Federatif çözüm mevcut tabloya uymamakta, dar gelmektedir.
Yazının bir makale sınırlarını aşacak şekilde uzadığının farkındayım. Ama gerek içeriğinin güncelliği ve gerekse tabloya bütünlüklü bir analiz temelinde yeni bir bakış açısı geliştirmeye çalışmanın gerekliliği, uzun bir makaleye yol açtı. Bu anlamda okuyucunun sabırla okuması dileğiyle, peşinen teşekkür ediyorum.
DAİŞ’in (IŞİD-Irak ve Şam İslam Devleti) Musul’u ele geçirmesi, bütün parametreleriyle analize tabii tutulmalı ve siyasal tespit ve önermeler de bu tablonun bütünlüğü dikkate alınarak yapılmalıdır. Peki neydi olan biten? Kimler ve hangi etmenler bu sonuca yol açtı? Bundan sonrası için nasıl bir tablo oluşabilir? Güney Kürdistan’daki bağımsızlık referandumu girişimi, bölge ve uluslararası açıdan ne anlam taşıyor?
Aslında belki de ‘’alan da memnun, satan da’’ diyebileceğimiz bir durum söz konusudur. DAİŞ’in Musul’u ele geçirmesi ve Bağdat’a dayanmasının, DAİŞ’in gece düşünüp, sabah uygulamaya koyduğu bir hamle olmadığı açıktır. Kürdistan Bölge Başkanı Sayın Mesud Barzani, 6 ay öncesinden Maliki’yi, ABD ve İngiltere’yi bu konularda uyardıklarını açıkladı. Bir kaç aylık bir planlama ve hazırlık olmaksızın, böylesi bir saldırının yapılması mümkün değildir.
DAİŞ’in Suudi Arabistan, Katar, Türkiye vd. bazı devletlerle olan ilişkileri biliniyor. Böylesi bir saldırının bu devletlerle birlikte planlandığını, organize edildiğini ya da en azından planlamaya katılmasa da, bazılarının bundan haberdar olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. ABD’nin özellikle Suudi Arabistan ile olan ilişki boyutları da bilindiği için, ABD’ye rağmen böylesi bir ciddi organizasyonun geliştirilmesi epey zor. Bu anlamda, G. Kürdistan Yönetimi tarafından da bilindiği açıklanan bu hazırlık ve planlamaların CIA, ABD ve hatta İran, Esad ve Maliki Yönetimi tarafından en azından istihbarat bilgi boyutunda bile olsa, bilinmediğini düşünmek, ancak ve ancak apolitik bir değerlendirme olur. ABD de, İran, Esad ve Maliki Yönetimi de madem ki ‘’DAİŞ saldırısına karşı olduklarını’’ söylüyorlar, peki DAİŞ’in bu hamlesini boşa çıkarmak için neden, önceden herhangi bir tedbir almadılar?
Maliki Yönetimi, Musul’u terk edip kaçan askeri yetkilileri suçlayarak, bunların yargılanacağını söyledi. DAİŞ’in bu hamleyi eski Baasçılarla birlikte organize ettiği açığa çıktı. Maliki’nin bugüne kadar Irak ordusunda bir çok önemli mevkiye, belki de Kürt düşmanlığı histerisinden dolayı, eski Baasçı subayları getirdiği de bilinen bir durumdur. Musul, Tikrit ve Sunni Arapların yoğun oldukları şehirlerin eskiden Baas’ın merkezi olduğu biliniyor. Baas’ın halen de bu bölgelerdeki Irak ordusu içinde önemli bir gücünün olduğu, defalarca değişik kesimlerce dile getirilmiştir. DAİŞ’in saldırısı karşısında Irak ordusunun neredeyse hiçbir direniş göstermeden şehri terk etmesi, aslında bu bölgedeki Irak ordusu içindeki eski Baasçılar ve bölgedeki Sunni Aşiretlerle daha öncesinden bir anlaşma, bir koordinasyon olduğunun işareti olarak yorumlanabilir. Belki Maliki Yönetimi, bu boyutta kolay bir çözülmeyi tahmin edememiş olabilir. Ama, bence sonuçta Maliki bunu biliyordu. Maliki’nin saldırıya herhangi bir tedbir almamasının iki nedeni olabilir. Birincisi, Maliki mevcut gücünü göz önünde bulundurarak böylesi bir saldırıya karşı koyamayacağını gördü ve tüm gücünü Bağdat ve Güney Irak’ı avunmak üzere geri çekti ve bu nedenle DAİŞ’in Musul’u ele geçirmesine göz yumdu ya da kabullenmek zorunda kaldı. İkincisi ise, aslında kontrol umudunu da yitirdiği Sunni bölgelerinin bir kaos ortamı olarak kalmasını isteyerek, buraları kaybetmeyi de göze aldığı, böylesi bir sonuca müdahale etmediği ihtimalidir. Oluşan bu tablo sadece Irak ordusu içindeki Baasçıların ‘’kaçışları’’ ile izah edilemez. Maliki’nin de bizzat kendisine bağlı komutanlara çatışmadan bu bölgeleri terk etmeleri emrini verdiği ihtimali yüksek. Üstelik Maliki’nin Musul’un düşmesiyle birlikte, Kürdistan Bölge Yönetimi dışında kalan G. Kürdistan topraklarının mümkünse çatışma alanı haline getirilmesi olasılığını da kendi çıkarına görerek bu durumumdan da kendince yararlanma siyasetini izlemiş olma ihtimali de göz ardı edilmemelidir. Peki Maliki neden böylesi bir tutuma yöneldi?
