Coğrafyamızdaki toplumsal ve siyasal gelişmeler, bir kez daha gösteriyor ki, düşünme yetisini kaybeden toplum-lar ve birey-ler gelecekle ilgili duygu ve düşüncelerinin yanı sıra ahlaki ve insani değerlerini de yitiriyorlar.
Evrensel insani değerlere yabancılaşanlar, genellikle çok sığ ve itici bir dille, topluma ideolojik ya da dinsel motifli deli gömleğini giydirmeye çalışırlar.
Topluma, bin yıl öncesinin yaşam standartlarını önermek, yalanlara dayalı eski çürümüşlüğü, yozlaşmayı ve değer tanımazlığı “yeni” diye pazarlamak ahlaksızlık ve tükenmişliğin resmidir. Kan, gözyaşı ve ölüm-ler üzerinden nemalanmak isteyenler, bu yalanlar zinciriyle insanlığa karşı büyük suçlar işlemektedirler.
Toplumsal ahlaktan ve insani değerlerden yoksun menfaat bağımlısı çevrelerin ısrarla yalanlardan medet ummaları ve bu yalanları pazarlamak ve bu pazarda palazlanmak için insanlığa karşı suçların yoğun olduğu zeminlerde avlanmayı tercih ediyor olmaları, bu toplumsal çürümüşlüğün ne denli dip yaptığını gösteriyor bize!
Düşünce yoksunu birçok kişi, inanmadığı ve anlamlandırmadıkları baskın inançlar ve düşünceler karşısında nasıl ki, kendilerini ikna etmek için bin bir dereden getirdikleri gerekçelerle etrafa inanıyor gibi davranış içine giriyorlarsa, son yıllarda müritleşen politik okur-yazar kitlesi de aynı yolu izlediğini görüyoruz. Kendilerini ikna ettikleri gibiö “mahalle baskısıyla” ayrı düşünenleri biat etmeye zorlamaktadırlar.
Yaşamın bize öğrettiklerinden biliyoruz ki, kör ve batıl inançlara esir olanlar, kişisel çıkar beklentileriyle müritleşmeyi tercih edenler genellikle kötülüklerin, yanlışlıkların kökünü dışarıda ararlar. Kendileriyle yüzleşmeyi, boy aynasında kendilerine bakmayı, nerede, ne zaman ve niçin kaybettim diye soru sormayı bir kâbus gibi görürler. Bir noktadan sonra kendi gölgeleriyle kavgaya tutuşurlar. Zaman içinde aynadaki yansımalarını kendilerine rakip görürüler. Niyet okumaktan tutun, hedef şaşırtan komplocu algı operasyonlarıyla kendilerini sütten çıkmış ak kaşık gibi gösterirler.
Siyaset arenasında benzer ruh halleri mevcuttur. Toplumsal tepkimeler, zaman zaman kitlelerin beklentilerine cevap vermekten uzak olabiliyor. Kimi zaman çıkara dayalı baskın “umut” duygusu, bir fırtına gibi yıkıcı olabilmektedir.
Toplumun değişim ve dönüşüm beklentilerine yanıt vermeyen her türlü “yeni” girişim, bir noktadan sonra umut kıran bir kıskaca dönüşür.
Örgütsel geto girdaplarında hayal kuranlar, genellikle kendilerini dünyanın odağına koyanlar, her şeyi kendileriyle başlatırlar ve her yeni gelişmenin kendilerini hedeflediğini düşünürler.
Geto psikolojisi öylesine hastalıklı bir duygudur ki güç kazandıkça, bir o kadar da beraberinde korkuları da getirir. Farklı paradigmalarla algı operasyonlarından medet umar hale gelirler. Toplumun önüne örgütsel çıkarlarını ve diktatörlük heveslerini dayatarak, “kırk katır mı kırk satır mı” dayatmasını politik bir kıvraklık olarak görürler.
Son yıllarda, kimi görevli ve sicilli Türk müfettişler, devletin bir türlü başaramadığı Kürd ve Kürdistan sorununu, bu sıfatlı baylar ve bayanlar başaracaklarını düşünüyorlar. Kürdistan halkına ve politik aktörlerine bol kepçeden akıl veriyorlar. Neler yapmalarını, neler yapmamaları gerektiğini bir üst perdeden haykırıyorlar. Artistik ve aktörlük rollerini aktif bir şekilde sahada yerine getiriyorlar.
Tarihin tozlu raflarında yer alan Bakuni’nın o bildik düşüncelerini cilalayıp “demokratik modernite“ referansıyla pazarlamak, ulusal kurtuluş beklentisini, Kemalizm’in cilalanmış yeni yorumu ve “misak-ı milli” nin ruh haline göre halka dayatmakta ısrar etmektedirler.
Devlet aklıyla hareket eden bu müfettişler ve onların öğrencileri, Kürdistani simge ve değerleri küçümseyerek, yok sayarak ya da bir partiyle özdeşleştirerek anlam kaybıyla bir algı operasyonu yürütüyorlar. Bu algı operasyonun ana dayanağı kozmik odalardaki “sözleşmelerin” derin ayrıntılarında, ya da “gizlidir” ibareli sırlı dosyaların içinde saklıdır. Eğer bir gün bu “sır”lı dosyalar ortaya saçılırsa, hep beraber gerçeklerle yüzleşeceğiz. Bugün bile birçok kişi, mevcut yol haritalarının enflasyonuna bakarak, bu gerçeklere vakıf olabilir. Tabi ki, gerçeklerle yüzleşmeye müsait bir karaktere sahipse-ler.
