Toplumlar tarihi, kadın erkek arasındaki eşitsizliğin tarihidir ve tarihsel gelişim sürecinde kadın erkek ilişkilerindeki eşitsizlik hep kadınlardan yana bir eşitsizlik olarak gelişmiş ve bütün zamanlarda bu eşitsizlik “doğal bir sonuç” olarak göstermiştir.
İnsanlığın gelişiminde erkek kadar kadının da payı, katkısı ret edilmez bir gerçekken maddi ve manevi olarak ezilmişliği gündem de olmuştur. Kadının üretken ve toplumsal yaşamdaki aktif ve belirleyici rolü hep göz ardı edilerek, görmemezlikten gelinerek kadın nerdeyse bütün toplum evrelerinde cinsel bir meta olarak algılanmıştır; cinsel ezilmişliğe dönüştürülerek kalıcı hale getirilmiştir. Elbette ki, kadın ve erkeğin toplumsal konumları ve rolleri konusunda; tarihsel gelişimleri uzun uzadıya anlatılması, aydınlanması gerekir. Çünkü tarihsel gerçekler olanca çıplaklığıyla anlaşılmadığı sürece günümüz ve gelecekte devam etmesi olası baskıcı haksızlıkları anlamak güç olacaktır. Dolaysıyla Anaerkil ve Ataerkil dönemleri yalın bir şekilde bilince çıkartmak, günümüzdeki yansımalarını anlamak açısında gereklidir. Ancak konumuzun sınırlı olması ve günün anlam ve önemine denk bir mesajın ifade edilmesi açısında kadın sorunun tarihsel arka planının ayriyeten ele alınıp yorumlanması gerektiğini düşünüyorum. Elbette ki, konumuz olan 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günün tarihsel dayanağı bu arka planına dayanmaktadır.
Toplumlar tarihinin her karesinde gelişimin öncülüğünü yapan, ivme kazanması için mücadele eden kadın ve erkekler ne yazık ki eşit ölçüde saygı görmemişler ve gerekli rollere sahip olmamışlardır. Özellikle geçmişten günümüze dek varlığını sürdüren yanlış bir zihniyet toplumsal yaşamımızda kök salmış durumda. Bu sakat anlayış sonucu, kadının toplumsal yaşama üretkenliği, yetenekleri ve bağımsız kişiliğiyle katıldığı oranda toplumsal gelişimin yakalanabileceği ve doğal statüsüne kavuşacağı gerçeği hep göz ardı edilmiştir. Hatta onun emeğini kullanma ihmal edilmezken sosyal yaşamda ise sıradan bir statüye kavuşmasına bile izin verilmemiştir. Tarihsel gelişim süresince egemen ideolojiler, egemen anlayışlar ve egemen güçler kadını, Eğitim, kültürel ve diğer sosyal yaşamda geride kalmasını ve pasif rollerle yetinmesini sağlamışlardır. Ancak bu zorba egemen anlayışlara karşı kadın pasif rollerle yetinmemiş ve yüzyıllarca yıllık kölelik zincirini koparmak için de küçümsenmeyecek bir mücadele geleneğini yaratmasını bilmiştir. Ancak ataerkil egemen anlayış kadını geri planda tutarak bütün zamanlarda toplumsal gelişimin önünü tıkamışlardır. Bu konu da, Alman Sosyal-Demokrat Parti önderlerinden ve kadın hakları sabuncusu CLARA ZETKİN’ın “insanlığın manevi gelişmesinin daha hızlı olmamasının nedeni kısmen insanlığın yarısından fazlasının (yani kadınların) gelişmede bu denli geri bıraktırılmasında yatmaktadır” sözü kadının toplumda gerçek yerine oturmasının aslında insanlığın kendine çıkardığı olumsuz bir fatura olduğu gerçeğine bir vurgudur.
Kadın bu duruma karşı değişik dönemlerde başkaldırılarda bulunduysa da başarılı olamamıştır. Ancak bu mücadele zamanla evrensel bir kimlik kazanarak genel değerler çerçevesinde 8 Mart tarihteki yerini almıştır.