Son iki yıldır, Maliki’nin ‘’Saddam’ın Şii versiyonu’’ olmaya çalıştığı görülmekteydi. Maliki güçlendikçe, bırakalım 140. Maddeyi yürürlüğe koymayı, Kürdistan Bölgesi’nin anayasal hukukunu bile hiçe sayıp, oradaki kazanımları adım adım işlevsizleştirmeye çalıştığı görülüyordu. Aynı şekilde, Sunni bölgede de mezhep düşmanlığı temelinde, tüm hak ve özgürlüklerin reddedildiği, baskı ve zorbalıkla buradaki halkın canından bezdirildiği bir süreç yaşandı. Bu durum hem Kürtler’de, hem de Sunniler’de ciddi bir tepki ve direnişe yol açtı. Maliki baskı, tehdit ve ekonomik ablukayla her iki kesimi de esir alamayacağını gördü.
Gerek son Irak seçimlerinden önce, gerekse sonrasında , Kürtler’in de Sunniler’in de Maliki ile hiçbir şekilde Koalisyona girmeyeceklerini ilan etmeleri, bugünkü sürecin belki de en önemli tetikleyici faktörlerinden birisi oldu. Sayın Barzani, ‘’Maliki Başbakanlığı’nı bize dayatırsa, Referanduma gideriz ‘’ dedi. Sunniler de Maliki’yi kesinlikle kabul etmeyeceklerini deklere etmişlerdi. Maliki kendisinin içinde olacağı bir çözümün artık mümkün olmadığını anladı. Bunun için de, istikrarsızlık yaratacak, Kürt ve Sunnileri karşı karşıya getirecek ve gerekirse de ‘’umutsuz vakaa’’ olarak görmeye başladığı Sunni ve Kürdistan bölgelerinin ‘’belasından kendisini kurtaracak’’ bir ortama göz yumdu. Maliki açısından, Bağdat’ı ve Şii bölgelerini korumak kaydıyla, Sunni ve Kürdistan bölgeleri için ‘’bana yar olmuyorsa, batsın gitsin’’ yaklaşımının öne çıktığını söylemek mümkün. Bu nedenle de , bugünkü tablonun oluşumuna zımnen de olsa sessiz kaldı. Bu ‘’göz yumma’’ siyasetinin İran’dan bağımsız kurgulandığı düşünülemez. Ama İran ayrı bir ajandaya sahiptir.Bir yandan bölgede güçlü bir Şii gücü oluşturmaya çalışırken, diğer taraftan da, B planı olarak, bu siyasetini zarara uğratabilecek faktörlerin yenilgileri kaçınılmazsa, bunun yerine yeni bir yol haritası oluşturmaya çalıştığına dair sinyaller vermeye başladı.
İran’ın bu tutumunun ilk belirtilerinin de son dönemlerde ABD-İran arasında geliştirilmeye çalışılan yeni bir ‘’normalleşme’’ süreci olduğunu söylemek aykırı bir tahmin olmayacaktır. Hatta bu yorumu biraz daha ileriye götürürsek, ABD ve İran’ın doğrudan birlikte oluşturdukları bir senaryo olarak değil de, herkesin kendi cephesinden zeminini hazırladığı Malikisiz 3 devletli ‘’Federatif ya da Konfederatif Irak’’ ile Esadsız 3 devletli ‘’Federatif Suriye’’nin ilk provaları olarak da değerlendirilebilir. Bağımsız Kürdistan bu senaryoda görünmüyor.
ABD, Maliki’nin izlemiş olduğu siyasetin hem İran ortaklı yeni bir diktatörlüğe yol alınması, hem de ‘’Birleşik Irak’taki Amerikan çıkarlarını tehlikeye düşürmeye başlaması’’ nedeniyle, bir reorganizasyonu sağlayacak DAİŞ müdahalesine sessiz kaldı ya da karşı çıkmadı. Böylece Maliki’yi kesinlikle reddeden Kürtler ve Sunniler’in yeni bir statü ile Malikisiz bir ‘’Birleşik Irak ‘’ta bir araya getirilmeleri için de uygun bir zemin yaratılacaktı. Gelinen aşamada, Maliki’nin Kürtlerin de kabul edebilecekleri konfederatif bir Irak’ta ortak olması düşünülemez. Aynı şey Sunniler için de geçerlidir. Irak’ta yeni bir birlik isteyen Şii kesimler Maliki’yi gözden çıkarmak zorundadırlar.
Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye de, İran, Maliki ve Esad rejimlerini güçsüzleştirmek amacıyla DAİŞê ve eski Baasçılara destek oldular. Yeni bir Sunni Arap devletinin altyapısını güçlendirdiler. İran’ın bölgede Şii eksenli yayılmacı bir yaklaşım içinde olduğu biliniyor. Suudi Arabistan vd. Sunni Arap Devletleri de, hem kendi iç Şii faktörüne, hem de İran’a karşı, daha güçlü bir Sunni mekanizması oluşturmaya çalışmaktadırlar.
DAİŞ’in Irak’ta güçlenmesi sadece Irak ile ilgili bir senaryoya dayanmıyor. Burada güçlenen DAİŞ Suriye’ye de daha güçlü ve örgütlü bir konuma gelecektir. Suriye’deki Esad rejiminin de kendisine muhalif diğer islami kesimleri ve Özgür Suriye Ordusu’nu birbirine düşürüp güçsüzleştirmek için, DAİŞ’e karşı herhangi bir saldırı gerçekleştirmediği, ona göz yumduğu söylenmekteydi. Bu mümkündür. DAİŞ’in de bugüne kadar Esad’ın güçlerine karşı görülebilinir bir askeri etkinliği yoktur. Hatta bugün Rojava’da binlerce asker ve askeri mühimmatıyla ‘’kenara çekilmiş’’ olan Baas rejiminin DAİŞ-YPG çatışmalarına hiçbir müdahalede bulunmayışını da bu eksende yorumlamak mümkündür. Baas birini diğeriyle ‘’terbiye etme’’ politikası izliyor. Hepsini de kendi zemininde çatıştırıyor. İran’ın ve Esad’ın da, son Öcalan, Türk Devleti ilişkilerinin gelişimine tepki olarak burada DAİŞ’in YPG’ye saldırılarını yoğunlaştırmasına belki de daha çok göz yumduğunu söylemek mümkündür. Burada Türkiye’nin DAİŞ aracılığıyla, Rojava’da terör ve katliamlarla istikrarsızlık yaratma politikasının da önemli bir faktör olduğunu göz önünde bulundurmak lazım. Her devletin cebinde birden fazla ‘’kart’’ var. Hepsini de kendi devlet çıkarları paralelinde koordineli bir şekilde uygulamaya çalışıyorlar. Herkes kendisi için DAİŞ’e ‘’göz yumuyor’’, kimisi de destekliyor.Elbette ki kimin çıkar sınırları zorlanırsa, o durumda DAİŞ’e kendince ‘’dur’’ diyecektir. Türkiye’nin G.Kürdistan ve PKK ile ilişkilerini yeni bir boyuta taşımaya çalışması karşısında, İran da ABD ile ilişkilerini normalleştirerek ABD’yi de kısmen rahatsız eden Türkiye’nin ‘’yayılma siyasetine’’ uluslararası bir set geliştirmek isteyebilir.
Irak’ta güçlenen DAİŞ Suriye’de de yeni bir saldırı başlatacaktır. ‘’Irak’’ta artık kaçınılmaz hale gelen konfederal ya da bağımsız 3 ayrı devletin varlığı gerçekliği, Suriye’de de benzer bir tabloya zemin hazırlayabilir. Burada da yine herkesin kendi cephesinden ‘’kendi çıkarına’’ gördüğü, ‘’alanın da, satanın da memnun’’ olduğu, bir 3 bölgeli federatif, konfederatif ya da belki de sonuçta bağımsız 3 devletli (Kürt, Alevi, Sunni) bir tabloya yol açabilir.
ABD DAİŞ’in saldırılarına göz yumarken, dengeli bir siyaseti de elden bırakmak istemiyor. Sunni bölgede DAİŞ, BAAS, Sunni Aşiretlerden oluşan bir ‘’koalisyon’’ sözkonusu. Bu tablonun bir kaosa dönüşmemesi için de ABD Kürt, Sunni ve Şiileri yeniden mevcut Irak içinde daha ‘’gevşek’’ bir federal birleşik Irak’a ikna etmeye çalışıyor.
Şu anda, Şii bölgesi ‘’stabil’’ diyebileceğimiz bir şekilde daha az problemli; Irak Kürdistan bölgesi topraklarının neredeyse tamamını (Saidiye ve çevresi DAİŞ’in elinde) kurtarmış olmanın vermiş olduğu güçle daha bir kendisine güvenmektedir. Sunni bölge ise alabildiğine karmaşık, belirsiz, kendi içindeki farklı denge unsurlarıyla tam bir kaotik ortama sürüklenmiş durumdadır. Gerek Irak’ın bir parçası olarak, gerekse ayrı bir devlet olarak Irak’ta Sunni bir devlet, bir Şii ya da Kürdistan devleti kadar ‘’kolay’’ ve ‘’huzurlu’’ olmayacaktır. Sunni Aşiretlerin bölgedeki etkinliği ve Baas’ın Musul, Tikrit’te ordu içindeki etkinliği dikkate alındığında DAİŞ’in bu dokuya uyum sağlamakta büyük zorluklar yaşayacağı açıktır. Hatta DAİŞ’in zamanla ana unsur olmaktan çıkma ihtimali yüksektir.Bütün bunlar Sunni bölgede işlerin kolay olmayacağının sebepleridir.
