İbretlik ve utanç verici

 

Esat Oktay Yıldıran, insanlık tarihinin görebileceği en korkunç işkencecilerinden biriydi. Onlarca insan onun direkt katıldığı ya da sevk ve idare ettiği işkencelerde hayatını kaybetti, sakat kaldı. Yıldıran, yaptıklarıyla salt bir kuşağa cehennem azabı yaşatmadı; onun ektiği kötülük tohumları ondan sonra da halka hayatı zehir etti bıraktı. Ve şimdi bu insanlık katilinin adı bir ilkokula verildi. 12 Eylül faşizminin kol gezdiği seksenlerde, devlet terörünün ayyuka çıktığı 1990’larda bile cüret edilmeyen bir rezalet bu. O da AK Parti iktidarına nasip oldu! Nereden nereye gelindiğini bundan daha iyi anlatan bir misal zor bulunur.

Yıllar önce 78’liler Girişimi, “Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu” adlı bir komisyon kurmuş, bu komisyon da Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi’nde 1980 darbesi döneminde yaşananları belgelemek ve kamuoyuna sunmak için üç yıl süren bir çalışma yürütmüştü. Komisyon, bu cezaevinin mağduru olan 451 kişinin tanıklığına başvurarak bir rapor hazırlamış ve 25-26 Eylül 2010 tarihlerinde Diyarbakır Barosu ile birlikte bu raporun bulgularının tartışıldığı bir sempozyum düzenlemişti.

İki gün boyunca nefesimi tutarak o sempozyuma katılmıştım. O cehennemde kalanların ve onların yakınlarının başına gelenleri soluğumu tutarak dinlemiş ve aldığım notları sonradan bir yazıya (Stratejik Düşünce Dergisi, Şubat 2011) dökmüştüm. O yazıdan geniş bir alıntıyı yapayım müsaadenizle:

“Hayatımın en zor toplantısı oldu. 5 Nolu hakkında yazılan kitapları ve yazıları okumuşluğum ve orada kalmış dostları dinlemişliğim vardı. Yani bu mevzua yabancı biri değildim. Ama yine de dinlediklerim çok ağır geldi. Bazen salonu terk etmek ve bir nefes almak için kendimi dışarı atmak ihtiyacı hissettim. Boğaza düğümlenen cümlelerden, çatallaşan seslerden ve göz pınarlarına kadar inmiş damlalardan büyük bir acı ve utanç duydum.

Tanıklığına başvurulan mağdurların anlattıkları, insanların kötülük etme potansiyellerinin ne denli büyük olduğunu gözler önüne seriyordu. Tanıklar sakin bir sesle; falakayla patlatılmış ayaklarla tuzlu zemin üzerinde yürütmekten Filistin askısına, ıslatılmış bedenlere elektrik vermekten dışkı yedirmeye, aç bırakmaktan kanalizasyon çukurlarına atmaya, Kürtçeden başka bir dil bilmeyen yaşlı tutuklulara 70 kadar Türkçe marş ezberletmekten esas duruşta yatmaya kadar her türlü vahşetin uygulandığını anlatıyorlardı.

Mustafa Yavuz’un sözleri, cuntacıların insanlık değerlerinden zerrece nasiplenmemiş olduğunu gösteriyordu:

“Biz aynı aileden dört kişiydik; üç kardeş babamla birlikte cezaevindeydik. Zaman zaman babama karşı bize, zaman zaman da bize karşı babama işkence ediyorlardı. Bir kardeşim bu zulme dayanamadı, onu işkencede kaybettik.” 