İşte bu gerçeklerden hareketle 8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ kadının tüm sorunlarına karşı çözüm arayışlarının ve mücadelenin simgeleştiği bir gündür.
Nedir 8 Mart?
8 Mart, Kadınların eşit ve özgür yaşama isteğinin bilince çıkarıldığı bir gündür. 8 Mart, sorunların üstesinden gelmek için örgütlü olmanın zorunluluğunun kavrandığı bir gündür. 8 Mart, hak verilmez alınır şiarının haykırıldığı bir gündür. Dolaysıyla 8 Mart, umudun, özgürlüğün ve sevdanın, bu eşitsiz ve adaletsiz sistemin çarkları arasında büyük acılar pahasına yaşatıldığı güzel, anlamlı bir gündür. İşte 8 Mart’ı anlamlı kılan ve kalıcılaştıran bu tarihsel iradenin öneminden dolayı her yıl kutlanmaya devam etmektedir. Bu tarihsel iradenin 8 Mart’a yüklediği görev, artık günümüzde salt emekçi kadınlarla sınırlı değildir. Elbette, egemen güçler bu günün anlamını ve içeriğini boşaltmak ve sıradan hale getirmek için her türlü çabayı sarf etmekteler. Fakat hiç bir güç, kadın sorununu örtbas edemez ve gelişmekte olan mücadelenin önüne set çekemez. İşte bundan dolayı, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün birlik, dayanışma ve mücadeleyi de içermesi, kutlanmasına özel bir anlam katmaktır. Dolaysıyla 8 Mart’a sahip çıkmanın yegâne yolu yaşamın her karesini, her gününü 8 Mart’ın içeriğine denk bir mücadeleyle bilince çıkartmaktan geçiyor.
Kısa ve öz olarak 8 Mart tarihçesine vurgu yapmamızda yarar olduğunu düşünüyorum. Nedir bu 8 Mart ve nerden geliyor?
8 Mart 1857’de Amerika’nın New York kentinde, kadın tekstil işçileri, daha iyi yaşam koşulları ve iş saatlerinin düşürülmesi, sosyal haklar elde etmek için greve gidiyorlar. Ancak egemenler bu haklı talepler karşısında direnişi kanla bastırmayı tercih ediyorlar. Kadınlar kanlarıyla damgalarını vurdukları bu anlamlı günü uluslararası bir kimlikle tescil etmesini bildiler. 2. Enternasyonal’de Clara ZETKİN’in öneri ve önderliğinde 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak kabul edilmiştir ve o zamandan bu yana bu özel gün dünyanın her yerinde kutlanmaktadır.
8 Mart’a ilişkin bu kısa bilgilenmeden sonra kadın sorununa genel bir bakış sunmak gerekli olduğuna inanıyorum. Bir toplumda kadınların, toplumsal, cinsel, ekonomik siyasi ve sosyal sorunlarının olduğu yerde bu sorunları toplumsal yapıdan bağımsız ele almak mümkün değildir. Çünkü bütün sorunlarının kaynağı toplumsal adaletsizlikten, ırkçı ve cinsel aşağılamalardan kaynaklandığını biliyoruz. Dolaysıyla sorunların kaynağına inmenin yolu toplumsal yapıyı sorgulamak, egemen düşünceyi objektif olarak değerlendirmekten geçiyor. Toplumu oluşturan farklı sınıf ve tabakaların kendi bünyelerinde farklı düzeylerde ama aynı argüman ve anlayış temellinde kadın sorunun yaşanılmasına zemin hazırladıkları ya da bu sorunlarının tekrar tekrar aynı kaynaktan beslendiğini ve bütün zamanlarda kendisini daha da olumsuzlayarak yeniden ürettiğini biliyoruz. Dolaysıyla bu farklılıkların- sorunlarının yaşandığı bir yerde, bir toplumda genel anlamda eşitsizlikten, adaletsizlikten söz etmek kaçınılmaz ve insan olmanın temel sorumluluklarındandır. Elbette ki, bu farklılıklar ve kabaca bilinen sorunlar kadınlar açısında daha da ağır eflitsizlikler ve toplumsal bir trajedinin yaşanılmasına vesile olduğunu peşinen belirtmekte yarar vardır.