Aralarında PKK’ye yakın kimi kaynakların da olduğu bazı kesimler Ürdün’de ABD, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve KDP’nin DAİŞ’le Musul saldırısını planladığını iddia ediyor. Maliki de benzer bir ithamda bulunuyor. Ama KDP yaptığı açıklamayla bu iddiayı kesin bir şekilde reddetti. Sayın Mesut Barzani 6 ay öncesinden Maliki’ye, ABD ve İngiltere’ye gerekli uyarıları yaptıklarını açıklamıştı. Demek ki Sayın Barzani açısından ‘’gizlenmiş, saklanmış’’ bir ‘’komplo’’ yoktur. Böylesi bir toplantı ya da senaryonun bu boyutta ve bu katılımla olmasa da, belli bir şekilde gerçekleşmiş olma olasılığı elbette ki vardır. Bu bilgiler İran , Esad ve Malki’nin istihbarat güçleri tarafından özellikle kamuoyuna sunulmaktadır. Ben bu şekilde bir organizasyondan çok, Suudi, Katar ve Türkiye’nin DAİŞ ile doğrudan ya da dolaylı organizasyonuna ABD’nin de göz yumduğunu düşünüyorum. Bu gelişmeler hakkında istihbarati bilgilere sahip Güneyli Kürtlerin de oluşabilecek yeni tablodan maksimum şekilde faydalanabilecekleri bir hazırlığa ve konumlanmaya girdikleri kanaatindeyim. Sayın Barzani’nin bu durumla ilgili olarak bazı kesimleri uyarmış olması, söylenenlerin aksine, aslında toplantı ve senaryoların ana aktörlerinden birisi olmadıklarını açıklıyor diyebiliriz. KDP’nin DAİŞ ile bu konuda işbirliği yaptığı söylenerek , DAİŞ’in Rojava’da YPG ile çatışmaları nedeniyle , KDP dolaylı bir şekilde suçlanmak istenmektedir. KDP ve G. Kürdistan Yönetimi herhangi bir şekilde DAİŞ’in Musul’un el geçirilmesi senaryosunu bilerek bundan faydalanmışsa, bu olumlanması ve takdir edilmesi gereken bir askeri, stratejik ve diplomatik başarıdır. Bu yaklaşım sayesinde hem Kerkük dahil tüm G.Kürdistan toprakları kurtarılmış hem de bağımsız bir devlete alabildiğine yaklaşılmıştır. Sayın Mesud Barzani’nin, kendilerinden belli tavizler vermeyi de göze alarak, 9 aya yakın bir süre boyunca oluşturulamayan Kürdistan Hükümetinin 8. Kabinesini hızlı bir şekilde oluşturması talimatını vermesi de, DAİŞ’in beklenen saldırılarına karşı önemli bir tedbir olarak yorumlanabilir. Peki sormak lazım, bağımsızlığa doğru yol alan bir Güney Kürdistan gerçekliğini, DAİŞ ile aynı tabloda göstermek kime yarıyor? Kürtlere yaramadığı açık ve nettir. Maliki de bugün bu yönde bir saldırı yürütüyorsa, Kürt düşmanlarının ne denli darbe aldıkları daha bir açığa çıkmaktadır.
Yeni ‘’Irak’’ , Referandum, Bölgesel ve Uluslararası Dengeler
Yeni bir ‘’Irak’’ın varlığı artık tartışma götürmez bir gerçekliktir. Federatif çözüm mevcut tabloya uymamakta, dar gelmektedir. Kürdistan Bölge Başkanı Sayın Mesut Barzani, Kerkük ve Kürdistan bölgesi dışında kalıp bu son dönemde kurtarılan diğer bölgelerin ‘’resmi’’ statüsünün , yapılacak bir referandum ile yani 140. Maddenin uygulanmasıyla sonuçlandırılacağını açıkladı. Devamında da, Kürdistan Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada ‘’bağımsızlık referandumunun ‘’ yapılması için hazırlıkların başlatılması önerisini getirdi.
Bu konuda G.Kürdistanlı bütün siyasal partilerin hemfikir olmaları sevindiricidir, önemlidir. Maliki, bu karara tepki gösterdi. Ama, bunun ‘’dostlar alışverişte görsün’’ mealinden bir tepki olduğu açıktır. Maliki’nin bunu engelleyebilecek bir gücü yoktur. İran yaptığı açıklamayla Sayın Barzani’nin bu kararına tepki gösterdi, ‘’kabul edilemez’’ olarak değerlendirdi. Türkiye de resmi olarak ‘’Irak’ın toprak bütünlüğünü bozacak hiçbir adımı doğru görmediğini’’ açıkladı.
