Mehmed Selim UZUN
Bir kaç yıl süren çatışmasızlık ortamından sonra Kürdistan’da yeniden silahların konuştuğu bir süreci yaşıyoruz. Şiddet sarmalı derinleşerek ve genişleyerek büyüyor. 1990’lı yılları çağrıştıran gelişmeler yaşanıyor. Çatışmaların kırsal alandan kentlere taşınması/taşınmak istenmesi savaşın ve yaşanan yeni sürecin en tehlikeli boyutlarından biridir. Böyle devam ederse savaşın Kürt toplumu üzerindeki yıkıcı sonuçları geçmiş dönemlerde olduğundan çok daha ağır olacaktır.
Bilindiği gibi 1984’ten bu yana zaman zaman yaşanan geçici çatışmasızlık ortamlarına rağmen Kuzey Kürdistan’da değişik düzey ve yoğunlukta bir savaş yaşandı. Doğru ve yanlışlarıyla gerilla savaşı olabilecek en yüksek noktasına kadar yükseldi. Kürt halkı çok büyük fedakarlıklara katlandı ve ağır bedeller ödedi.
Otuz yılı aşkın süredir yaşanan savaşın sonuçları, kazandırdıkları ve kaybettirdikleri nelerdir? Neden adına ”çözüm süreci” denilen süreç sonlandırıldı? Yeniden tırmandırılan bu savaşın nedenleri ve taraflar açısından amacı nedir? Bu yeni savaştan kim ne elde etmek istiyor?
Öncelikle bunun irdelenmesi ve yeni sürecin bu perspektiften değerlendirilmesi gerekiyor.
AKP iktidarı ve onun her alanda ”teklik” arayan ve neredeyse kendisini Allah’ın yeryüzündeki gölgesi gibi gören diktatörünün elbette hesapları var. 7 Haziran seçimlerinin sonuçlarını hazmedemeyen AKP iktidarı ve onun lideri (yeni Osmanlı Sultanı) savaş için düğmeye bastı. Elbette Türk devleti içinde daha başka bazı odakların da bu savaşın başlatılmasında planları, hesapları ve çıkarları vardır. Suruç katliamı ve Ceylanpınar’da iki polisin öldürülmesi kanlı AKP iktidarı ve onun diktatörünün savaşa gerekçe ve zemin hazırlamak için devletin derin güçlerinin eliyle gerçekleştirdiği eylemlerdir. Yine aynı iktidar diğer yandan DAİŞ denilen vahşet örgütünü destekleyerek Güney ve Güneybatı Kürdistan’da mazlum Kürt halkının haklı mücadelesini bastırmaya çalışıyor.
Kuşkusuz savaşın yeniden başlatılmasında başta İran olmak üzere bölge devletlerinin ve bazı uluslararası güçlerin rolü de görmezlikten gelinemez. ABD ve Avrupa Birliği ülkeleriyle sürdürdüğü diplomaside önemli bir başarı kazanan ve genel olarak bölgede etkinliğini artıran İran, aynı zamanda Kürt hareketi üzerinde daha fazla etkili olma istediğini gizleme gereğini bile duymuyor. İran İçişleri Bakanı’nın Kandil ziyareti bu anlamda üzerinde önemle durulması gereken bir mesaj ve gelişmedir.
Açıktır ki devlet savaşla ”Kürt sorunu” dediği bu sorunu çözemez. TC devletinin yüzyıllık şiddete dayanan katliamcı bastırma siyasetinin ve bütün gücünü kullanarak sürdürdüğü son otuz yıllık yıkım savaşının sonuçları ortadadır. Savaş siyasetiyle sorun giderek uluslararası boyutlar kazanarak Türk devleti için daha da içinden çıkılamaz bir hal aldı ve alıyor. PKK de bugüne kadar sürdürdüğü siyasetiyle ve tasvip edilmeyen eylem biçimleriyle bir sonuca ulaşamaz. Otuz yıldır sürdürülen silahlı mücadele siyasal çözümün yolunu açmamıştır, savaş kendi içinde bir kısır döngüye dönüşmüştür, tıkanmaya yol açmıştır. Yoksa devlet ile PKK arasında ”çözüm süreci” denilen danışıklı dövüşün başka bir izahı olamazdı ve olamaz.
Savaş, amaç değil araçtır, mecbur olunmadıkça asla başvurulacak bir yol değildir. Devlet ve onun derin kanalları zamansız, hedefsiz ve hazırlıksız bir savaşa zorlayabilir. Amacı açık ve hedefi belli olmayan, zamanı ve koşulları düşman tarafından belirlenen bir savaş kazandırmaz, kaybettirir.