Yol haritalarının geride bıraktıkları bilgi kırıntılarına baktığımız zaman, Kürd ulusal bilincinin belirli aralıklarla törpülenmesi ve giderekten bu bilincin egemen sistem içerisinde tedricen mutasyona uğramasını sağlamak için mobilize edilmiş kitlelerin enerjisinin boşalmasını sağlamak için stratejik yanlışlarda ısrar etmeleri gerektiği öngörüldüğünü görüyoruz.
Toplumsal öfkeyi, yanlış hedeflere yönlendirmek bir devlet aklıdır. Bu akıl, sıradan bir düzenleme ya da günü birlik bir planlama değildir. Tam tersine bin yılların devlet aklının tecrübe süzgecinden damıtılmış rafine halidir.
Değişim ve dönüşümü arzulayan dinamik kitlelerin sinerjisini asgariye indirmenin yegane yolu, kontrollü yanlış hedefler ekseninde bir çatışma zemini yaratmaktan geçtiğini, geçmiş deneyimlerden biliyoruz.
Mevcut egemen sistem, son on yıldır yeni bir konsept eşliğinde, geleceğini garantiye almak ve zaman kazanmak için ikili bir vesayet ve idari şeklinin hayata geçirilmesine göz yumarak, “çözüm” arıyormuş gibi görünüyordu. Ancak gerçekler hiçte öyle değildi. Sömürgeci güçler zaman kazanmak ve yeni bir saldırı hamlesi için güç topluyordu.
İradelerini, bilinmez bir dehlizin karanlıklarına gömenler, 180 derecelik bir açıyla işgalci sistemin politikalarını meşrulaştırma çabaları, başlı başına bir travmadır. Bu travma, her geçen gün çoğalmakta ve kökleşmektedir. Tıpkı tedavisi yapılmayan bir hastalık gibi, bünyeyi zehirlemektedir.
Bu sistemin dayandığı devlet geleneğini bilen ve akıl kodlarını çözenler tarafından ısrarla bu yalan ve içi boş yol haritalarının beyhude olduğu söylendi, yazıldı-çizildi.
Ancak akıl tutulmasına kapılanlar, güç sahipleri, güneşi balçıkla sıvamayı tercih ettiler. ‘Sistemsel bir sorunları olmadığını, bağımsızlık ve devlet kurma taleplerini tarihin çöp sepetine attıklarını’ böbürlenerek anlatmaktan, ‘bayrakla, sınırla sorunları olmadığını’ haykırmaktan zevk almaya başladılar.
Ne oluyor diye soru sormak isteyenler, mahalle baskısıyla, örgütsel güç ve kültürel linç mekanizmasıyla solukları kesildi ya da kesilmek zorunda bırakıldı. Bu mobilize olmuş medya-mahalle baskı mekanizmasını her olayda, her eleştiri karşısında aktif hale getirdiklerini biliyoruz. Tıpkı uzman sorgucular gibi “iyi” ve “kötü” karakter rollerini oynamakta mahirler. Her geçen gün, ardı arkası kesilmeyen algı operasyonlarıyla, bu sürü psikolojisinin toplum içinde kök salması için güdümlü medya ve diğer vasıtalarla doruğa çıkardıklarını görüyoruz.
Çift başlı bir vesayet kültürü mayalanmakla, örgütsel ve toplumsal dinamikleri kontrol altında tutmayı düşünüyorlar.
Elbette bu kirli ilişki ağını, “yurtseverlik” maskesiyle pazarlamak, bellek kaybı yoğun olan toplumlarda, belirli sürelerde etkin olabilmektedir. Ancak bilinmelidir ki, bu algı operasyonları, bu toplumsal erozyon, bu öfke seli, zamanla kartopu gibi giderek bir çığa dönüştüğü unutmamalı. Tıpkı bir bumerang gibi, yıkıcı ve yok edici bir şekilde sahibine dönmektedir.
Bu yanlış politikaların sahipleri, aynı zemin üzerinde bulunan rakiplerini, farklı alternatif güçleri yok etmekle, özünde kendini yok ediyor demektir. Bu konuda, bir kuşkusu olan varsa, tarihin tozlu raflarını kurcalayıp tarihsel gerçeklerle yüzleşebilirler.
Gelinen aşamada asıl sorun, grup ve partilerin olaylara, sürece nasıl yaklaştığı, neler düşündüğü sorunu değildir. Sorun, içinde bulunduğumuz siyasal iklim ve uluslararası konjonktürel durumun yaratmış olduğu tarihsel fırsatlar karşısında, Kürd halkının cellâtlarıyla barışıp entegrasyonu tercih etme ya da özgür halklar gibi, en doğal hakkı olan, “Kendi Kaderini Kendisinin Tayin Etme Hakkı”nı nasıl kullanacağı konusunda yapacağı tercihtir! Kürd ve Kürdistan sorunu konusundaki mevcut algı operasyonların temel hedefi, bu tarihsel tercih noktasıdır… 25/11/2015
Cano Amedi