Bir övgü ya da övünç kaynağı olsun diye söylemiyorum. Ancak, insanlığın kadın sorunuyla (toplumsal eşitsizlik boyutuyla) karşılaşmadığı dönemlerin de olduğunu belirtmemiz gerekiyor.
Toplumlar tarihinin ilkel dönemlerinde insanlar topluluk halinde yaşamın gereği olarak da birlikte üretip birlikte tüketiyorlardı. Bu toplumsal dönemde kadınlar, erkeklerle ortaklaşa çalışan üretici durumunda olan ve doğurgan özelliğiyle saygı gören, yaşamın düzenlenmesinden etkin ve önder rol alan toplumsal bir statüye sahipti. Bu konumu gereği toplumsal yaşama damgasını vuran kadın hayattın her alanında belirleyici bir role sahipti. Bu dönemde soyağacı analık hukukuna göre düzenlenmekteydi. Yani miras kadının kandaşlarına (kadınla aynı soydan gelen kız kardeş, teyze, kız evlat vs.) göre düzenleniyordu.
Zamanla üretimin artmasına sağlayacak araç-gereç ve insan becerilerinin yetkinleşmesi söz konusu olmuş. Bunun sonucu yaratılan zenginliklerin belli ellerde toplanmasıyla toplumda eşitsizlikler ortaya çıkmıştır. Erkekler kadınları malları gibi görmeye ve üzerlerinde baskı kurmaya başlamışlardır. Böylece kadınlar da etkin rollerini kaybetmeyle yüz yüze kalmışlardır. Bu süreçten sonra artık miras erkek soyuna bırakılmıştır. Kadın ikinci sınıf insan olarak görülmeye başlandı. Hatta dini baskıların dorukta olduğu dönemlerde ikinci sınıf insandan ziyade sıradan bir eşya, bir meta olarak kabul gördü. Erkek, toplumda cins olarak egemen hala gelmesiyle birlikte erkek egemen düzen, toplumsal yaşamın her alanında etkin ve belirleyici olmaya; ekonomik olgunun sağladığı avantajların yansıması sonucu bütün toplumlarda cinsiyet bağlamında ezen-ezilen (erkek-kadın) ilişkisinin temellini atmış oluyordu.
Kadının bütün gelişmesi tek yanlı ve sadece bir hedefe yöneltiliyordu: Erkeğin koruması ve sorumluluğu altında aile içinde ve ailenin çıkarları doğrultusunda faaliyet göstermek… Kadının eve kapanması sonucu erkek evi geçindiren, sorumluluğu üstlenen bir role bürünmüş oluyordu. Bunun sonucu kadın toplumsal ve siyasal ve sosyal alanlarda üretimden uzak bir şekilde eve kapatılmış olunuyordu.
Aile içinde mülk sahibi olarak erkekle mülksüz kadın arasındaki derin uçurum, kadın cinsinin ekonomik bağımlılığının ve toplumsal hak yoksunluğunun temelli haline geliyordu. Böylelikle kadın, toplumda, aile içinde yükümlülükleri olup hakları olmayan bir statüde yaşamını idame etmek ve ev içlerini, çocuk bakımı ve erkeğin ihtiyaçlarını karşılamak zorunda bırakılmıştı.