Açıktır ki PKK, amaç ve araçların karıştırıldığı ve hatta yer değiştirdiği bir savaş yürütüyor. Bilindiği gibi PKK hareketi Türkiye’de ”demokratik toplum” ve Kürdistan’da ”demokratik özerklik” isteyen bir noktaya gelmiştir. Demokratik özerklikten ne kastedildiği de belli değildir. Mevcut siyasal talepleriyle PKK 1960’lı yıllarda Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’nin (TKDP) programında dile getirdiği taleplerin çok gerisindedir. Ayrıca PKK, sadece Kuzey Kürdistan’da değil, dört parçada Kürdistan’ın bağımsızlığına ve Kürt ulusunun devletleşmesine karşı olduğunu açıkça ifade ediyor. Bağımsızlığa ve devletleşmeye karşı olduğunu ifade etmekle kalmıyor, gerekirse buna karşı savaşacağını da söylüyor.
Kürt halkının öncelikli talebi, Türkiye’nin demokratikleşmesi değildir. Kürt halkı sömürgecilikten kurtulmak istiyor, bütün dünya halkları gibi toprakları üzerinde onurlu bir şekilde özgür ve bağımsız yaşamak istiyor, kendi kaderini serbestçe tayin etmek istiyor. Açıktır ki Kürt halkı, ”Türkiye’nin demokratikleşmesi”, ”Türkiyelileşme projesi” ve ”demokratik özerklik” adına kanını akıtmak istemiyor, her biri taze bir fidan olan kızlarını ve oğullarını kaybetmek istemiyor, ülkesinin tekrardan bir viraneye çevrilmesini istemiyor, geri getirilmesi mümkün olmayan maddi ve manevi değerlerini kaybetmek istemiyor.
Kürt ulusunun ve ülkesinin kurtuluşu davasında, uluslararası savaş hukukunu ve evrensel insani değerleri gözeten silahlı mücadele dahil, her türlü mücadele biçiminin meşru ve zorunlu olduğuna inanıyorum. Ancak, asıl olan ve sorgulanması gereken şiddetin, silahın ve silahlı güçlerin kime karşı, ne amaçla, nerede, ne zaman ve nasıl kullanılacağı sorunudur. Bu noktada PKK’nin savaş anlayışının sorgulanması ve yerli yersiz başvurduğu şiddet yöntemlerinin eleştirilmesi gerekiyor. En önemlisi de PKK’nin Kürdistan genelinde, kendisi dışında başka hiçbir ulusal gücün varlığını kabul etmeyen inkarcı siyasetini ve ulusal birlik konusundaki politikasını terk etmesi gerekiyor.
Amaç ile aracın uyumlu olması gerekir. Amaç, Türkiyelileşme, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve demokratik özerklik ise, aracın da buna uygun olması gerekmez mi? Böyle bir amaç için doğru ve haklı mücadele biçimi ve aracı demokratik mücadele yolu ve yöntemleridir. HDP bunun için kurulan bir partidir, bu projeyi hayata geçirmek için siyaset sahnesine çıkarıldı. Ve 7 Haziran seçimlerinde umulanın üstünde bir başarı da gösterdi. Böyle bir talebe rağmen, Türkiyelileşme projesine rağmen, böyle bir yol ve yönteme rağmen, böyle bir başarıya rağmen, silahlı mücadele yolunu seçmek doğru bir seçim değildir.
Her savaşın mutlaka bir sonucunun ve getirisinin olması gerekir, zira sırf savaş için savaş olmaz, hiçbir halk bunu kabul etmez.
Silahların sustuğu ve görece bir barış ortamının egemen olduğu son birkaç yıllık sürede, Kürt toplumunda bir toparlanma ve kendine gelme süreci yaşandı, önemli ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel gelişmeler sağlandı. Kürt toplumunun yaralarını sarması ve kendine gelmesi için bu sürecin devam etmesi gerekiyor. Kürt toplumunda PKK dışında diğer farklı siyasi görüşlerin zemin bulabilmesi, sivil ve demokratik örgütlenmelerin hayat kazanması ve çok sesli demokratik bir Kürt siyasetinin gelişme ortamına kavuşabilmesi de bir bakıma buna bağlıdır.
Sorumlu ve soğukkanlı davranan siyasetçileri, aydınları ve sivil toplum kuruluşlarıyla Kürt halkı böyle bir savaştan yana değildir. Türkiye’de savaşa karşı olanlar ve sorunun demokratik siyasal yollardan çözümümden yana olanlar ve hatta büyük çoğunluğuyla Türkiye toplumu da bu savaşa karşıdır.
Böyle bir savaşın kazanan tarafı yoktur ve olamaz. Zira yenen ve yenileni olmayan bir savaştır bu.
Devletin, Kürdistan’da inkar, imha ve yıkım siyasetine dayanan sindirme ve yok etme savaşına derhal son vermesi ve demokratik çözüm kanallarını açması, PKK’nin de, Kürt halkının sesini duyması ve çatışmasızlık ortamına dönmesi gerekiyor.