaevine giriş yaparken, PKK’liler tarafından gözleri bağlanarak, sorguya alınışını anlatır ve Hayri Durmuş’un olaydan haberinin olmadığına dair şu notu düşer:

„Hayri tüm samimiyetiyle ‘benim bu olaydan haberim yok. Bunu ilk kez senden duydum. Gereken soruşturmayı yaptıracağım’ dedi. Hayri’nin samimiyetine inandım.“(c.2.s.236)
Nuri Özer olayı ile ilgili sorumluluğu olanlarla ilgili de şu notu düşüyor:

„Sonra öğrendim, meğer bu işin elebaşları; Mehmet Şener, Rıza Altun ve Maşallah Öztürk’tü. Peki bunlara kim bi izni vermişti?“ (ags.)diye bir soru soruyor. Aşağıya da olayla ilgili kanaatını aktariyor:

„Geriye Mazlum kalmıştı. Bu üçlü ise Mazlum’dan habersiz bunu kendi başlarına yapamazlardı. Varsayalım ki yaptılar. Nurî Özer ve diğer KUK’çulardan çok ‘hayati’ bilgiler aldılar. Bu bilgileri kime vereceklerdi? Partiye! Parti içerde kim, Mazlum ve Hayri.“(ags)
Ş. Gülmüş, bu olayla ilgili önemli bir belirleme yapiyor:

„Bu olaydan sonra partiye olan üstünkörü inancım yara almıştı. Bu üç adam ise, hem işkence yapar, hem adam vurur, hem de her rezaleti yapabilirlerdi. Siz hiç haşlanmış yumurtayı insanların koltuğuna vererek onlara işkence etmek diye bir yöntem biliyor musunuz? İnan TC Devletinin işkence menüsünde böyle bir işkence şekli ne gördüm, ne de duydum.“ (ags.) Ş. Gülmüş’ün, PKK’nin siteme ilişkin işleyişle ilgili bu aktarımı önemli.
Tekrar KUK-PKK çatışmasına dönersek:

O dönemde, ister ilgili olsun ister olmasın, „sağır sultan“ın bile hisettiği bu çatışmalara Ş. Gülmüş’ün „bilmiyor“ olması, PKK kadrosu olarak çatışmaların karar ve organizasyonuna ilgisiz kalması mümkün değildir. Ayrica bu çatışmalar, Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemeleri’ne yansımiş ve tarafların açıklamaları, ittirafları da mevcuttur. Bunlar da Ş. Gülmüş’ün yargılandığı dosyalara yansımiştir. Benim kanaatime göre, Ş. Gülmüş bu çatışmaları bilinçli bir şekilde anılarında sansör etmiş, ya da çok saftır. Yoksa neden olayları anlatmaktan kaçınsın?. Sadece değinerek geçmiş ve üzerinde durmamiştir.
PKK-KUK çatışması, ağır bir bilanço ile 12 Eylül mahkamelerine taşındı. Hem PKK ve hem de KUK dosyalarında bu olaylarla ilgili geniş bilgiler ve polis kayıtları mevcuttur.

Bu saldırı sisteminin Avrupa ayağını da irdeleyelim:

1987 Mart ayında Türk Ordusu’nun Güney Kurdistan’a saldırısı ve sivil birimleri bombalaması üzerine Avrupa’da „Kurdlerle Dayanışma“ dalgası gelişiyor. Avrupa’nın pek çok ülkesinde bu sorun parlementolara götürülüyor. Avrupa Konseyi Türk Devleti’nin Musul ve Kerkuk’ü istila pilanları nedeniyle üye ülkelerin dişişleri bakanlıklarını uyarma ihtiyacı duyduğu bir dönem.

Avrupa’da pek çok yazar ve araştırmacı, pek çok parlamenter „Kurd sorunu araştırmak için“ çalışmalar içine girdikleri bir dönem.

Ancak Almanya’nın Münih ve Holanda’nın Deventer kentlerinde yapılan saldırılar, çalışmaları ağır bir biçimde tahrip ediyor.

Nedir bu saldırılar?
Bilindiği gibi; Holanda’nın Deventer kentinde 15 Mart 1987 tarihinde Kurdistan Kültür Center (PRK-rizgari gecesi) tarafından organize edilen Newroz kutlama gecesine bir grubun silahlı saldırısı sonucu, salonda bulunan 6 kişi çeşitli yerlerinden ağır yaralanmiş. Daha sonra olayla ilgili silahiyla yakalanan kişinin PKK’li olduğu açıklanmiştir.

Ayni dönemde Almanya’nın Münih kentinde düzenlenen Newroz gecesine silahlı saldırı düzenlenir. Bu silahlı saldırıda bir kişi ölmüş ve iki kişi yaralanmiş. Ölen kişinin PKK’li olduğu daha sonra ERNK adına yayinlanan bildiride kabul edilmiş. Ayni dönemde Kürt İşçi Dernekleri Federasyonu’nun Köln’deki genel merkezi yakıliyor.