Ancak, toplumsal gelişim zaman zaman bu sınırları, bu tutsaklığı fiilen tartışılır hale getirdi. Ne zaman ki, makinalar ve modern üretim tarzı yaygınlık kazandıysa tek başına aile geçimini sürdürmenin güçlükleri yaşanmaya başlandı. Düne kadar eve haps edilen kadın artık yavaş yavaş mizacına denk bir şekilde “geçimimizi nasıl sağlayacağız” sorusunun yanıtını aramaya başladı. Böylelikle milyonlarca kişi geçimini ve yaşam mücadelesini dışarıda ve toplum içinde aramaya-bulmaya yöneldi. Bunun sonucu olarak kadın toplumsal hak yoksunluğu karşısındaki duruşunu, sınıf ve cins ayrımına dayalı adaletsizlikleri birer birer sorgulamaya başladı. Bu yanıtlarla birlikte “modern” kadın sorunu toplum yaşamında ciddi bir şekilde yer edinmeye başladı…
Sanayileşmenin hız kazanmasıyla birlikte, egemen güçler kadınların fabrikalara çekilmesiyle işgücü sağlayacağı, bunun ucuz işgücü olarak kullanabileceği ve özellikle tekstil alanında geniş bir tüketici kitlesi oluşturarak kazançlarına yeni kazançlar ekleyeceklerini hesapladılar.
Elbette yaşadığımız coğrafyada kadın sorunu hala içler acısı bir durumdadır. Bu coğrafyadaki sorunları genel sorunlardan ayırmak mümkün değildir. Ancak her topluluğun, her ulusun ve her bölgenin kendine özgü ayrıntıları, özgül sorunları olduğu da bir gerçektir. Dolaysıyla bizim coğrafyanın kadın sorununu, özellikle İslam kültürünün kuşatması altında şekillendiği ve Osmanlı döneminde feodal biçin aldığını biliyoruz. Daha sonraları TC nin batıya öykünme temellinde bir takım yasal düzenlenme ve kadın hakları tanınması da salt kağıt yüzeyinde kaldığını biliyoruz. Ancak ’70 sonrası politik dalgalanma ve örgütlülük deneyiminde ardında kısmen de olsa kadın hareketi, kadın hakları örgütlerinde bir artış gözlendiğini belirtmekte yarar vardır.
Bazı yasal hakların verilmesi toplumdaki geleneksel düşünce tarzının değişmemesi, feodal ve dinsel kültürünün katı kuşatması ve ataerkil düşünce karşısında kadının toplumsal statüsünde ciddi bir değişiklik ve günlük yaşamlarında farklılıklar yaratmamıştır.
Gayet tabi ki, kadınların geldiği nokta hiçte iç açıcı bir statü ve konum değildir. Fakat her geçen gün bilinçli kadınların sosyal yaşam içerisinde aktif olarak rol alması ve haklarının savunucusu durumuna gelmesiyle klasik egemen düşünce sorgulanmaya yol açtı. Bir takım tabuların yıkılması ya da tartışılır olması elbette sevindirici bir gelişmedir. Hukuksal alanında kısmen de olsa kadına da yer verilmesi ve eşitsizliğin giderilmesi gerektiği düşüncesinin toplumda etkin olması bile başlı başına gelişmenin bir göstergesidir.
Kadının çalışma yaşamında, aile içindeki konumu ve toplumdaki rolü noktalarına bakarak kadınla erkekle arasındaki “eşitlik” göstergesinin sonuçlarını görmek mümkündür. Belki de bir göstergede kadın-Erkek cinsleri arasındaki okur-yazar oranı ve üretime katılma düzeyidir.
Günümüzde kadının çalışma yaşamına atılmasıyla birlikte aile yapısında, toplumsal yaşamda ve diğer kattı dinsel-feodal kültür kuşatmalarının sarsılmasına yol açmıştır. Toplumsal gelişmeyle birlikte egemen düşünce zincirinin de kopmasını beraberinde hızlandırmaktadır. Ancak kadında bağımsız kişilik gelişmediği sürece kölelik kültürü bizzat kadınların eliyle yeni kuşaklara aktarılacaktır. Bu tutsaklık zincirinin koparılması için en büyük görev yine kadınlara özellikle de bilinçli kadınlara düşüyor.
