
Arjantin’li ünlü yazar Jorge Luis BORGES, “Alçaklığın Evrensel Tarihi” adlı kitabında 1930’lu yıllarda yaşadığı toplumsal koşulları esas alarak gerçek ile hayali karşılaştırarak, toplumda kurmacanın, yalan ve hayal satmanın, inanç pazarlamanın; olgu ve mevcut realiteden daha “gerçek” ve inanılır olduğunu çok güzel anlatmaktadır. Arz ve talep ekseninden yola çıkarak toplumsal güdülme psikolojisi, sürü psikolojisi, kabullenmiş çaresizlik ve boyun eğme psikolojisi zamanla kendi doğal mecrasını yarattığını evrensel tarih kaynaklarından öğreniyoruz.
Bilindiği gibi evrensel tarih, tüm insanlığın tarihini bir bütün olarak sunmayı amaçlayan bir çalışmanın izahıdır. Evrensel tarihçiler, bireysel, tarihsel olayları ve olgular arasındaki bağlantıları ve kalıpları belirlemeye çalışır ve bunları genel bir anlatının parçası haline getirmeyi amaçlamaktadırlar. Tarihsel olaylar ve olgular arasındaki çelişkiler, geçişken zeminler, siyasal ve toplumsal iklimin oluşturduğu basınç ve sunmuş olduğu bireysel çıkar dürtüleri toplumu kör labirentlere doğru sürüklemektedir.
Tarih bu konuda bize yeterince materyal ve veri sunmaktadır. Evrensel tarih kaynaklarının yanı sıra kendi tarihimizden ve bizi kuşatan sömürgeci tarih kaynaklardan bu Alçaklığın dip dalgalarını yaşadık ve biliyoruz. Teşkilatı Mahsusa, ittihat Terakki, Kemalist versiyonlar, Baas ideolojisini gayet iyi biliyoruz. Dinsel retoriklerle piyasaya sürülen Fetih zihniyeti, talan ve yağma kültürünün etkin olduğu bir coğrafyada alçaklığın düzeyi düşman hukukunun ötesinde seyrediyor. Faşizmin kurumsal ekseninde yol alan, toplumsal zemin bulan, ideolojik beslenme ve devamlılık temellinde diktatörlere ilham kaynağı olan ittihat terakki zihniyeti fikir ve uygulamalarıyla yüzyılı aşkın bir zamandır Baas ve Nazi ardıllarını beslemektedir.
Bu hastalıklı faşizm karakteri kendine has bir kitle, sosyoloji ve toplumsal bir iklim yaratmış bulunmaktadır. Ağırlıklı olarak devşirme, mübadele ve sürgün sonrası bu coğrafyaya getirilen toplulukların ardılları tarafından bu toprakların sahiplerine karşı ırkçılık dozunda düşmanlık etmekteler. Kanlı ve jenosid süreçlerinin ardından beyaz soykırım ve masa başı katillerinin dikte ettikleri “ortak payda” etrafında red, inkar ve imha politikaları pazarlamaktalar.
Sokaklarda, kitlesel alanlarda, Asena’nın çocukları kurt ulumalarıyla birlikte, düşmanlık yeminini ederek ırkçı marşlar eşliğinde Kürd milletine ve coğrafyasına karşı “Alçaklığın evrensel tarihine” katkı sunmaktalar. Evrensel hukuk sistemini red eden; kendi varlığını başkalarının red, inkâr ve imha politikası ekseninde sürdüren ve bir bütün olarak kötülüklere yataklık eden bu devşirme akıl silsilesinin bildiği yegâne “hukuk sistemi” düşmanlık hukukudur.
Kürd milletinin tarihine, sembol ve değerlerine, tarihe mal olmuş şahsiyetlere hakaret ederek, faşizmi besleyen etkin zihniyetin, Kürd milletine ilişkin genel stratejisi “Kürd anasını görmesin” minvalinde yürütülmektedir. Ancak bu siyaset tıkandığı süreçlerde, iç ve dış tehditler karşısında ise “iç cepheyi güçlendirme” adı altında “Alavere dalavere Kürd Mehmet nöbete!” siyasetini “çözüm” diye sunmaktalar. Ne yazık ki, ezilen toplum psikolojisi gereği bu siyasetinin alıcıları bir hayli fazladır. Yakın tarihin bize sunmuş olduğu örnekler ışığında, bütün diktatörlüklerde güdülmeye yönelik yalan ve kara propaganda eksenli bir siyasi iklimin olduğunu biliyoruz. Büyük yalanların inandırıcılık olasılığı bir hayli fazla olduğundan ötürü iktidar sahipleri ve çıkar grupları bu konuya özel bir önem vermekteler.