İran’ın Kürtler arası birliğe ‘’çomak sokarak’’ bu sürecin önünü kesmeye dönük bir çaba içinde olduğu görülmektedir. İran’ın YNK ve Goran’a ‘’Süleymaniye ve Kerkük’ten oluşan ayrı bir bölge oluşturmaları’’ önerisini götürdüğü söyleniyor. Ama, YNK ve Goran’ın tutumları, bu girişimin başarıya ulaşamadığını gösteriyor. İran’ın PKK ile olan ilişkilerini, defalarca G.Kürdistan’daki kazanımlara zarar verme yönünde bir araca dönüştürmek istediği aşikardır. İran, PKK , G.Kürdistan ve Türkiye arasında gelişen süreçten rahatsızdır. G.Kürdistan’daki son gelişmelerin ve PKK’nin Türkiye ile olan ilişkilerinin geldiği boyutun İran’ın PKK üzerinde var olan etkisini azaltacağı gerçekliği, İran’ı daha çok tedirgin etmektedir. Bu tedirginlik en son İran Dışişleri Bakan Yardımcısı’nın bir demecinde ‘’ayrı bir Kürt devletine izin vermeyeceğiz’’ şeklindeki saldırgan bir üsluba dönüştü. Kürtlerin akılcı ve dengeli bir siyaset izleyerek, hem İran’ın Kürt siyaseti üzerindeki etkisinin kırılması zeminlerini güçlendirmeleri hem de bu yaklaşımın İran ile sancılı bir karşı karşıya geliş boyutuna sürüklenmesine yol vermemeleri gerekiyor. Bu sağlanabilirse, Kuzey, Güney ve Rojava’da ulusal birliğin zeminleri ciddi bir şekilde güçlendirilecektir. Bu durum bu 3 parçada siyasal statünün elde edilmesi ve var olan statünün de bir üst boyuta taşırılması sürecine büyük bir hız kazandıracaktır.
Son yılarda Türkiye ve Federal G.Kürdistan Yönetimi arasında ‘’stratejik’’ olarak ifade edilen bir ilişki gelişmektedir. Özellikle petrol anlaşması temelinde Türkiye, hem Irak’ı hem de ABD’yi kısmen de olsa karşısına alarak yeni bir yola girdiğinin işaretlerini verdi. G.Kürdistan Yönetimi de petrol satışında izlediği bu yeni strateji ile, ABD’ye ve dünyaya ‘’Ya Maliki’nin keyfiyetçi uygulamalarına son verilmesi için bir çözüm geliştirilsin ya da biz de başımızın çaresine bakarız’’ mesajını vermek istedi. G.Kürdistan Yönetimi’nin , Öcalan ve Türkiye arasında gelişen ‘’çözüm süreci’’nde aktif bir rol oynadığı, ‘’süreci’’ desteklediği bilinen bir gerçekliktir. Öcalan’ın MİT aracılığıyla sürdürdüğü görüşmeler ve Erdoğan’a olan dolaylı ya da dolaysız destek yönlü açıklamaları ortada iken, PKK çevresinin PDK ve sayın Barzani’yi ‘’Türkiye ile işbirliği yapmak’’la suçlaması anlamsız ve ikna edici olmaktan uzak bir karşı propagandadan öteye geçememektedir.
Türkiye bir yandan Öcalan ile görüşürken, bir yandan da Rojava’da DAİŞ’e destek vererek orada Kürtlerin elini zayıflatmaya çalışıyor. Kerkük Valisi Necmeddin Kerim ‘’Türkiye bize Kerkük’ü ayrı bir bölgeye dönüştürün önerisini getirdi’’ diyor. Yani Türkiye bir yandan G.Kürdistan Yönetimi ile ciddi bir ilişki geliştirirken, artık tartışmasız olarak Irak Kürdistan Bölgesi’ne katılmış olan Kerkük gerçekliğine rağmen, yine de son bir hamle olarak, bir yandan da ‘’Kerküksüz bir Kürdistan’’ için girişimlerde bulunmaktadır. Bu anlamda Türkiye , Bağımsızlık kararı alacak bir Kürdistan devleti’ne bir süre soğuk baksa da, ‘’Irak’ın toprak bütünlüğünden yanayız’’ dese de, fiilen ayrı bir devlet gibi ilişki geliştireceği açıktır. Bu aşamada Türkiye en üst çıta olarak ‘’Irak’’ta Konfederatif bir Kürdistan Devleti’ni kabullenmek zorunda kalacaktır. Kendi içindeki ‘’Kürt ve Kürdistan sorunu’’nun gelişim seyri Türkiye’nin bu konudaki resmi politikasını belirleyecektir. Güney Kürdistan’daki gelişmeler Türkiye’yi ciddi bir şekilde zorlayacak, uzun süre ‘’iki arada bir derede’’ temelinde bir ‘’sürünceme politikası’’nı sürdüremeyecektir. Öcalan’ın bu konuda Erdoğan’la yürüttüğü ‘’süreç’’, ani gelişen bu tabloya göre kendisini yenilemek zorunda kalacaktır. Artık eski ‘’oyalama’’ politikaları var olan gerçekliğe daha bir dar gelecektir.