Kadının mevcut ekonomik yıkıma, ekonomik kıskaca dayanmak için çalışma yaşamına atılışı pek büyük bir değişikliğe yol açmadığı genelde bilinen bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır. Zira iş yaşama atılmak ve kimlik sahibi olmak yeterli olmuyor. Genelde yaratıcılık ve yöneticilik içermeyen iş kollarında ve inisiyatifli davranmayı önleyen koşullar ve yaklaşımlar kadının bağımsız kişiliğinin de gelişmesini engellemektedir. Dolaysıyla bu geri ve eşitsiz konumun sür git devam etmesinden yararı olan kesimler-sınıflar mevcut durumun kendi çıkarları doğrultusunda yol almasını arzulamaktalar. Çünkü kadına yönelik genel bakış açısı değişmedikçe ve iş ve meslek yaşamında kadın geri planda tutulduğu sürece bu sorun kanayan bir sorun olarak insanlığın yüreğini kanatacaktır.
Kadının mücadelesinde “eşit işe eşit ücret” talebi önemli bir yer tutmaktadır. Makinalı üretime geçiş ve sanayinin yaygınlık kazanmasıyla birlikte kadın doğal ev ortamından koparılmıştır. Kas gücünün makina karşısında geri konuma düşmesi, kapitalistleri de sanayi alanında kadın emeğini en yüksek derecede kullanabilmek için olanaklarını çoğaltmaya sevk etmiştir. Ucuz iş gücünün yanında kadının uysal ve seri üretimdeki yatkınlığı sonucu iş yaşamında daha da tercih edilir olmuştur. Kapitalizmin ilk dönemlerinde-vahşi kapitalizm diye tabir edilen dönem- kadınlar çok ağır koşullarda, günde 15-16 saat süresince çalışıyorlardı. Bu çalışma temposu içinde ev işleri, erkeğin ihtiyaçlarını karşılama ve gündelik yaşamın sıradan ilişkilerine katılmak zorundaydı. İşçi kadınların mirası diye bir derdi yoktu; oy hakkı akıllarına bile gelmiyordu. İstedikleri tek şey daha kısa iş günü ve daha iyi ücret, çocukları ve kendileri için insanca yaşam hakkıydı. Ön plana çıkan bu sorunlar kadınların da kendi gerçekliğini ifade eden bu talepleri ileri sürmesine yol açtı. Her türlü temel ihtiyaçlarını temin etmekten uzak, sosyal yaşamın dışında tutulmaya çalışılan işçi kadınlar, ikinci cins olmanın ve işçi olmanın bu ağır faturası karşısında “eşit işe eşit ücret” talebini sürekli öne çıkardılar. Tabi ki, ağır bedeller karşılığında dönemin sosyalist partileri ve kadın hakları savunucuları bu talebe sahip çıktılar ve bilince çıkardılar. Bu dönemin en belirgin simalarından biri de Clara ZETKİN’dir. Clara Zetkin hem sosyalist mücadeleye hem de kadın sorunun bilince çıkması için yaşamın son anına kadar en aktif şekilde devrimci mücadelenin içinde yer almış ve önderlik etmiştir.
Elbette ki, toplumdaki her türlü eşitsizliğin olduğu gibi kadının erkek karşısındaki eşitsizliğini de doğuran nedenin özel mülkiyet olduğuna değinmiştik. Ekonomik gücü elinde bulunduran, sömürü çarkının dönmesini sağlayan egemenler erkeği de kadını da sömürmekteler. Ancak kadın bu çarkın dişlilerinin baskısından başka evde erkeğin baskısı altında ezilmektedir. Dolaysıyla kadın ve erkek eşitliğinin sağlanması için yaşamın her alanında iki cinsinde yaşama aktif şekilde katılması ve söz sahibi olması için her türlü maddi ve manevi şartların-olanakların var olmasından geçmektedir. Bunun temel koşulu da bütün eşitsizliklerin, adaletsizliklerin ve haksızlıkların kaynağı sömürüye dayalı özel mülkiyet düzenin ortadan kalkması, her şey kar için anlayışının yerini her şey insan için anlayışının almasıdır. Ancak bütün sorunları nihai hedefe havale etmek bu baskı ve eşitsizliğin devamını içten içe istemek demektir. Bu tür anlayışlara prim vermemek için bilinçli ve sorumluluk duygusunu taşıyan kadın ve erkekler bu tarihsel baskı çarkına karşı çıkmalılar ve yeni bir yaşamı eşit zeminlerde tesis etmenin yollarını yaratmalılar diyoruz.