Özellikle Adolf Hitler’in en yakın arkadaşı ve propaganda bakanı Dr. Paul Joseph Goebbels, propaganda konusunda önerdiği yol ve yöntemler zamanla bütün diktatörlerin ve baskıcı devletlerin yol haritası işlevini üstlenmeye başladı. Kan, gözyaşı ve yalancı baharları vaat eden tekçi, benmerkezci ve ideolojik siyasal partiler de bu teknikle sosyolojik zeminlerini, toplumsal yaşamı kontrol etmeye başladılar. Böylelikle süreç içerisinde “büyük yalanın” gizemli gücüyle, toplumsal yaşamı kuşatmayı, bireysel çıkar ekseninde toplumu kontrol etmeyi ve iktidarlarını sürdürmenin zeminini oluşturdular. Sistem, rant ekonomisini cazip hale getirerek mafya gruplarının ve iktidar savaşını yürüten güç odaklarının iştahını kabartarak, toplumu ve sokağı kontrol altına almanın yol ve yöntemini geliştirmeyi sürdürdü. Toplum dokusunu, sosyal, siyasal ve ekonomik avantajlar temellinde parçalayarak kendisine mahkûm etmeye başladı. Böylelikle mevcut ırkçı sistem, iktidar ve muhalefetinin tek merkezden kontrol etmenin saçayaklarını oluşturarak süreci tayin etme ve yönetme becerisini elde etti. Toplumsal mühendislik yöntemleriyle toplumun sosyolojisini değiştirerek, toplumu yalan ve korku labirentinin derinliklerinde yönetme ve gütme işlevi yüzyılı aşkındır sürmektedir.
Dolaysıyla bir toplum da, devlet, siyasal bir hareket ya da “inanç” etiketli bir yapı eğer “ihanetçiyi kahraman; kahramanı da ihanetçi” olarak pazarlayabiliyorsa ve kitlesel düzeyde alıcı buluyorsa, o toplumda ciddi anlamda sosyo-psikolojik sorunlar vardır demektir. Tıpkı Stockholm sendromu gibi zamanla duygusal ve bireysel çıkar ekseninde bir iklim oluşur. Bu iklim diktatörlük aparatlarıyla donatılarak bir egemenlik sistemin zeminini oluşturuyor. Ünlü filozof Voltaire’nin ifade ettiği gibi “sıradan hırsız paranızı, cüzdanınızı, bisikletinizi çalar. Politik hırsız ise geleceğinizi, hayallerinizi, bilginizi, eğitiminizi, sağlığınızı, gülümsemenizi çalar. İkisi arasındaki fark; sıradan hırsız sizi seçer, siyasi hırsızı siz seçersiniz”. Voltaire, bu gerçekleri 1700’ler de Fransa için söylemiştir. Ancak geçen zaman dilimi göstermektedir ki değişen bir şey yok. Günümüz dünyasında hala sömürge hukuku, ezilenlerin malum psikolojisi ve kasaba siyasetçinin cambaz bak oyunu etkin bir şekilde devam etmektedir. Değişim, dönüşüm ve adil bir dünyadan yana olanlar her seferinde kasaba siyasetçilerinin “cambaza bak cambaza!” oyunun mağduru olmaya devam ediyorlar.
Sistemden nemalanan, bir şekilde sisteme entegre olmuş ve sistemin bir aparatı işlevini gören siyasal yapılar, muhalif gibi kendilerini lanse eden politik odaklar gerçek anlamda muhalefet işlevini yerine getiremezler. Bu odakların yegâne görevi sistem adına kontrol edile bilinir bir baraj oluşturmak ve kitlesel öfkeyi ehlileştirmektir. Görev paylaşımı ekseninde, gücü boşa çıkarmak, rotayı değiştirmek veya bireysel çıkarları doğrultusunda rant ve çıkar lobilerini oluşturmak, egemen güç odaklarının kapılarında nemalanmayı hayal edenler daima puslu havayı kollarlar. Sürecin ruhuna ve ihtiyaçlarına göre “görünme” ve “pazarlık sürecine” dâhil olma arzusuyla tepinenler ise kulis, telefon trafiği ve aracı “memurların” marifetlerine mahkûmdurlar.
Mevcut egemen sistem, yüzyılı aşkın bir süredir sürdürdüğü asimilasyon ve entegrasyon politikaları gereği yine Kürd milletine yönelik “havuç-sopa” siyaseti çerçevesinde yeni bir “paradigma” yürürlüğe koymuş bulunmaktadır. İktidar ve muhalefet aynı amaç doğrultusunda “Kürd Mehmet nöbete” çağrılarıyla süreci tetiklemek istiyorlar. Ancak bu tetikleme arzusu değişim, dönüşüm ve adil bir çözümü amaçlamamaktadır. Sistemin iki ana ekseni de, “biz daha iyi Kürdleri sisteme entegre ederiz” temellinde bir yarış içindeler. Dolaysıyla Kürd milleti, millet olmaktan kaynaklanan temel haklarını elde etmek için Kürd tarafı olarak yeni bir paradigma etrafında, ulusal bilinç ve perspektifle hareket etmek zorundadır. Bunun yegane yol ve yöntemi, süreci iyi okumak, ulusal çıkarlar etrafında güç ve sinerji yaratmak; dünün dar grupçu ideolojik kalıplardan kendimizi azade etmekten geçiyor. 3.4.2025