Acının Coğrafyası, Direnişin Evrenselliği: Barış ve Özgürlük Talebine Dair Kolektif Bir Hafıza

Husamettin TURAN

Acı, zaman ve mekânla sınırlı kalmayan; hem bireysel hem de toplumsal belleğe kazınan bir insanlık halidir. Ancak bazı toplumlar vardır ki, acıya sadece tanıklık etmez, onunla yaşamayı, onu bir hafıza biçimine dönüştürmeyi de öğrenir. Ne var ki bu öğrenme hali teslimiyet değil, yeniden diriliştir. Türkiye’de, Kürdistan coğrafyasında ve dünyanın farklı yerlerinde yaşanan kitlesel şiddet olayları; sadece kurbanları değil, insanlık onurunu da hedef alır. Ve bu onura yönelen her saldırı, barış ve özgürlük talebini daha da yakıcı, daha da haklı kılar.

Reyhanlı, Suruç, Ankara Garı, Cizre, Silopi, Dargeçit, Diyarbakır ve Roboskî… Bu isimler yalnızca birer yer adı değil, aynı zamanda birer toplu mezar anısıdır. Her biri onlarca, bazen yüzlerce canın yitirildiği ve adaletin sağlanamadığı olaylarla hatırlanır. Aynı biçimde Filistin’de bir okulun üzerine yağan bombalar, İran’da bir kadının saçına uzanan devlet eli, Brezilya favelalarında sokakta öldürülen gençlerin suskun cenazeleri de başka coğrafyaların benzer acılarıdır.

Tüm bu yaşanmışlıklar, devletlerin halklara yönelik baskı ve şiddet politikalarının küresel örnekleridir. Nijerya’da yüzlerce kız çocuğunun kaçırılması, Myanmar’da Rohingyalara yönelik soykırım suçları, Sudan’daki iç savaşta sivillerin topluca öldürülmesi ve Kolombiya’da paramiliter grupların işlediği kitlesel cinayetler aynı acının farklı dillerdeki çığlıklarıdır.

Bu çığlık, bazen bir annenin “Beni de öldürsünler” diye haykırmasında, bazen cesetlerin üzerine örtülen gelinliklerde, bazen çocukların yarım kalan oyunlarında yankılanır. Her biri, barışın sadece bir politik söylem değil, aynı zamanda bir yaşama hakkı olduğunu haykırır. Bu haykırış, “barış ve özgürlük” talebini yalnızca haklı değil, aynı zamanda insanlık için zorunlu bir erdem haline getirir.

Ancak bu talep çoğu zaman kriminalize edilir. Barış istemek terörize edilir, özgürlük savunusu düşmanlaştırılır. Türkiye’de “barış akademisyenleri”nin yaşadığı süreç, İran’da Jina Amini’nin ardından sokaklara dökülen kadınların bastırılması, Kolombiya’da barış sürecine destek veren köylülerin hedef alınması bu baskının evrensel örnekleridir. Her biri, devletlerin egemenlik refleksiyle nasıl demokratik hakları bastırdığını gösterir.

Oysa barış sadece silahların susması değildir. Barış, hafızanın tanınması, travmaların onarılması ve toplumsal adaletin tesisiyle mümkündür. Bu çerçevede geçiş dönemi adaleti uygulamaları, hakikat komisyonları ve kamusal özürler yalnızca geçmişi değil, geleceği de kurma çabalarıdır. Güney Afrika’nın Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu, Arjantin’in diktatörlük dönemiyle yüzleşmesini sağlayan “Asla Bir Daha” bildirgesi ya da Ruanda’da yerel halk tarafından yürütülen adalet mahkemeleri, bu sürecin evrensel araçlarıdır.

Barış ve özgürlük bir çatı, bir oyun, bir gülümseme, bir öpüş, bir bakıştır. Durdurulmuş hayatların, kesintiye uğramış düşlerin, parçalara ayrılmış bedenlerin ortak adıdır. Bu nedenle barış istemek, sadece savaş karşıtlığı değil; çocukların koşma, gençlerin sevme, yaşlıların hatırlama hakkını savunmaktır. Ve bu hak, din, dil, ırk fark etmeksizin evrenseldir.

Bugün dünya daha fazla militarizm, daha fazla otoriterlik ve daha fazla yıkımla karşı karşıya. Ama bu karanlık karşısında hâlâ Elif gibi dimdik duran çocuklar, annesinin feryadıyla ayağa kalkan halklar ve diz çöktüğü yerden doğrulup yürümeye devam eden topluluklar var. Bu direniş, yeni bir dünyanın habercisidir. Ve bu dünya; barışla, özgürlükle, hakikatle kurulacaktır.

Hüsamettin TURAN

Geef een reactie

Je e-mailadres wordt niet gepubliceerd. Vereiste velden zijn gemarkeerd met *