Bu zalimliğin öncelikli muhatabı siyasi tutuklulardı. Çünkü 5 Nolu Cezaevi, Kürtlere karşı duyulan etnik öfke ve hıncın mekânıydı ve burada Kürtlerin kimliklerine yönelik sistematik bir şiddet politikası yürütülüyordu. Dolayısıyla siyasi davalardan ötürü içerde olanlar, tarifi imkânsız fiziki işkencelere maruz bırakılmada, aşağılanmada ve kimliksizleştirilmede temel hedef konumundaydılar. Ancak İrfan Baboğlu, sadece onların değil, adli suçluların da işkence tezgâhlarından geçirildiğini anlatıyordu:

“Kemal Pir’in ölüm orucuna yattığı günlerdi. Esat Oktay Yıldıran yanındakilerle beraber koğuşa girdi ve ‘Devlete ve devletin gücüne inananlar bu tarafa, devlete inanmayanlar diğer tarafa geçsin” dedi. Aramızda bir kaçakçı vardı ve o da bizim tarafımıza geçti. Yıldıran, onu bizim aramızda görünce ona dönerek ‘Oğlum bunlar PKK’lı, tamam onlar devlete inanmıyor, ama sen kaçakçısın sana ne oluyor?’ diye sordu. Kaçakçı şöyle cevap verdi: Komutanım bu copu bize yedirirken PKK’lı mı, değil mi ayrımı yapmıyorsunuz, bu copu hepimize yediriyorsunuz.”

Kadınlar ve çocuklar da, 5 Nolu’nun tahayyül ötesi vahşetinin kurbanı olmuşlardı. Yasal bir gençlik ve kadın derneğinin kurucu üyesi olduğu için tutuklanan ve 1982-83 yıllarında bu cehennemi yaşayan Mehdiye Özhal Azbay’ın sözlerinde kadınların ve çocukların yaşadığı dramın çarpıcı örnekleri vardı:          

“Bizi, tek bir kelime Türkçe bilmeyen yaşlı kadınlara bir hafta içinde Türkçe öğretmeye zorluyorlardı. Tabi bu imkânsızdı, kadınlar Türkçe öğrenmeyince bize işkence ediyorlardı. Tüm uygulamalarında bizi kişiliksizleştirmeye çalışıyorlardı. Türkçe bilmeyen yaşlı kadınlar, cezaevinin ortasına çıkarılıp, ‘Ben Türk kadınıyım, ben Atatürk kadınıyım” diye bağırtılırdı. Aramızda tecavüze uğrayan kadınlar vardı. Çığlık çığlığa uyanan kadınlar vardı.

Çocuklar da vardı aramızda. Hüsniye Killi’nin oğlu Cemil, 2.5 yaşındaki Helin (ki cezaevi yönetimi ona Meral derdi) ve Recep. Gardiyanlar, Helin’in annesini dövünce Helin çığlık atıp ağlamaya başlardı. O ağladıkça gardiyanlar annesine daha fazla vuruyordu. Biz Recep’e ‘Reco’ derdik. Bir gün annesi Reco’nun başını okşadığı için öldüresiye dövüldü, gardiyanlar annesini döverken Reco annesinin bacağına yapışmış ağlıyordu.”

12 Eylül’ü 5 Nolu’nun çocuk koğuşunda geçiren İbrahim Genç’in anlattıkları da tüyler ürperticiydi: “Çocuk koğuşlarında hem maddi hem de manevi bir işkence vardı. Türk-İslamcı bir mantalite ile milli kimliğe işkence ediyor, bir beyinsizleştirme politikası uyguluyorlardı. Dini inancı olsun olmasın her çocuğun namaz kılması ve oruç tutması mecburi idi. Bir gün biz üç arkadaş çürüyen dişlerimiz çekmek için doktora gittik. Önce uyuşturdular ve ardından dişlerimiz çektiler. Uyuşturucunun etkisi geçtikten sonra, her üçümüz de fark ettik ki, çürük dişlerimizi yerlerinde bırakmışlar, sağlam dişlerimizi çekmişler.”

