Cano AMEDİ
Ekonomik krizlerin, zaman ve süreç dilimi içerisinde “yenilenme” ve kendini “dönüştürme” gücü ve kabiliyetine sahip olduğunu biliyoruz. Sosyal ve siyasal patentli krizler alternatif muhalefet odaklarından yoksun olduğu zaman, tıpkı su gibi kendisine bir yol bulur ve kendini yeniler. Böylelikle egemen sistem, toplumsal çürümeyi tetikler ve beraberinde her türlü kötülüğü barındıran sosyal, psikolojik ve siyasal iklimin baskın olmasını sağlar.
Elbette, bir toplumu ayakta tutan etkenlerden birisi de, kültürel etik ve tarihsel mücadele birikimidir. Bu mücadele geleneğini ve toplumsal değerleri, devamlılık temelinde kuşaklar arası bir mirasa/geleneğe dönüşürse başarı mümkündür. Tarihsel ve toplumsal hafızasını yitiren toplumlar, er geç başkalaşırlar. Kendi özünü yitirerek hormonlu ve hastalıklı bir özellik kazanırlar. Bir nevi saksıda tutulan bir bitki gibi, özüne yabancılaşan, özünü inkâr eden ve celladının insafı doğrultusunda yaşama tutunmayı tercih eden toplumlar, kaybetmeye mahkumdurlar. Biliyoruz ki etik olan toplumsal değerlerin, ortak paydaların kaybedilmesiyle, birey ya da bireyler toplamı başka kulvarlarda farklılaşarak yaşama tutunma arayışına girerler. Bu arayış zaman içerisinde bireyin benliğinden, toplumsal değerlerinden uzaklaşarak özüne yabancılaşarak sürer. Son yüz yıllık devlet geleneğinin yürüttüğü “üç tarz siyaset” stratejisinin asıl hedefi de bu toplumsal iklimin olgunlaşmasına yöneliktir.
Türk devletinin “milli sermaye” oluşturma çabaları, dil ve ulus arayışları, ırkçı kriminal sistemin, zamanla kültürel değerleri, etik yaşam felsefesini, toplumsal ekonomik sistemini ve toplum sosyolojisini yok etmeyi amaçladığını biliyoruz. İşgal ve inkâr kültürü giderekten toplumsal dokuyu ortadan kaldırmak için “taşımalı” göçmen-vatandaş akınlarıyla mevcut demografiyi değiştirme ve yeniden dizayn etme çabaları son yıllarda yoğunlaştığını görüyoruz. Bu stratejinin asıl muhatabı, diğer zamanlarda olduğu gibi yine Kürd halkı ve Kürdistan coğrafyası olduğu çok aşikardır.
Toplumsal dinamizmi zehirleyen ve kriminalize eden işgalci sistem, göçmen kültürü, mülteci yaşam tarzı, mafya, narko bürokratik ittifakın yaratmış olduğu doku uyuşmazlığı derken, toplumsal iklimin beslediği sosyal çürüme, giderekten her türlü toplumsal değerlere sirayet etmektedir. Bu çürümüş ve zehirli iklim, zamanla toplumsal dokuya, değişim ve dönüşümden yana olan toplumsal dinamiklere de zarar vermektedir. Farklı yaşam arayışları “GDO”lu arabesk kültürün etkisiyle baskın olmaya başladığını görüyoruz. Böylelikle toplumsal dinamikler, bu arabesk kültürünün bileşenleri tarafında kuşatılmaya tabi olur. Sosyologların sık sık vurguladıkları gibi: “Sosyal çürüme, ettik olanın yok olmasıdır.” Ne yazık ki, içinde bulunduğumuz iklim ve yaşadığımız süreç bu tespitlerin özetini yansıtmaktadır.
Baskı, zülüm ve haksızlıkların zirve yaptığı bu coğrafyada suçun, kötülüğün sıradanlığını; bürokratik sarmalın organize ettiği narko paramiliter güçlerin iktidar sarmalında etki ve yetki sahibi olması hukukun olmadığı bir atmosferde, adalet, eşitlik, demokrasi ve insanın doğuştan kaynaklı haklarından söz etmek mümkün olmadığını, tarih bize hatırlatmaktadır. Düşünün ki uluslararası uyuşturucu ve insan-organ kaçakçılığının yapıldığı güzergâhta, en önemli liman ve organizasyon görevini üstlenen bir devletin değişim ve dönüşüme kapı aralaması eşyanın tabiatına aykırıdır. Bölgede aktif bir şekilde vekalet savaşlarının temsilciliğini yapan, göçmen kitlelerden devşirdiği çetelerle, “savaşçı” ihracatını bir ticaret mekanizmasına dönüştüren ülkeler/devletlerin bagajında “demokrasi, demokratik seçim süreçleri ve hukuk sisteminin” olduğunu düşünmek akla aykırıdır. Bu sistemin sahipleri, kontrol altına alınmış muhalefet sayesinde sürdürebilir kriz politikasıyla, ekonomik, sosyal ve siyasal kriz süreçlerini fırsata dönüştürme noktasında mahir olduklarını kabul etmek gerekir.