Kuzey Kürdistan’da bir gün barışın, bir gün savaşın kapımıza dayandığı belirsizliklerle dolu travmatik bir süreç yaşıyoruz. Bu belirsizliği derinleştiren birçok faktör var fakat en önemlisi artık ne için barışıldığının ve tekrar ne için savaşıldığının bilinemez bir hal almasıdır.
Tarafların, barıştan savaşa, savaştan barışa geçişte bu kadar rahat hareket etmelerinin temel sebebi, aslında sürecin her aşamasında bilgilendirilmesi gereken en geniş toplum kesimlerinin istem ve iradelerinin hiçe sayılmasıdır. Kürdistan ve Türkiye halklarının %80’i aşkın katılımıyla gerçekleşen 7 Haziran seçimlerini, aslında çatışmasızlığa, Kürt sorununun siyasal ve demokratik yol ve araçlarla çözülmesine desteğin bir ifadesi olarak yorumlamak mümkündür. Halklarımızın savaşsız çözümlere destek sunan bu irade beyanları ortada iken, çatışmaları tekrar alevlendirmek, halk adına halka rağmen ‘’barışa da savaşa da ben karar veririm’’ demektir.
Çok iyi bilindiği gibi, iki yılı aşkın bir süredir, ‘’çözüm süreci’’ adı altında PKK ve Türkiye devleti arasında sürdürülen görüşmelerin içerik ve kapsamından ne Türkiye ne de Kürdistan halkları haberdardı. Taraflar karşılıklı olarak birbirlerini “ateşkesi bozmak” la itham etmektedirler. Fakat neden bunu yaptıkları konusunda herkesi ikna edecek bir açıklamaları yok. Benzer sorunların yaşandığı İngiltere-İrlanda, İspanya-Bask vb. örneklerde görüldüğü gibi, başlangıçta ‘’kapalı kapılar ardında’’ bazı ilişkilerin geliştirilmesi ‘’normal’’ karşılanabilir. Ama, artık görüşmelerin resmileştiği ve dünya tarafından da bilindiği bir atmosferde, hala şeffaflık yerine, toplumun bilgisinden uzak görüşmeler yürütmek, ‘’niyet’’ler konusunda bir çok soru işaretine yol açmaktadır.
Nitekim, bu görüşmelerin Kürt ve Kürdistan sorununun çözümünü hedefleyen görüşmeler olmadığı yönündeki kanaatimiz, ortaya çıkan bu yeni çatışma ortamı ve tarafların sergiledikleri tutumlar itibariyle daha bir pekişmiştir.
Çatışmaların karşılıklı olarak alevlenmesi, aslında tarafların bilinçaltında sorunları görüşmeler yoluyla çözme konusunda henüz yeterli bir olgunluğa ulaşmadıklarının göstergesidir. Her iki taraf savaşarak bir yere varamayacağını anlamış durumda, fakat savaşmadan nereye varacağı konusunda belli bir fikre ulaşmış da değil. Türkiye Devleti’nin her an savaş kartını kullanarak, ‘’fabrika ayarlarına’’ dönebileceği geleneksel gizli bir ajandasının olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Bugün özellikle Sayın Erdoğan’ın üslubu, Kürtlerle her türlü insani bağı koparan, imha ve hakaret üslubudur. Devlet bir kez daha Kürtleri istediği şartlarda bir anlaşmaya zorlayabileceğini düşünmekte ve buna göre bir savaş stratejisi uygulamaya çalışmaktadır.
Bu yaklaşım, Türkiye Devleti yöneticilerinin kendi devlet tecrübelerinden de hiçbir ders çıkartmadıklarının da göstergesidir. Sayın Erdoğan ve kimi yöneticilerin söylemlerinin altındaki isimleri sildiğinizde, bu söylemlerin Atatürk’e mi, İnönü’ye mi, Menderes’e mi, Gürsel’e mi, Demirel’e mi, Ecevit’e mi, Evren’e mi, Çiller’e mi ait olduğunu anlayamazsınız. Çünkü hepsi de benzer söylemlerle halklarımızın 90 yılını harap etmişlerdir.