5 Nolu Cezaevinin zulmederek yıldırma ve sindirme politikası sadece içerdekilere yönelik değildi, dışarıdaki tutuklu yakınları ve tutukluların avukatları da bundan paylarına düşeni alıyorlardı. Mazlum Doğan’ın ablası Serap Mutlu Doğan “Görüşmeler iki saniye sürüyordu” diyor ve ekliyordu: “Öylesine bir işkence vardı ki, onu anlatmak mümkün değildir. İçerdekilere canice davrandıkları kadar biz onların yakınlarına da o kadar canice davranıyorlardı, amaçları bizi oradan uzaklaştırmak ve onları sahipsiz bırakmaktı.”

Hapishanede öldürülen Necmettin Büyükkaya’nın kızı Serdil Büyükkaya, soğukta sıcakta saatlerce kapının önünde bekletildiklerini hatırlatıyordu. “Bu beklemeler sırasında çevredeki kahvehaneler ve evler bizi misafir ediyorlardı. Ama daha sonra, bizi misafir ettikleri için tehdit ediliyorlardı. İçerdekiler bizim görüşe gitmemizi istemiyordu. Çünkü her görüşmeden sonra onlar çok büyük işkencelere maruz kalıyorlardı.”   

Büyükkaya,bir gün cezaevi demirlerinin arasından baktığını ve zincirlenmiş tutsakları gördüğünü anlatıyor. “Köle filmleri seyrediyor olmalıyım o zamanlar. Zincirlenmiş tutsakları gördüğümde, onları filmlerde gördüğüm kölelere benzettim. Yalnız bir fark vardı: Bunlar beyazdı.”

O dönem davalara girme cesareti gösteren az sayıda avukattan biri olan Diyarbakır Barosunun eski başkanı Mustafa Özer, avukatların tehdit edildiğini belirtiyordu: “Avukat olarak tek başına görüşmeye gidemiyorduk. Bir kez tek başına gittim, Esat Yıldıran beni tehdit etti. Müvekkillerimizle görüşme süremiz maksimum 60 saniyeydi.”

Özer’e göre, insanlar ne ile itham edildiklerini bilmiyorlardı, dolayısıyla yargılamalar bir düzmeceden ibaretti. “Düzmece mahkemelerle binlerce insanı yargıladılar. Gözaltı süresi 90 gündü. Bu süre boyunca aileleri ve avukatlarıyla görüşme imkânları yoktu. Biz onlara ne yapıldığını ancak onları ilk mahkemede gördüğümüzde öğreniyorduk”.

Mahkemede sanıkların kendilerini savunma imkânları yoktu. İdamla yargılananların dahi söz isteme hakkı yoktu, kendilerini savunamıyorlardı. Siverek-Hilvan davasından tutuklu Cemil Tüysüz, ilk duruşmada hâkimin kendisine yönelik suçlamaları karşısında neyle suçlandığını bilmiyordu ama idamla yargılanıyordu. Savaş dönemlerinde dahi olmayacak bir yargılama vardı. Mahkeme önüne gelen herkes suçlu ve vatan haini olarak görülüyordu.”

Zincir, Büyükkaya’nın olduğu gibi, Özer’in hafızasında da önemli bir yer tutuyordu. “Sanıklar mahkemeye bir zincirle birbirine bağlanmış bir şekilde getiriliyordu. Her birinin başı diğerinin omzuna gelecek ve hiç kimseyle göz teması yapamayacak bir şekilde sıralanıyorlardı.

Her mağdur “söylenecek ve yaşanacak her şey eksik kalır” diyerek söze giriyordu. “Sorulmadığı müddetçe anlatmama gibi bir yanlışımız var” diyen Haluk Yıldızhan’a göre anlatılan her şeyin eksik kalmasının nedeni “kendi kendimize uyguladığımız sansür, yani oto-sansür” idi. “Her anlattığımızda ‘acaba karşımızdaki bize inanıyor mu?’ diye düşünüyor ve kendimizi sınırlıyoruz.”

