Ismail Beşikçi
18 Nisan 2019 günü, Erbil Politeknik Üniversitesi’nde Teknoloji, Bilim, Eğitim Konulu bir konferans vardı. Konferansı, Muhammed Zengene Kürdçe’ye çevirdi. Konferans şöyle gelişti:
Teknoloji Batı’da gelişti. Teknolojinin gelişiminin temelindeyse, bilim yönteminin gelişmesi vardı.
Tarihte, özgür düşünce üzerinde denetim kurmuş iki kutsal alan var. Din ve Devlet. Din, devleti, otoriteyi güçlendirdiği gibi, devletin bütün faaliyetlerine meşruiyet vermektedir. Devlet de dinin korunması, geliştirilmesi için çaba harcamaktadır. Bu konuda din ve devlet arasında yoğun bir işbirliği vardır.
Özgür düşünce, bilim, bu kutsal alanların eleştirisiyle gelişmiştir.
Doğu’da ve Batı’da eğitim sisteminde çok önemli farklar vardır. Bu nitelik farkıdır. Doğu’da medreselerde inanç üzerinde bir eğitim gelişmiştir. Kur’an, Sünnet, Kıyas, Hadis, Fıkıh, Kelam, İcma… hep inanç üzerine kurulmuştur. Başta Kur’an, bunlar hep inanca dayalı düşün kategorileridir. Kur’an söylediklerine inanırsınız, buna göre tavır de davranışta bulunursunuz. Kur’an’ı eleştirmek mümkün değildir. Önemli olan ona inanmaktır. Sünnet, Kıyas, Fıkıh, Kelam, İcma’nın kaynağı da Kuran’dır. Doğu’da medreselerde bu esaslar üzerinde bir eğitim gelişmiştir. Doğa da bu inanç temelinde anlaşılmaya, kavranmaya çalışılmaktadır. Burada, dine ve devlete eleştiri getirilmediği, itaat duygusunun geliştirildiği besbellidir. ‘Allah herşeyi bilir’, sözü bilgisizlik için bir gerekçe olarak kullanılmıştır. Bu anlayış çerçevesinde, araştırma inceleme yapılmasına gerek duyulmamaktadır, merak insanları sarıp sarmalamaktadır, eleştirel düşünce, entelektüel çaba gelişememektedir.
Batı’daysa, Kilisenin çok ağır baskılarına rağmen doğayı, anlama, kavrama konusunda büyük bir merak vardır. Bu merak manastırlarda, bazı rahipler arasında gelişebilmektedir. Doğu’da örneğin, domuz eti yemenin günah olduğu, benzeri hayvanların etinin yenip yenmeyeceğinin, bu eti yemenin günah olup olmadığı tartışılırken, Batı’da manastırlarda, bazı rahipler tarafından, domuzun, benzeri hayvanların yaşam koşulları incelenmektedir. Nerde yaşar, nasıl yaşar, hangi iklimlerde, hangi alanlarda yaşar, kaç yıl yaşar, nasıl ürer, yavrularıyla nasıl ilgilenir, onları nasıl yetiştirir vs.
Batı’da Hrıstiyanlık, öte dünya ile ilgili bir din olarak gelişmiştir. Bu süreç Rönesans, Reform, Aydınlanma dönemlerinde açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. İslam ise, öte dünya yanında, bu dünyayı da düzenleme gayreti içindedir. Siyasal İslam bu çerçevede gelişmektedir.
Anatomi Çalışmalarının Yasaklanması
Batı’da, düşünceyi özgürleştirebilmek için, Kilisenin çok ağır baskılarına karşı çok sancılı bir mücadele yürütülmüştür. Prof. Dr. Cemal Taluğ, Eleştirel Düşüncenin Önündeki Turnikeleri Kaldırmak başlıklı yazısında (Mülkiye Dergisi, 37/2 Temmuz 2013, s.125-146) bu durumu anlatmaktadır.
Cemal Taluğ, İtalya’da, Padua’da, bir manastırın Padua Üniversitesi’ne devredilen ve müze olarak kullanılan bir sınıfından söz etmektedir.
Bu sınıf boş bir oda olarak görünüyor. Sınıfta, öğrencilerin oturduğu sıralar veya minderler vs. yok. Hoca için kürsü, sandalye vs. yok. Sadece, sınıfın ortasında büyükçe bir masa var. Çok dikkat edildiğinde masanın bir tarafında bir düğmenin olduğu farkediliyor. Masaya ayrıntılı bir şekilde dikkat etmeyen kişiler bu düğmeyi farkedemiyor.