Türkiye Devleti bombardımanların, katliamların, infazların, ormanları ateşe vermenin, işkence ve tutuklamaların, partileri kapatmanın, hapis cezalarının Kürdistan özgürlük mücadelesini engelleyemediğini kendi tarihine bakarak çok net bir şekilde görebilir. Ama ne yazık ki, bütün bu tecrübelere rağmen, aynı film farklı aktörlerle tekrar sahneye konulmaya çalışılıyor.
Türkiye Devleti , ‘’tekçi’’ zihniyete dayalı paradigmasının iflas ettiğini kabul edip, eşitlik ve özgürlük temelinde yeni bir siyaseti benimsemediği sürece, ne ‘’çözüm süreci’’ masallarına kimseyi inandırabilir, ne de Kürdistan özgürlük mücadelesinin meşru bir zeminde yükselişine mani olabilir.
PKK Kuzey Kürdistan’da elde ettiği güce dayanarak neredeyse ‘’tek’’ parti haline gelmiştir. Hem bu gerçeklikten aldığı destekten, hem de siyasal ve düşünsel yapısından dolayı, PKK ‘’tekçi’’liği tüm topluma dayatan bir yaklaşım içindedir.
PKK bugün, Kürdistan sorununun çözümünden ve halkımızın temel çıkarlarını teminden çok, kimilerince ‘’taktik’’, kimilerince de ‘’günümüzün reel siyaseti’’ olarak ifade edilen ve içinde ‘’Kürdistan’’ın olmadığı ‘’ortak vatan, demokratik cumhuriyet’’ siyasetini savunmaktadır. Ve aynı zamanda da, bu ‘’demokratik cumhuriyet’’ hedefiyle, ‘’topyekun direniş’’ adı altında savaşı tekrar kızıştıran bir yaklaşım göstermektedir.
Bir yandan saldırılarını yoğunlaştıran PKK, bir yandan da STK ve siyasal partilerin ‘’barış’’ için harekete geçmelerini istemektedir. Oysa ki, ilgili barışçı kesimlerin etkili bir ‘’barış’’ siyasetini gündemleştirmede ellerini güçlendirecek en önemli koz, PKK’nin –meşru savunma hakkı dışında- kesinlikle savaşan taraf olmaması ve koşulsuz ateşkes ilan etmesidir. Dünya kamuoyu nezdinde bir hayli yıpranmış olan devletin savaşı tercih etmesi karşısında, Türkiye ve Kürdistanlı barış ve siyasal çözüm taraftarlarının elini güçlendirecek en önemli adım, PKK’nin ateşkes ilan etmesidir. Mevcut durumun en etkili taktiği budur. Çatışmaları derinleştiren saldırılar, Kürdistan halkının özgürlük mücadelesinde, siyasal yollara zarar veren yanlış bir siyasettir.
Ne yazık ki, bugün yüzlerce STK ve kimi siyasal partilerin çabalarının, ne barışın inşasında ne de savaşa son verilmesinde hiçbir etkisi yoktur. Milyonlarca insanı temsil eden bu kurumlar, savaşan tarafların denkleminde neredeyse etkisiz elemanlar haline getirilmişlerdir. Acıdır ama ne yazık ki gerçek; sürdürülen ‘’barış’’ kampanyalarının hiçbirinin inandırıcılığı olmadığı gibi, hiçbir etkisi de yoktur. Çünkü, bu etkinlikleri yürütenlerin büyük bir çoğunluğu, çözümün yolunu açacak gerçek anlamda adil bir barışın sağlanmasından çok, taraflardan birinin politikalarına angaje bir şekilde hareket etmektedirler.
Gerçek bir barış inisiyatifinin yapması gereken ilk etkinlik, Türkiye ve Kürdistan’da yaşayan tüm halkların birlikte eylemiyle siyasal sorunların çözümünde şiddet unsurunu dışta bırakacak ‘’acil ve adil bir barış’’ şiarıyla ortaya çıkmasıdır. Kuşkusuz bizler savaşın hedefi durumundayız. Ve bu savaşın esas müsebbibi de 90 yıldır sorunu imha ve inkar siyasetiyle ‘’çözmeye’’ çalışan Türkiye Devletidir. Kürdistan halkı, Kürdistan’ın her bir parçasında farklı devletlerin entegre bir saldırısıyla yüz yüzedir. Adil barış şiarıyla hareket edecek olan kesimlerin, bu savaşı sürdüren bütün taraflar karşısında tavizsiz olması gibi, sorunun çözümü için demokratik yolların güvence altına alınması perspektifinden de asla vaz geçilmemesi gerekmektedir.