Bu olaylardan sonra, ERNK Avrupa Temsilciliği bir bildiri dağıtiyor. Bu bildiride „katillerin gecesine gitme, teslimiyetçi, reformist Kürt küçükburjuvalarının kapalı kapılar ardındaki komploları yenilgiye mahkumdur“ gibi belirlemeler ardından bildiride; „Tasfiyeci küçükburjuva provokatörleri mücadelemizin etkinliğine ve saygınlığına uluslararası düzeyde gölge düşürmek istiyorlar“(K.Press. Cilt 1) denilerek „Münih’te öldürülen kişinin kendi üyeleri olduğu“nu kabul ediyorlar.

1987 yılının Şubat ayında bir cinayet daha kafaları karıştırır:
Kuzey Kurdistan’da en çetin günlerde, Türk Devleti’nin bütün baskı ve zorbalıklarına rağmen, Diyarbakır Sıkıyönetim zindanlarındaki kurdlerin/devrimcilerin davalarını sürdüren ve her gruptan insanın saygısını kazanan Avukat Mahmut Bilgili, Holanda’nın Diventer kentinde, cesedi 26 Mart 1987 tarihinde bir kanalda bulunur.

Av. Mahmut Bilgili, 5 Şubat 1987 tarihinde evinden çıkarken kaçırılmiş, işkenceli soruşturması yapılmiş ve daha sonra darblarla dolu cesedi bir kanalda bulunmuş. Daha sonra olayla ilgili yakalanan bir PKK’linin hem 14 Mayis’ta Deventer PRK-rizgari Newroz gecesine yapılan saldırının ve hem de Av. Mahmut Bilgili’yi öldüren kişinin T.O isimli kişi olduğu, mahkemedeki ittiraflariyla ortaya çıkar.

Holanda’nın Hengelo şehrinde oturan ve saldırı için Deventere getirilen T.O. Olaydan sonra kaçarken elinde silahı ile yakalanmiş ve tutuklanmişti.

PKK, 1987 Eylül ayında Kurdistan Press’in dağıtımını engellemek için Yunanistan’ın Lavrion kampında, „halkımızın şanlı önderi Apo ve ERNK’ye teslim olun“(!) naralariyle saldırıya geçiyorlar. PKK tarafından silah zoruyla bütün kampa el konuyor ve 30’a yakın bir grupla dört Rizgarici’ye saldırı başliyor. Rizgarî’den bir kişi, 6 yerinden biçakla yaralaniyor. Bu saldırı, PKK sözcüsü Hüseyin Yıldırım’ın kışkırtıcı konuşmasından sonra gelişiyor. (Kurdistan Press, C. 1)

Kaynakları ve dönemin bütün olaylarını titizlikle incelediğimizde; PKK’nin izlediği yol ve yöntemin, bizi güçlü bir sistemle karşı karşıya bıraktığını görürüz. Bu sistem, ortaya çıkarılıp bilince çıkarılmadan, ne PKK eleştirisi ve ne de „PKK’den ayrılma“nın gerekli işlevleri göreceği kanısında değilim..Konu, uzmanların araştırmasını gerektirerek düzeyde önemlidir.

Peş peşe Kurd örgütlerine, PKK’den ayrılan siyasi kadrolara, Kurd kurumlarına ve değişik örgüt üyelerine yönelik saldırıların olduğu dönemde Av. Hüseyin Yıldırım PKK Avrupa sözcüsüdür ve hala yaşiyor.

Hüseyin Yıldırım’da, PKK’den ayrılır ve ona yönelik de bir silahlı saldırı gerçekleşir. Hüseyin Yıldırım da ayağından ağır yararlanır.

3 Mayis 1987 tarihinde Ramazan Adıgüzel silahlı saldırıya uğruyor ve olay yerinde ölüyor. O dönemde KOMKAR ve TKSP imzası ile yayinlanan bildirilerde Ramazan Adıgüzel’in „üyeleri olduğu“ ve „PKK tarafından katledildiği“ açıklaniyordu!

Mahmut Bilgili gibi onlarca PKK muhalifinin öldürülmesi, cesetlerinin vahşi bir şekilde kanallarda, otoban kenarlarında bulunması gündem oluşturuyordu Avrupa Kurd dipasporasında.