G.Kürdistan’ın Türkiye’nin en önemli ihracat alanlarından birisi olması yanı sıra, esas olarak petrol ve doğal gazının Türkiye ekonomisine katacağı büyük desteğin, her Türk devlet yöneticisinin iştahını kabartacağı açıktır. Türkiye’nin yıllardır kıvrandığı ekonomik krizleri önemli oranda hafifletecek, giderecek bir faktör olarak, G.Kürdistan petrolü ve doğalgazı, bugünkü konjonktürde Türkiye ve tüm Kürtler arasında zorunlu bir ‘’barış’’ın en önemli nedenlerinden birini oluşturmaktadır. Bu katkı, bu ihtiyaç, Türk Devleti’nin istediği şekilde bir keyfiyet içinde G.Kürdistan ile ilişkilerini yönetmesine büyük bir engeldir. Ama, yine de Türkiye, Bağımsız Kürdistan’ın can damarı olacak olan ‘’ekonomik bağımsızlığın’’ en büyük anahtarının şimdilik kendi elinde olduğunun rahatlığıyla hareket edebilir. Bu realite bütünsel olarak Kuzey, Güney ve Rojava’da gelecek dönemlerin devletleşme trendlerinde önemli bir faktör olarak öne çıkacaktır. Kürtler ortak bir ulusal strateji geliştiremezlerse, Türkiye’nin elindeki bu ‘’koz’’ Kürtler için bir çok dezavantaja sebep olabilir. Hatta bu realiteden dolayı , kafalarda beliren 1975 Cezayir Anlaşması sonrası Kürtlerin uğradığı ihanetin farklı bir versiyonunun Türk devleti tarafından uygulanmayacağının garantisinin olmayacağı yönündeki haklı kaygıları da göz ardı etmemek lazım. Türk Devleti’nin herhangi bir nedenle petrol satışını durdurması ihtimali, bağımsızlık yolunda ciddi bir kriz nedeni olarak G.Kürdistan Yönetimi tarafından hesaba katılmalıdır. Böylesi ihtimaller için , mutlaka B ve C planları şimdiden planlanmalıdır.
Burada temel sorun G.Kürdistan petrol ve doğal gazının yurt dışına naklinin sağlanmasıdır . Bu, ya Türkiye yoluyla, ya İran yoluyla, ya da Suriye ve Rojava yoluyla gerçekleşebilir. Ekonomik bağımsızlık şartıyla Konfederatif bir Irak’ta bir dönem daha ‘’idare etmek’’ de belki daha çok öne çıkacak bir seçenektir. Akılcı siyaset, tüm bu kapıları tümden kapatmayacak şekilde, güçlü bir Kürdistani birlik ile, hiç kimseyle ‘’tüm köprüleri atmadan’’, süreci yönetebilmekten geçer. Elbette ki bu yollardan her birisinin de kendisine göre ‘’ bir faturası’’ olacaktır.
Her zaman ciddi bir ‘’tıkaç’’ olarak Kürtlerin karşısına çıkabilme potansiyeli taşıyan Türkiye’nin bugünkü petrol satışı politikasından vazgeçme ihtimaline, bu tehlikeye karşı farklı seçeneklerin de geliştirilmesi şarttır. Bu konuda , geliştirlebilecek bir plan da Rojava üzerinden petrol nakliyatının sağlanmasıdır. Bu elbette ki kolay değildir. Böylesi bir B Planı için, üç alanda çalışma geliştirilmesi lazım. Birincisi, Rojava’da mutlaka ulusal birlik sağlanmalıdır. Bu ulusal birlik Güney Kürdistan Yönetimi ve Kuzey Kürdistan’daki ulusal güçlerle stratejik bir ilişki içinde olmalıdır. İkincisi, Suriye Baas Rejimi’nin Batı Kürdistan’ı parçalamak amacıyla oluşturduğu ‘’Arap Kemeri’’ nin Batı Kürdistan toprakları içinde kaldığı gerçekliğinden hareketle bu bölgelerin Rojava sınırlarına mutlaka katılabilmesi sağlanmalıdır. Bu gerçekleştirilemezse, Batı Kürdistan’ın toprak birliği sağlanmaz. Uçüncüsü, Rojava’dan Akdeniz’e açılmayı sağlayacak bir hat mutlaka oluşturulmalıdır. Kolay olmadığı kesin; ama stratejik bir hamle olacaktır. Bunun sadece Kürtlerin insiyatifine bağlı olmadığı, bölgesel ve uluslararası kimi kabullerin gerekli olduğu açıktır. Akdeniz’e açılan bir Rojava, aynı zamanda Güney Kürdistan’a da büyük bir nefes borusu işlevi görecektir. Bu kolay bir yol değildir, ama mutlaka hesaba katılarak değerlendirilmelidir. Bu durumda Rojava’nın coğrafik konumu, stratejik olarak toprak genişliği, nüfus ve ekonomik gücünden kat be kat daha önemli bir duruma gelecektir.