Bu durum şu şekilde açıklanıyor. Düğmeye basıldığı zaman masadan bir çekmece çıkıyor. Çekmecenin içinden de öğrencilerin anatomi dersinde kullandığı bir kadavra var. Bu dersin, Kilise yönetiminden, manastır yönetiminden gizli bir şekilde yapılması gerekiyor.
O zamanki Hristiyanlık, anlayışına, Kilisenin direktiflerine göre, insan vücudu üzerinde çalışmak, insan vücudunu kesip biçmek vs. din anlayışına aykırı. Bunu yapanlar, Kiliseye karşı geldi diye yakılıyor. Örneğin, İspanyol rahip Servetüs, insanda ve hayvanda kan dolaşımını incelediği için, 1553 yılında, Calvin’in kararıyla İsviçre’de, Cenevre’de diri diri yakılıyor. Servetüs’ün kan dolaşımıyla ilgili kitabı çok daha sonra yayımlanıyor.
Düşünceye baskı, Calvin’n, Servetüs’ü hücresinde ziyaretinde bütün açıklığı ile görülür. Servetüs, ellerinden ve ayaklarından zincirlerle duvara asılmıştır. Günlerdir aç ve susuz bırakılmıştır. Hücre karanlık ve soğuktur. Servetüs çıplak tutulmaktadır. Calvin, düşüncelerinden dönerse, Kiliseden af dilerse, özür dilerse serbest bırakılacağını söyler. Servetüs, hiçbir şey söylemez. Aşağılayıcı gözlerle Calvin’in gözlerinin içine bakar. Bu bakışla, Calvin’e kendisinin güçlü, Calvin’ in güçsüz olduğunu anlatmaya çalışır. Calvin bu bakışa dayanamaz, hücreden hemen uzaklaşır. Yanındakilere İnfaz’ın hemen gerçekleştirilmesini emreder.
Bu bakımdan manastırda bu tür incelemeler yapılması yasak. Zaten bütün rahipler bu tür çalışmalarla ilgilenmiyor. Diyelim, 400-500 rahip içinde birbirleriyle anlaşan, aynı merakı taşıyan 3-5 rahip bu incelemeleri yapıyor. Bunun için de bu incelemelerin, çalışmaların çok gizli bir şekilde yürütülmesi gerekiyor. Örneğin, gece vakti, herkes yattıktan sonra…
Gizlice bu çalışmaları yaparken, sınıfın kapısına bir nöbetçi koyuyorlar. Dersanede bu çalışmaların yapıldığı sırada, Kilise veya manastır yönetiminden herhangi bir kimse dersaneye doğru yaklaşırsa, nöbetçi içeridekilere haber veriyor. Rahipler, kadavrayı masanın çekmecesine koyup, çekmeceyi kapatıp kaçışıyorlar. Kolay kaçabilmeleri için dersin masa başında ayakta yapılması gerekiyor. Herkesin nereye kaçacağı önceden belli olduğu için bu konuda bir panik yaşanmıyor.
Dersin, Kilise ve manastır yönetiminden gizli bir şekilde yapılası gerekli olduğu gibi, öbür rahiplerden de gizli bir şekilde sürdürülmesi gerekiyor. Çünkü onlardan biri, kendilerini, Kilise veya manastır yönetimine ihbar edebilir.
Bu dönemde, eğitimin, Doğu’da medreselerde, Batı’da manastırlarda yapıldığı görülüyor. Medreselerin ve manastırların dışında ciddi eğitim kurumları henüz yok… Umberto Ece, Gülün Adı adlı romanında, manastırlardaki eğitimi, dersaneleri, Kütüphaneler vs. etraflı bir şekilde anlatmaktadır.
Burada, Kilisenin ikiyüzlü tutumunu da dile getirmek gerekir. Kilise, bir taftan insan vücudu kutsaldır, insan vücudunu kesip biçmek dine aykırıdır, diyerek bunu yasaklıyor. Diğer taraftan da bu konuda, gizli gizli araştırma inceleme yapanları yakıyor. Diri diri yakılan insanları seyrediyor, halkı toplayıp seyrettiriyor.