PKK tarafından yapılan saldırı ve işlenen siyasi cinayetlerle ilgili o dönemde KOMKAR bir dökümanter bilgi yayinlar Bu dökümanterde verilen bilgilere göre:

„7 Mart 1987 tarihinde KOMKAR’ın Münih’te düzenlediği geceye saldırı; 21 Şubat’ta Heviya Gel’in Bremen’deki Newroz gecesinde kavga çıkarmak; 28 Şubat’ta KKDK’nin Hanover’de semineri basmak; 14 Mart’ta Bielefeld’de KAWA yanlılarının düzenlediği Newroz gecesini sabote etmek; 15 Mart’ta Rizgari taraftarlarının Deventer’de (Holanda) düzenledikleri Newroz gecesine saldırı; 16 Mart günü Yunanistan Lavrion mülteci kampında olay çıkarmak; 25 Mart gecesi KOMKAR Hamburg derneğini kundaklama; 8 Nisan günü Komkar genel yönetim kurulu üyesi Mehmet Elbistan’a suikast girişiminde bulunmak; 12 Nisan günü Danimarka’da Ostern barış yürüyüşünde biçaklı saldırı; 3 Mayis’ta Ramazan Adıgüzel’in katledilmesi…“

Ancak, Böylesi bir dönemde Türk devletinin Avrupa çapında Kurd dernek ve kurumlarına karşı saldırıya geçtiği, kapatma başvuruları yaptığı bir dönemde; PKK’nin Avrupa çapındaki Kurd örgütlerine ve siyasi şahsiyetlere, kurumlara yönelik saldırıları, Almanya’nın Münih ve Holanda’nın Deventer olayları, siyasi cinayetleri, Kurd sorununa olan bu ilgiyi olumsuz yönde etkiledi. Sorunu, bir halkın var olma sorunu düzeyinden, PKK’nin sistemli, provakatif saldırıları düzeyine indirgedi. Kurd sorununa destek vermek isteyen kesimlerin kafalarında soru işaretleri bırakarak, Kurd, Kurdistan sorununa duyulan sempatîyi teryüz etti.

Özetlersem:
Ş. Gülmüş, büyük bir emek harciyarak, duyarlı davranarak, bir sorumluluğu yerine getirerek, anılarını yazması önemlidir.

Ayni şekilde, Kurd ve Kurdistan sorununun örgütsel boyutu ve dinamikleri açısından, araştırma yapacak unsurlar için; Ş. Gülmüş’ün aktardığı dönem, olaylar, tanıklık ettiği çarpıcı gerçeklerle ilgili, kaynak araştırmasında anıları ciddiye alınması gereken bir eserdir.

Şüphesiz, Ş. Gülmüş’ün anılarında PKK örgütlenme sisteminin alan uygulamalarında, uyguladığı metodlar konusundaki belli aktarımlarında eksik de olsa, önemli ipucları var.
Benim kanaatime göre PKK sorunu; „A. Öcalan ve şahsına bağlı bir aksaklık, ajan, ya da psikolojik problemleri olan bir önderlik“le açıklanamaz.

PKK’nin ortaya çıkışı ve örgütlenmesi ve bu örgüt eliyle Kurdistan Ulusal Kurtuluş Mücadele dinamiklerini imha misyonu, Kurd ve Kurdistan’a yönelik ciddi bir sistem ve program sorunu ve sonucudur. Kurdistan’a dayatılmiş, A. Öcalan’nın kapasitesini de aşan bir örgüttür. Bunun bir çok boyutu var. Bu boyutların içinde A. Öcalan küçük bir detaydır. Sistem ile Örgüt arasında bir bağlantıdır, ama sitemden haberi olan bir bağlantıdır. Bu örgütün A. Öcalan’a maledilmiş veya onunla anılmiş olması, bu örgütün mimarisinin o olduğu sonucu çıkmaz.

Dağ kadrosuna katılan savaşçılara uygulanan yöntem ile, Mahsum Korkmaz Askeri Akademi’de uygulanan metodlar ve alanlarda örgütlenmeye ilişkin uygulanan metodlar bezerlik arzediyor. A. Öcalan, bir örgütleme ve kadro koordinasyonunda bu kadar eli uzun ve başarılı olamaz. Bu ancak bir sistemin her alandaki taşıyıcıları ile mümkündür. Bu kanı, bizi sistemin sorgulamasına götürüyor. Yani bu bir kişi ile değil, onlarca kişi ile uygulanacak bir sistem olsa gerek. Başka türlüsü, olanaksız gibi geliyor bana.

Yine, PKK’den yüzlerce kadro ayrilmiş. Ama ikinci bir PKK yaratılamamiş. Bu da, bu sistemin ikinci bir PKK’nin ortaya çıkmasına izin veryeyen bir yapılanmaya sahip olduğunu gösteriyor. PKK, kabul ve tasavur edilemeyecek kötü bir tarihe sahip olmasına rağmen, Yanlış ve kötülükleri üzerine gelişmiş olmasına rağmen, bölünmemesinin başka bir izahı var mı?
18.01.2019

Geef een reactie

Je e-mailadres wordt niet gepubliceerd. Vereiste velden zijn gemarkeerd met *