İbrahim GÜÇLÜ
Gülfer Hanım’ın cezaevi ve mahkemelerde benimle, genelle ilgili olarak önemli tanıklıkları oldu. Onları yazacağım. Ondan önce, cezaevinde ve mahkemedeki tutumumu görünce yaptığı bir itirafı, aynı zamanda bütün zamanlarda ve ortak yaşamımızdaki birkaç temel konudaki önemli ve çok değerli yaklaşımlarını aktarmak istiyorum.
GÜLFER HANIMIN İTİRAFI: “BEN SENİN DDKO BAŞKANLIĞINA KARŞI ÇIKMIŞTIM. AMA SEN DDKO BAŞKANLIĞINA LAYIK BİR İNSANDIN”…
Gülfer Hanım, ceza evinde ve mahkemede olup bitenleri, cezaevinde bulunan tanınmış insanların tutumlarını önce stajyer avukat ve daha sonra avukat olarak yakından izleme olanağı buldu. Hiç şüphe yok ki, benim de ceza evindeki ve mahkemedeki tutumu izleme, gözleme olanağına sahip oldu.
Gülfer Hanım, DDKO’ya Ankara’da daha öğrencilik yıllarında gelmeye başladıktan sonra, beni tanıdı. Beni o zaman yakından tanıma fırsatı buldu. İlk plânda Anadolu Kürdü olduğumu, yaşı da DDKO’da bulunan yöneticilerden ve üyelerden daha küçük olduğunu öğrendi. Özellikle de bir Anadolu Kürdünün DDKO Başkanı olmasını çok hazmedemiyordu. Kendi yakın çevresine ve Hukuk Fakültesinde olan Hakkarili Salih Sıtkı (Onu genç yaşlarda trafik kazası sonucu kaybettik), Urfalı Nafiz Şansal’a (İstanbul’da yaşayan oldukça değerli bir arkadaşımız. Avrupa dönüşünde 1998’den sonra bir dönem komşuluk yaptığımız bir arkadaş) arkadaşlarımıza,, “siz Kürdistanlılar ölmüş müydünüz ki, bir Anadolu Kürdünü DDKO’ya başkan yaptınız”, diyor. O arkadaşların ne cevap verdiklerini şu an bilebilir durumda değilim. Ama onların Kürtler hakkındaki düşünce ve felsefelerini, benimle ilgili düşüncelerini göz önüne aldığım zaman büyük ihtimalle, “Kürtlerin farkı yoktur. Anadolu Kürdü de bizim Kürdümüz. Onlar da bizden bir parçadır. Ayrıca İbrahim iyi bir Kürt ve arkadaşımız, bu işe de uygun-layık insandır” demişlerdir
Buna rağmen Gülfer Hanım, kendi düşüncelerinden hemen vazgeçmiyor. Benimle tanıştıktan sonra da bu düşüncelerini bir tarzda, bana sıcak bakmayarak yansıtıyordu. Ben bu yaklaşımının nedenini bilmemekle birlikte, yeni tanışan insanlar olarak da normal karşılıyordum. Neticede hepimiz, herkes yeni tanıştığımız insanlara hep ihtiyatla yaklaşırız.
Gülfer Hanım, benim ceza evinde en önde mücadele eden ve yönetimin haksızlıklarına karşı direnenlerden biri olduğumu gördü. Mahkemedeki en önde mücadele edenlerden biri olduğumu ve mahkemede bu mücadelemden dolayı iki sefer mahkeme içinde tutuklanmamı ve hücre cezalarına çarptırıldığımı izledi. Mahkeme hâkimlerinin Kürt düşmanlığını ve ırkçılığına karşı mücadeleme, mahkemeyi meşru görmememi izledi. Büyüklerimizin bir kesiminin teslimiyetini ve baş eğişine şahit oldu. O zaman benim hakkımdaki görüşlerini değiştirdi. “Ben, ilk tanıştığımızda İbrahim hakkında yanlış düşünmüşüm. Bir Anadolu Kürdü olarak DDKO Başkanlığını yapmaya layıktır. Bunun da hakkını veriyor” görüşüne varıyor.
Bu düşüncelerini bir dönem sonra da bana aktardı. Ben de, “ilk tanışmamızda benim hakkımda böyle düşünmesinin normal olduğunu” ifade ettim. Biliniyor ki o dönemde Kürtler birbirlerini yakından tanımıyorlar. Anadolu Kürtlerini tanımayı bir tarafa bırakalım, Kürdistanlı Kürtler de birbirlerini tanımıyorlardı.