Galileo Galilei
Doğayı anlam, kavrama eğitiminin manasırlarda çok sancılı bir şekilde geliştiği açıktır. Bu çerçevede Galile’nin 1633 yılında gerçekleşen, Engizisyon Mahkemesi’ndeki yargılanması üzerinde biraz ayrıntılı bir şekilde durmak gereklidir, kanısındayım.
Engizisyon Mahkemesi 1633 yılında gökyüzü ile ilgili görüşlerinden dolayı, ‘Dünya güneşin etrafında dönüyor’ dediği için Galile hakkında dava açmıştır. Galile ve öğrencisi bu dava için hazırlanmaktadır. Galile’nin öğrencisi de fizikçidir. Galile’ye çok bağlı olan ona hizmet etmek isteyen bir gençtir. Bu genç fizikçi, Galile’nin çok uzun yaşamasını, daha birçok araştırmalar yapmasını arzu etmektedir. Ama öğrencinin Galile’den bir beklentisi de vardır. Genç öğrenci, Galile’nin düşüncelerinin Engizisyon mahkemesi önünde de tekrar etmesinin arzu etmektedir.
Öğrencinin bu isteği aslında çok trajiktir. Çünkü, Galile bu düşünceleri Engizisyon Mahkemesi önünde tekrarlarsa, Giardano Bruno (1548-1600) gibi yakılacaktır. Giardano Bruno bu tür görüşlerinden dolayı 1600 yılında diri diri yakılmıştı. Ama, yaşarsa, görüşlerinden vazgeçmiş olacak. Genç öğrenci, kuşkusuz bu ölümü hiç düşünmüyor. Galile’nin çalışmalarını sürdürmesini istiyor. Galile’ye hizmet etmek istiyor. Ama böyle bir beklentisi de var. Aslında bu beklenti Galile ile öğrenci arasında konuşulmuş, tartışılmış değil. Ama öğrencinin böyle bir beklentisi var. Galile’nin düşüncelerinin Engizisyon yargıçları önünde aynen tekrarlamasını bekliyor…
Galile,
duruşmada, geri adım attı. Kilise’nin görüşlerinin haklı olduğunu, kendi
görüşlerinin yanlış olduğunu söyledi. Engizisyon Mahkemesi’ndeki kardinal
yargıçları ikna etmek için, bunu bir-iki cümleyle değil, 3-4 sayfayla izah
etti. Genç öğrenci, Galile’nin bu tutumundan çok büyük bir hayal kırıklığına
uğradı. Galile ölümüne kadar (1642) ev hapsinde tutuldu.
Duruşmadan sonra, öğrenci Galile’yle eve giderken, Galile’ye hitaben şöyle
dedi: ‘Yazık o ülkeye ki, kahramanları yoktur.’ Buna karşılık
Galile de şöyle söyledi: ‘Yazık o ülkeye ki karamanlara ihtiyaç duyar’
Galile’nin bu sözü kanımca çok önemlidir. Galile şöyle demektedir. Dünyanın güneş etrafında döndüğü çok açık bir gerçekliktir. Bunu anlamak için nesnel olgulara bağlı kalmak, otorite sayılan insanların düşüncelerinin yanlış olabileceğini kabul etmek gerekiyor. Bu düşünceyi ifade etmek için kahraman olmaya, kahramanlık yapmaya gerek yoktur. Olgulara bağlı kalmak, otorite sayılan insanların düşüncelerine eleştirel yaklaşmak yeter… O düşüncelerin doğruluğundan kuşku duymak yeter.
Johannes Kepler
16. ve 17. yüzyıllarda, bu tür doğa araştırmaları yapanlar çok büyük sıkıntılarla karşı karşıya kaldılar. Kilise’nin yoğun baskısından dolayı, Rene Descartes (1596-1650) Fransa’dan Kuzey ülkelerine kaçtı… Nicolaus Copernicus, (1473-1543), Johannes Kepler, (1571-1630) Kilisenin baskılarına direnerek bilimde çok büyük çığır açtılar. Kepler, Gökyüzünde, yıldızların hareketi ile ilgili kitabı dolaysıyla, kendisini, kitabını, kardinallere ithaf ederek kurtarabilmiştir.
Manastırda yetişmiş bir rahip olan Kepler’in üzerinde durmak çok önemlidir. Kepler, kaynağını antik otoritelerden alan görüş ve düşüncelerden kuşku duymak, bunların yanlış olabileceğini görmek ve bunları kamuya duyurabilmek için dürüst ve cesur olmak gerekir, diyordu.