Bu da, ancak ezilenlerin etkin olduğu demokratik ve toplumcu bir ekonomik-siyasal sistemde karşılık bulur. Toplumsallaştırılmış mülkiyet koşullarında bir sınıfın diğerini, bir cinsin bir başkasını ezmesi için bir neden olmayacağı gibi bunu yaratacak olanakları da ortadan kalkmış olur. Yeterli olmasa da yine de reel sosyalizmin uygulandığı ülkelerde kadının sosyal yaşamda aktif rol alması için çabalar sarf edilmiş, bir takım olanaklar hazırlanmış ve kadının kendisini ifade etmesi için bir takım yasal düzenlemelere gidilmiştir. Ancak binlerce yılların kültürü olan erkek egemen anlayışı yıkmak, değiştirmek sanıldığı kadar kolay değildir. Çünkü bu bir kültür sorunudur. Toplumsal gelişmeye ve sosyal bilinçlenmeye bağlı olarak bu değişmeyi hızlandırmak ya da yavaşlamak mücadelenin aktivitesine bağlıdır. Yine anılan sosyalist deneyimlerinin uygulandığı bu ülkelerde, kadının özgürleşmesi için yasal zeminde eşitsizliği ortadan kaldırılmaya yönelik bir takım düzenlenmeler yapılmaya gidilmişse de sonuçta ataerkil kültürün geriletilmemesi sonucu bu yasal düzenlenmeler asıl hedefine ulaşılmadığını bugün çok bariz bir şekilde görebiliyoruz. Özellikle devrimin ilk yıllarında, kadınların bedenleri ve yaşamları üzerinde her türlü denetime, baskıya son verme ve kendilerinin söz ve karar sahibi olduğu kabul edilmiştir. Kadının yaşamın her alanında görev ve sorumluluk almasına yönelik büyük emekler harcanmış ve görece de olsa bir takım olanaklar-mevziler sağlanmıştır. Ancak bu duyarlılık sonraki yıllarda törpülenmiş ve aşınmıştır. Bunun nedenlerini de o günkü toplumsal yapı ve içinde bulunulan uluslararası konjektörü değerlendirerek varmak daha gerçekçi olacağını düşünüyorum.
Toplumcu toplumda, temel anlayış ve yaklaşım; her şey insan içindir şiarının yönlendiriciliğinde ekonomiyi, sosyal yaşamı, kültürü ve maddi ihtiyaçları düzenlendiğinde en geniş biçimde kadının da doğrudan üretime katılımını hedefler. Dolaysıyla kadının önüne engel olarak dikilebilecek her türlü olumsuzluğu, ister düşünce tarzı ister alışkanlıklar zinciri düzeyinde olsun bertaraf etme mantığıyla oluşturulur.
Tabi ki, kadının üzerindeki ailenin ekonomik yükünü kaldırmak temel sorunların başında geliyor. “Çünkü küçük ev işleri kadını ezer, boğar, yararsızlaştırıcı, uyuşturucu işlerde barbarca harcar. Bunu ortadan kaldırmak ailenin kadının emeği üzerinden örgütlediği işlerin toplumsal örgütlenme içinde çözülmesidir.” yaklaşımı esas alınırsa sorunun çözümünde ciddi başarılar elde etmek mümkündür. Yani toplumsal kurumların yaratılmasıdır. Ki, bunlar analığın, çocukların ve gençliğin korunması amacıyla oluşturulan yardım kurumlarıdır.