Bu siyasetin yaşam bulması çabaları ile 3 parçadaki ulusal güçlerin Türkiye ile yeni bir diyalog geliştirmeleri gerçekliği birlikte değerlendirilmelidir. Kuzey, Güney ve Rojava’daki Kürdistani güçlerin ortak bir ulusal stratejiyle Türkiye ile çatışmasızlığı geliştirerek en üst düzeyde karşılıklı çıkarları esas alan yeni bir ilişki içine girmesi çok önemlidir. Güney’in de, Rojava’nın da rahatlaması ve ‘’bir üst lige’’ çıkabilmeleri, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da savaş yerine siyaseti n ve sivil mücadelenin geliştirilmesiyle önemli oranda bağlantılıdır. Kuzey’de sadece çatışmasızlığın değil, en temel ulusal demokratik hakların kabul edilmesi böylesi bir sürecin devamının teminatı olacaktır. K.Kürdistan’da savaşın olmadığı bir ortamda Kürt ve Kürdistan sorununun çözümü için siyasal mücadele esas alınmalıdır. Yekvücut olmuş 3 parça Kürtleri, Türk devletinin Kürtlerin hak ve özgürlükleri konusunda sürdürdüğü ‘’oyalama’’, ‘’zaman kazanma’’ gibi sürünceme siyasetine de önemli oranda set çekebilirler. Türkiye, kendi çıkarları ile 3 parça Kürtlerinin çıkarlarını ortaklaştırmadığı sürece, K.Kürdistan realitesine uygun bir çözüm programını kabul etmediği sürece, ne Kürtlerle sonuç alıcı bir ittifakı olabilir; ne de kendi sorunları içinde boğulmaktan kurtulabilir. Karşılıklı kabul ve çıkarlar temelinde geliştirilecek bu siyaseti Türkiye’nin en geniş kesimleri de makul karşılayacaktır. Devlet ve halkının çıkarlarını düşünen akılcı bir Türk devlet yönetimi de , ‘’oyalama ve kandırma’’ siyaseti yerine Kürt ve Kürdistan sorununun adaletli, eşitlik temelinde en geniş kesimlerin katılımına açık, şeffaf çözümünü ve bu temelde bir ilişki programını geliştirir. Çözümsüzlüğü değişik kılıflarla gizleyen, kapalı kapılar ardında yürütülen görüşmelerle ve tarihin tekerrüründen öte bir anlam taşımayacak olan siyasetlerle artık zaman kaybedilmemelidir.
Bu yaklaşımı eski ‘’Misak-ı Milli’’cilik ile , ‘’Neo Osmanlıcılıkla’’ bağlantılı düşünen ‘’tek millet, tek devlet, tek bayrak’’çılar elbette ki bunun sadece bir ‘’rüya’’ olarak kalacağı gerçekliğini kabullenmelidirler. Artık bağımsızlığı gündemine alan mevcut Güney Kürdistan Federal Devleti ‘ni, tekrar bir ‘’Musul Vilayeti’’ olarak görmek isteyenlere ancak ‘’tarih müzesi’’nin tozlu raflarında ‘’numune’’ olarak yer bulunabilinir. Türkiye ve Güney Kürdistan Devleti’nin ortaklığı da elbette ki gündeme gelebilecek bir seçenektir. Alt limiti eşit iki devletli bir Konfederasyon olabilecek bir ortaklık , yakın bir zamanda değil ama, orta vadede gündeme gelebilir. Bölge, Rojava ve Kuzey Kürdistan’daki gelişmelerin seyri bunun zaman, biçim ve bileşimini önemli oranda belirleyerek , bir seçenek olarak önümüze getirebilir. Güney Kürdistan’ın bağımsızlığa yol aldığı bir süreçte, Türkiye’de ‘’tek dil, tek bayrak, tek millet’’ anlayışıyla sorunun ‘’çözümlenmeye’’ çalışılmasının bir ‘’devekuşu ‘’ politikası olmaktan öteye geçemeyeceği de gerçekliğin diğer yüzünü ifade etmektedir. Eğer bir G.Kürdistan ve Türkiye ortaklığı gündemleşecekse , Kuzeyde de buna uyumlu bir çözüm programı kendisini dayatacaktır.
G.Kürdistan Yönetimi açısından Türkiye ile ilişkiler geliştirilirken, ABD’nin mümkün oldukça desteğini almaya çalışmanın önemi de ortadadır. İran ile de rijitlik ekseninde karşı karşıya gelinmeyecek bir ilişkinin korunmasına dikkat edilmesi gerekliliği de diğer ayrı bir hassasiyet noktasıdır. Kürtlerin ABD, İran ve Türkiye ile dengeli, mesafeli ve 3 devleti de ‘’kollayan’’ bir siyaset izlemeleri, mevcut konjonktürün zorunlu kıldığı bir ‘’sırat köprüsü’’dür. Burada hem tecrübe, hem öngörü , hem de Kürtlerin iç birliği, bu ‘’köprüden’’ zaiyatsız geçmekte en önemli faktörler olacaktır.