STK’lar ve diğer siyasal kesimlerin maçı izleyen bir seyirci, bir taraftar ya da maç yorumcusu gibi davranma lüksleri yoktur. Söz konusu olan hepimizin yaşamı ve geleceğidir. Elbette ki, etkin olmanın biricik yolu güçlü olmaktadır. Ama siyaseten geliştireceğimiz doğru bir yaklaşım, doğru bir tutum, bazen milyonları harekete geçirecek önemli bir ilk etken olabilir.
Bugünümüze ve geleceğimize dair etkisiz elemanlar olmamak için, bu savaşa, bu gidişe bu travmaya gerçekten de ‘’hayır’’ demek gerekir. Geleceğimizi birkaç kişinin iki dudağı arasındaki iki söze endekslemek istemiyorsak, özgürlüğü, adaleti, demokrasiyi içselleştirmiş yeni bir siyaset tarzına güç vermemiz gerekir. Kürdistan’da çok sesli, çok renkli siyasetin, birliğin de teminatı olduğunu tüm toplum olarak benimsediğimiz oranda, özgürlüğün yolu da kısalacaktır.
Tecrübelerin ispatlamış olduğu gibi, son 30 yıllık savaşın esas arenası hep Kürdistan olmuş; en büyük tahribat ve zararı halkımız, ülkemiz yaşamıştır. Yine, çatışmasız geçen iki-üç yıllık sürecin, siyasal, kültürel, demokratik ve diplomatik açıdan, ekonomik gelişim, doğal tahribatın önüne geçilmesi ve yaşamın normalizasyonu açısından Kürdistan halkına ve özgürlük mücadelemize getirdiği olumlu katkı ve gelişimi de hep birlikte gördük, yaşadık. Birileri çatışmasız ortamın yarattığı bu gelişmelerden korkmaktadırlar. Kuzey Kürdistan’daki çatışmasızlığa son verilmesinin, Güney, Doğu ve Güneybatı (Rojava) Kürdistan’daki mücadele, kazanım ve güvenliğe de büyük zararlar verdiğini, Kürdistan özgürlük mücadelesine düşman kesimlerin kötü niyetlerinin uygulanmasına zemin hazırlayan kompleks bir plan olduğunu da özellikle göz önünde bulundurmak lazım.
AKP ve CHP arasındaki koalisyon görüşmelerinin sonuçsuz kaldığı, büyük bir sürpriz olmazsa bir erken genel seçimin yakın bir tarihte gerçekleştirileceği görülmektedir. Küçük bir olasılık olarak AKP-MHP arasındaki kısa erimli bir koalisyon olsun ya da olmasın; erken seçim olsun ya da olmasın, hiç kimsenin bir daha çocuklarımızın kanı üzerinden siyaset yapmaya hakkı yoktur.
Sorunun 90 yıldır tekrarlanan yöntemlerle çözülemeyeceğini Türkiye halklarının da görmesi ve artık bu savaş ve imha siyasetine karşı, Kürdistan halkının yanında yer alması kendi özgürlüğünün de, barışın da teminatı olacaktır.
Kürt ve Kürdistan sorunun ‘’silahların susturulması ya da bırakılması’’na indirgenemeyeceği, bu sorunun PKK ve MİT arasındaki görüşmelerle çözümlenemeyeceği tartışmasız bir şekilde kanıtlanmıştır. Sorunun çözümü için kısa, orta ve uzun vadeli samimi programların hazırlanması gerekmektedir. Kuzey Kürdistanlı tüm siyasal güçlerin, kabul gören uluslararası garantörlerin ve Türkiye Devleti’nin yani üç tarafın muhatap olacağı, yeni ve gerçek bir ‘’çözüm süreci’’ başlatılmadan, sorun hep çözümsüzlük girdabında bir kısır döngü içinde debelenecektir. Bu girdabın aşılması için öncelikle Türkiye Devleti’nin ve PKK’nin derhal çatışmalara son vermeleri, ateşkes ilan etmeleri en doğru adımdır. Umarız bir an önce bu seçenek devreye girer ve akli selim bir tutumla üç tarafın muhatap olduğu demokratik siyasetin ve çözümün yolu açılır. 15.08.2015
Mustafa Özçelik
PAK Genel Başkanı