Kepler, ayrıca, beğenilerimize uygun birtakım düşünceler ve teorilere değil, nesnel ve olgusal verilere bağlı kalmak gerektiğini, teorileri, olgulara uyacak şekilde değiştirmek gerektiğini vurguluyordu.
Birinci ilke onun eleştirel yargılama gücünü, ikincisi ise, nesnel olgulara bağlılığını göstermektedir. İkisi birlikte üstün bir bilim kafasının özelliklerini ortaya koymaktadır. ( bk. Cemal Yıldırım, Bilim Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1983, s.101-102) Teknolojinin gelişmesinde, bilimdeki bu birikimin çok büyük bir rolü vardır.
Dikkat edilirse, görülecektir, burada Bilim Yöntemi’yle ilgili çok önemli bir ilkeden söz edilmektedir. Kaynağını antik otoritelerden alan görüş ve düşüncelerden kuşku duymak, bunların yanlış olabileceğini görmek ve bunları kamuya duyurabilmek için dürüst ve cesur olmak gerekir. Burada, dürüst olmak, cesur olmak daha çok ahlakın kavramlarıdır. Ama bunlar Bilim Yöntemi’nin de çok önemli iki ilkesidir. Kamuoyuna açıklanmayan düşünceler bilimsel sayılamaz.
***
Yukarıda, genç öğrencinin ve Galile’nin sözlerinden söz etmiştik. Her iki söz de bilim tarihi bakımından çok önemlidir. Burada, Galile’nin ‘Yazık o ülkeye ki Kahramanlara ihtiyaç duyar’sözünü irdelemek gereği duyuyorum.
1950’ler öncesinde, 1950’lerde, 60’larda, 70’lerde vs. ABD’de ve Güney Afrika’da yoğun yaygın bir ırkçılık vardı.
Güney Afrika’da, beyazlar, yerlilere şöyle diyordu: Sizin renginiz kara. Siz beyazların içine karışmayın. Sizin sokaklarınız, mahalleleriniz, okullarınız, hastaneleriniz, sinemalarınız, otelleriniz vs ayrı olsun. Bunun için Bantustan denen, dikenli tellerle çevrili çok geniş alanlar kuruluyordu. Yerliler bu alanlarda yaşıyorlardı. Yerliler bu alanlarda kendilerinin yaşıyorlardı.
1910’larda Güney Afrika’da halk üç tabakaya ayrılmıştı. En altta yerliler bulunuyordu. Ortada Hintliler ve Uzakdoğu Asyalılar, en üstte beyazlar… Trenlerde her tabaka halk için ayrı vagonlar vardı. Mahatma Gandi, o yıllarda, Güney Afrika’da avukatlık yaparken, bir gün, trende, beyazların oturduğu vagona girmiş oturmuş. Bilet kontrolü sırasında, kontroler, oturduğu yerden kalkmasını, o yerin beyazlara ait olduğunu, kendisinin Asyalıların bindiği vagona gitmesi söylenmiş. Gandi, benim beyazlardan hiçbir farkım yok, diyerek yerinden kalkmamış. Bunun üzerine kontroler öbür tren yöneticileri oraya davet etmiş. Hep birlikte Gandi’nin oturduğu yerden kalkmasını Asyalılara mahsus vagona gitmesini söylemişler. Gandi yine kalkmamış. Gandi’yi, karga-tulumba ederek en yakın istasyonda, trenden atmışlar… Hindistan bağımsızxlık mücadelesini bu olaydan sonra Mahatma Gandi’nin zihninde şekillenmeye başladığı söylenir…
Bu dönemde, ABD’de de ırkçı bir anlayış vardı. 1950’lerde, 1960’larda bu anlayış çok gelişti. Siyahiler, beyazların bindiği arabalara, trenlere vs. binemezlerdi. Siyahiler, beyazların oturduğu kafelere, lokantalara vs. giremezlerdi…1965’de Malcolm X (1925-1965), 1968’de Martin Luther King (1929-1968) Siyahiler için reform istediklerinden, bu konularda yoğun bir mücadele yürütmelerinden dolayı suikastle öldürüldüler.