ABD daha çok mevcut durumda ‘’Kerküklü bir Kürdistan’’ın denge unsuru olacağı bir ‘’Federatif Birleşik Irak’’i koruyup biraz daha geliştirme siyaseti yürütürken, her şeye rağmen gelişebilecek konfederatif hatta bağımsız devlet seçeneğine de tümüyle reddiyeci bir tutum içinde olmayacaktır. Arap Devletleri’nin G.Kürdistan’ın bağımsız devlet düşüncesine homojen bir yaklaşım göstermedikleri görülmektedir. Mısır ve Filistin doğrudan bağımsız bir Kürdistan’a karşı olduklarını açıkladılar. Suudi Arabistan, Ürdün ve Katar vd. bazı Arap Devletleri’nin de Sunni eksenli bir bakış açısıyla, konfedaratif hatta bağımsız Kürdistan’a karşı bir tutum sergilemeyeceklerini söylemek mümkündür. Avrupa ülkelerinin büyük çoğunluğunun konfederasyon ve bağımsızlık konusunda olumlu bir tutum içinde olacakları yönünde bir kanaat öne çıkıyor. Rusya ‘’iş başa düştüğünde’’ bağımsız Kürdistan’a karşı çıkmayacağının sinyallerini vermektedir. İsrail’li bazı yetkililerin bağımsız Kürdistanı destekler doğrultudaki açıklamaları, Türkiye, İran, Arap Devletleri zemininde geçici olumsuz bir rol oynarken, ABD ve Avrupa’nın desteklerini artırmada olumlu bir rol oynayacaktır.
Musul’un DAİŞ tarafından ele geçirilmesinin sadece Musul ile ilgili bir senaryo olmadığının bilinciyle, tüm Kürtlerin dikkatli, hazırlıklı ama, rahat ve daha sakin bir şekilde geleceğe bakmaları gerektiğini düşünüyorum. Güney Kürdistan’da bağımsız devlet yolu açılmıştır. Bunun ilan süresi bölgesel ve uluslararası bazı kabullerin hızlandırılmasına bağlıdır. Bu gelişmeler tüm Kürdistan parçalarında artık hiçbir şeyin ‘’eskisi gibi kalmayacağı’’ yeni bir ‘’tarihsel sürec’’e kapıyı açmıştır. Herkesin bu gerçeklik temelinde yeniden konumlanması gerekmektedir.
Güney Kürdistan Parlamentosu’nun bağımsızlık referandumu kararı alması için tarih bekleniyor. Başkan Sayın Mesut Barzani, bu karardan kesinlikle vazgeçmeyeceklerini net bir tavırla yineledi. 140. Madde ve Bağımsızlık Referandumlarıyla, Bağımsızlık ‘’kartı’’nı eline almış Güney Kürdistan Yönetimi, hem dünya ve bölge devletlerine , hem de Şii ve Sunni Iraklılara karşı daha güçlü bir şekilde bir ‘’konfederasyon’’ için masaya oturacaktır. Artık kesin olarak ekonomik bağımsızlık, pêşmerge gücünün statüsü ve referandumla gerçekleşmiş 140. Madde dahil , tüm taleplerinin karşılandığı Malikisiz konfederatif yeni bir ortaklık zemini varsa, G.Kürdistan Yönetimi bir süre bu statüyü de reddetmeyecek gibi görünüyor. Aksi durumda, bağımsızlık referandumundan çıkacak kararın uygulanması kaçınılmazdır. Federatif Güney Kürdistan ile tarihe yeni bir kapı açan Kürt ulusu, Konfederatif ve Bağımsız Güney Kürdistan Devleti ile de bin yıllık ‘’makus talihin’’ değiştiği ve yeni bir ‘’çağ’’ın başladığı tarihsel bir sürecin temellerini atacaktır. Yüzlerce yıldır ‘’kaderi bağlanan’’ Kürt milleti ve Kürdistan’ın, artık tersi bir seyirle, atacağı her adım, katlanarak kendisine özgürlük olarak dönecektir. Rojava’da da Hewlêr Mutabakatı temelinde Kürt Yüksek Konseyi (Desteya Bilind ya Kurd) ile ulusal birlik ve ortak bir irade oluşturulursa, Suriye’deki belirsizlikten, Güney Kürdistan’ın da desteğiyle, yeni bir devletleşmenin ortaya çıkması sürpriz olmayacaktır. Evet, ‘’Bu yüzyıl Kürtlerin yüzyılı olacaktır’’. Bunun da en önemli anahtarı her parçada ulusal birliktir; tüm dünya Kürtlerinin birliği ve birbirlerini desteklemeleridir. Güney Kürdistan’ın bağımsızlık talebini desteklemek , Batı Kürdistan’da (Rojava) ulusal birliği sağlamak , Kuzey’de de Güney ile uyumlu bir ulusal güçler mutabakatı oluşturmak ve değişim fırsatlarını Doğu’da ulusal birlik ile karşılayabilmek için tüm gücümüzle el ele verme zamanıdır. Kürtlerin bu konuda yol almaları, PKK’nin tüm parçalarda yeni bir siyaset tarzıyla, ulusal demokratik birliği gerçekten de içselleştirecek bir zemine gelmesiyle önemli oranda bağlantılıdır. Bunun sağlanmasını zorlayacak en etkili faktörlerden biri de, Kuzey Kürdistan’da güçlü bir Kürdistani Parti ile gerçek bir balansın sağlanmasıdır.14.07.2014