Cano AMEDÎ
Son günlerde “barış süreci”, “yeni bir çözüm”, “Yeni bir paradigma” gibi kavramlar art arda sıralanmakta. Bu kavram(lar) ve sürecin tarifi noktasında kafalar çok karışık. Herkes kişisel ve grupsal beklentileri doğrultusunda süreci yorumlamaktadır. Bu kapalı devre sisteminde herkes mevcut süreci izah etmeye çalışırken ve duruma dair karşısındakini ikna etmekten çok kendisini ikna etmeye çalışıyor. Bu çok bilinmeyenli denklemin formülünü kitlelerle paylaşırken, aracıların aracılarıyla bize şunu söylüyorlar: “Biz de içeriğini bilmiyoruz ama tarihi bir açıklama olacaktır” diyerekten “umut” tellallığını yapmaktalar. Büyüklerimiz bu durumlarda hep şu vecize sözü söylerlerdi: NEMRE PÎRÊ BIHAR TÊ!
Bu paradigmanın dehlizlerinde dolanırken, aşağıda fotoğrafını gördüğünüz kitap elime geçti ve hızla okumaya başladım. Sayfalarını çevirdikçe masa başlarında soykırımın yol haritasını hazırlayan teknokrat ve “gözlerimi kapar görevimi yaparım” diyen memurların bu suç sarmaşığının etki alanında nasıl rol aldıklarını okudum. Yine “Desk killers” kavramının Nazi mahkemelerinde “masa başı katiller” anlamında hukuk literatürüne geçtiğini öğrendim.
Katliam ve soykırım gibi insanlığa karşı işlenen suçlar silsilesine aktif katılanların yanı sıra bir de masa başlarında ya da kripto odalarda plan ve proje hazırlayan teknokratların olduğunu biliyoruz. Ancak bunlar genellikle arka planda kalırlar ve sorgu sual karşısında da “bana verilen görevi yerine getirdim” argümanlarını öne sürerler.
KANUN VE NİZAM DAİRESİNDE adlı kitap, Ümit Kurt tarafından yazılmış ve ARAS yayıncılık tarafından yayınlanmış önemli bir çalışma. Kitap Hamit Bozarslan’ın sunuşuyla “soykırım Teknokratı Mustafa Reşat Mimaroğlu’nun izinde Osmanlı’dan Cumhuriyete devlet mekanizmasını” mercek altına alıyor. Kitap, ittihat terakkinin çıkış sürecini ve iktidar gücünü eline geçirdikten sonra başlatmış olduğu jenosit anaforunu çok yalın bir dille anlatmaktadır. Bu sürecin asıl aktörleri olan üçlü troykanın (Enver, Talat, Cemal) ruhu bugün bile etkin ve devlet mekanizmasına hâkim olduğunu biliyoruz.
İttihatçılık, Nazizm’den daha karmaşık bir profil arz etmektedir. Kemalizm, Baasizm ittihatçılığın rahminde büyümüş ve “tekleşmeyi” esas alan ideolojik bir diktatörlük olduğu, somut yaşanmışlıklarla ispatlanmış bir gerçekliktir. “Führer, Şef, Reis ve Ulu önder” gibi sıfatlar, bu ruhun temsiliyet boyunu ifade etmektedir.
İttihat Terakkinin sicili alabildiğince kanlı ve karanlıktır. Mahmut şevket paşanın öldürülmesi ve Bab-ı Ali baskınıyla bir terör piramidinin temeli atılmıştır. Bab-ı Ali baskınında Harbiye Nazırı Çerkez asıllı Nazım Paşanın öldürülmesinin ardından Enver, Talat ve Cemal Paşaların temsil etikleri troyka bugün bile etkin ve yok edici özelliğiyle insanlık ailesine karşı suç işlemeye devam etmektedir. Bugün bile toplumsal yaşamda “Talat Paşanın ruhu” olarak ifade edilen korku metaforu egemen sistemi tarif etmektedir.
Kitap, Mustafa Reşat’ın izinde bir sürece projektör tutuyor. Hınçak, Taşnaktsutyun, Ramgawar cemiyeti, Boğos Nubar Paşa, Mihrim Damatyan, Şavars Misakyan gibi örgüt ve aktörlerden söz etmektedir.
Mustafa Reşat, Talat Paşa’nın “kamilen izale edilmesi gereken bir gaile (yara)” diye yapmış olduğu tespiti “yara kangren olmuştu” diyerekten alenen soykırımın bir savunucusu olarak yaşamına devam etmiştir.
Mustafa Reşat, Esat Uras vb. gibi teknokratlar “hatıratlarıyla” Bilal Şimşir, Kamuran Bürün, Türkkaya Ataöv, Yusuf Halaçoğlu gibi diğer resmi tarih katipleri ve siyaset bilimcileri için referans ve ilham kaynağı olmaya devam etmekteler.
Kitabın içeriğine dair yorum ve eleştiri hakkımı saklı tutarak şimdilik konuyu noktalamak istiyorum. Ancak şunu belirtmekte yarar var, bugün bile Talat Paşanın ruhunu yaşatmaya çalışan bir mekanizma ve faal çalışan bir teknokratlar ağı mevcuttur.
Dolaysıyla bugünkü sürece ilişkin okuma ve değerlendirmelerimiz bu tarihsel gerçekliği göz ardı etmemeli diye düşünüyorum. 08.02.2025