***
1980’lerin sonlarına doğru, Güney Afrika’da çok önemli bir değişiklik oldu. 1990’ları başında 27 yıl cezaevinde tutulan Nelson Mandela (1918-2013) cezaevinden çıktı. 1994 de Seçimlere katıldı ve Güney Afrika Cumhurbaşkanı seçildi. O zaman, Beyaz Yönetimin Cumhurbaşkanı De Clerk’di. De Clerk, Nelson Mandela’yı 27 yıl cezaevinde tutan yönetimin cumhurbaşkanıydı. Ama, 1994 seçimleri sonunda , De Clerk, Nelson Mandela’nın yardımcısı olarak görevini sürdürdü. Bu, Güney Afrika’da resmi ideolojinin çok da sert olmadığını, esnek olduğunu da, değişebildiğini de göstermektedir.
2008 Başkanlık seçiminde, ABD’de de büyük bir demokratik değişimin yaşandığı görüldü. Siyahilerden Barack Obama Başkanlığa seçildi. 2008-2016 yıllara arasında ABD başkanı Barack Obama’ydı.
Barack Obama bir kahraman değildi. Herhangi bir ABD’liydi. Beyazlar, Başkanlık seçimlerine nasıl aday oluyorlarsa o da aynı şekilde aday oldu. Beyaz adaylar, seçimlerde nasıl propaganda yapıyorlarsa, seçim masraflarını nasıl karşılıyorlarsa o da aynı şekilde hareket etti. Sonunda Başkanlığa seçildi. Bu Amerikan toplumunda 1960’lardan 2008’e kadar demokratik bir değişim yaşandığını göstermektedir. 1960’larda, Siyahiler için eşit haklar istemelerinden dolayı Malcom X’i ve Martin Luther King’i katleden ABD’liler, 2008 de bir Siyahi’yi Başkan seçtiler… O Siyahi Barack Obama, kahraman falan değildi. Doğal gelişimin bu yönde olması, kahramanlara gerek duyulmadan bu tür süreçlerin yaşanması çok daha güzel…
Galile, ‘Yazık o ülkeye ki, kahramanlara ihtiyaç duyar’ diyordu. ABD’deki bu değişim, kahramanlık çabalarına ihtiyaç duyulmadan gerçekleşmiş oldu… Bugün ABD’de Siyahilere devlet bürokrasisinin hemen hemen her katında rastlanmaktadır. Kongre’de ve Senato’da, bakanlar ve valiler arasında, ordu komutanları arsında, Siyahilere sık sık rastlanmaktadır. Örneğin, havaalanlarında, bilet alımında da, pasaport kontrollerinde de, otellerde, kafelerde vs. her yerde görevli Siyahilere rastlanmaktadır.
Irkçılık Derken…
‘Senin rengin kara. Sen beyazların arasına katılma, Senin oturduğun mahalleler gittiğin okullar, bindiği arabalar, gittiğin hastaneler, girdiğin kafeler, lokantalar vs. vs. ayrı olsun.’ bu ırkçılıktır.
Bunun çeşitli biçimleri bugün Avrupa’da, zaman zaman bazı alanlarda da yaşanıyor.
Ama şu da ırkçılıktır. ‘Sen benimle birlikte yaşayacaksın. Benim gibi yaşayacaksın. Ama benim dilimle kültürümle yaşayacaksın. Kendi dilini kültürünü unutacaksın. Benim dilime, kültürüme asimile olacaksın. Aksi halde, ezileceksin, yok edileceksin…’
Bunların hangisi daha barbardır? ‘Senin rengin kara, sen beyazların içine karışma’ ırkçılığı mı? ‘Sen benimle birlikte yaşayacaksın, ama benim dilimle, kültürümle yaşayacaksın, kendi öz dilini kültürünü inkar edeceksin bana asimile olacaksın, aksi halde…’ ırkçılığı mı?
***
ABD’de, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü, Massachusetts Eyaleti’nin Boston şehrinde, Kembriç Bölgesi’ndedir. Massachusetts Teknoloji Enstitüsü, Teknolojinin bilimle kucaklaştığı bir alandır. Dilerim, Erbil Politeknik Üniversitesi, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü gibi, kısa zamanda kurumlaşır. Teknolojinin ve bilimin kucaklaştığı bir bilim ve teknoloji merkezi haline gelir…
***
Konferanstan sonra, Rektör Prof. Dr. Kawa Şêrwanî, İsmail Beşikci’ye, Erbil Politeknik Üniversitesi’nin bir plaketinin sundu.