Her tanıklık çarpıcıydı, yaralayıcıydı. Ama beni en çok yaralayan Yıldızhan ve Yavuz’un bıçak gibi sözleri oldu. Yıldızhan, 5 Nolu’yu şöyle tanımlıyordu: “Burada bir insanın en doğal ihtiyaçları bile bir işkenceye dönüşüyordu. 5 Nolu,  her dakikanın ve her saniyenin bir işkenceye dönüşmesidir.”

Yavuz ise, ölüm korkusuna galebe çalan bir ölmeme korkusundan bahsediyordu: “Ölmek isterdiniz ancak kendinizi öldüremezdiniz. Çünkü deneyip de ölmezseniz bu daha korkunç sonuçlara yol açardı. Ben ilk defa ölmeme korkusunun ölme korkusundan fazla olmasını Diyarbakır Cezaevinde gördüm.”

Kıyım makinesi

5 Nolu, bir devletin insanlar üzerinde acımasız bir terör estirmesinin, insanların her anını terörize etmesinin simgesiydi. Bir kıyım makinesiydi 5 Nolu, insanın haysiyetini, kimliğini, benliğini kıyıp biçmenin adıydı. “Dünyanın gelmiş geçmiş en kötü on cezaevinden biri” idi.  O cehennemi soluyanların sözleriyle “sadece basit bir işkence merkezi değildi. Aynı zamanda siyasal-sosyal bir deney merkezi, insanların kimliklerinin yok edilip, teslim alınmak üzere kurulmuş asimilasyon okulu, şiddetle beslenen özel bir kişiliksizleştirme laboratuvarıydı…” Orası Diyarbakır 5 Nolu Cezaeviydi…”

Esat Oktay Yıldıran, bu zalimliğin kralı, her şeyiydi. İnsanlık tarihinin görebileceği en korkunç işkencecilerinden biri, devlet terörünün en önde gelen temsilcisiydi. Onlarca insan onun direkt katıldığı ya da sevk ve idare ettiği işkencelerde hayatını kaybetti, sakat kaldı. Yıldıran, yaptıklarıyla salt bir kuşağa cehennem azabı yaşatmadı; onun ektiği kötülük tohumları ondan sonra da halka hayatı zehir etti bıraktı.

Ve şimdi bu insanlık katilinin adı bir ilkokula verildi. Lanetle anılması gereken bir isim, ne yazık ki, küçük çocukların gittiği bir eğitim kurumunun tepesine asıldı. Bu işin altında imzası olanların kastı açık: Kürtlerin haysiyetine saldırmak ve “dün yaptık, bugün de yarın da yaparız” demek. 12 Eylül faşizminin kol gezdiği seksenlerde, devlet terörünün ayyuka çıktığı 1990’larda bile cüret edilmeyen bir rezalet bu. O da AK Parti iktidarına nasip oldu!

Daha dün, 2021’de “Adı zulümle, işkenceyle, insanlık dışı muameleyle anılan Diyarbakır Cezaevini” bir müzeye dönüştüreceğini söyleyen AK Parti, bugün o zulümle, o işkenceyle, o insanlık dışı muameleyle özdeşlemiş bir ismi bir okula verir oldu. Nereden nereye gelindiğini bundan daha iyi anlatan bir misal zor bulunur.

“İşkenceye sıfır tolerans” diye işbaşına gelen bir iktidarın, giderek işkenceyi ve işkenceci başını yüceltmeye dönüşmesine tanıklık ediyoruz. İbretlik ve bir o kadar da utanç verici bir dönüşüm bu!   

(Çizimler: Zülfikar Tak; Raşit Kısacık’ın İşkence ve Ölümün Adresi Diyarbakır Cezaevi, Ozan Yayıncılık, 2015)

Vahap COŞKUN

Serbestiyet

Geef een reactie

Je e-mailadres wordt niet gepubliceerd. Vereiste velden zijn gemarkeerd met *