Bunun da sebebi, Türk Kemalist Devletin kuruluşundan sonra, Kürt milletine ve Kürdistan’a karşı yürütülen sömürgeci siyasetler ve stratejilerdi. Kürtleri yok sayma siyasetiydi. Kürtlerin yok olduğunun kafalara sokulmasından sonra, Kürtlerin özel olarak bir milletin bireyleri olarak birbirlerini tanımalarına, birbirlerine yaklaşmalarına, birbirleriyle ortak yaşam alanlarına yaratmalarına da gerek olmadığı ve olmayacağı açıktı. Olan da bundan başkası değildi.
GÜLFER HANIM MÜCADELEM SÜRECİNDE HİÇ BİR ZAMAN ŞUNU YAP VE ŞUNU YAPMA DEMEDİ. BİR İSTİSNASI VAR, “SADECE OKULU BİTİR DEDİ”…
12 Mart 1971 Askeri Darbesi döneminde, devletin Kürtler hakkındaki yaklaşımı, askeri savcının bizim hakkımızda idam talebinde bulunması, mahkemelerde ne tür ağır sonuçların ortaya çıkacağı belliydi. Bizim davranışlarımızın da bu sonuçları etkilemesinin söz konusu olduğu düşünülüyordu. Mahkemede çetin mücadele verenlerden biri olduğum da ortadaydı. Dolayısıyla bu büyük cezadan pay alacaklardan biri olduğum da açıktı.
Ceza evinde bütün tutuklu siyasilerin ve Kürtçülerin hayatının tehlikede olduğu gerçeği vardı. Benim cezaevindeki olaylarda baş aktörlerden biri olmam biliniyordu.
Gülfer Hanım buna rağmen, hiçbir zaman bana şunu yap ya da şunu yapma demedi. Oysa neticede benim yaptıklarımın ve başıma geleceklerin doğrudan onun hayatını ilgilendirdiği tartışmasızdı.
Ceza evinde bir karşı lobinin, “siyasi savunmalar olursa idamlar gündeme gelir, ya da en azından büyük cezalarla karşı karşıya kalırız” dediği zamanda bile, bana neden siyasi savunma yapıyorsun” demedi.
Ceza evinde ölümle karşı karşıya geldiğimiz dönemlerde, özellikle de 2 Mart Direnişinde bu gerçek kapıda iken, kendisi de bir avukat olarak bu konuya yakından vakıf ve gören biri olmasına, yüz etlerimin ve ağız içi etlerimin, bacak etlerimin döküldüğüne şahit olmasına rağmen, “sen neden bu direnişe katıldın, bu direnişe öncülük ettin” demedi.
Ben cezaevinden çıktıktan sonra, Kürt ve Kürdistan Davası için bir değerli ekiple örgüt kurmaya başladım, dava için profesyonel çalışmaya başladım, “yeter bu işi” yapma demedi.
Bu demediklerini, gelecek yazılarımda, değişik dönemlerdeki ortaklıklarımızda dile getirecek ve anlatmaya çalışacağım.
Ben ceza evinde, İkinci Döneme kalan iki dersimden imtihanı geçtikten sonra, dördüncü sınıfa geçtim. Cezaevinden çıktıktan sonra, Kürt ve Kürdistan davası için profesyonel çalışmaya karar verdiğimden, okulu bitirmek aklımdan geçmiyordu. Okulu önemsemiyordum. Gülfer Hanım bunu tespit ettiği zaman, “hukuk fakültesi önemli bir okul. Davamıza da yardımcı olacak ve kolaylık sağlayacak bir meslek. Bundan dolayı okulu bitir, yine de avukatlık yapma” dedi.
Gülfer Hanım’ın yap dediği tek istisna işlerimden biridir. İyi ki de bunu söylemiş. Ben de okulu bitirdim. Hukuk Fakültesini bitirmek, bir lig atlama gibi bir şey olduğunu sonra yaşamımda ve mücadele hayatımda anladım. Gülfer Hanıma bu konuda teşekkür borçluyum. İyi ki de “yap” demiş.
“BANA SEN NEDEN ÇALIŞMIYORSUN DEMEDİ” VE KAZANCINI KULLANMAMI DA HİÇ BİR ZAMAN BAŞ KALKINCI YAPMADI…
…
Gülfer Hanım, başarılı bir avukattı. Bir bölgenin avukatlık işlerine (Diyarbakır, Ergani, Maden, Piran, Çermik, Çüngüş, Elazığ) bakıyordu. Piran ve Maden Belediyesinin anlaşmalı avukatıydı. Maden Sendikasının ve Elazığ Fero Krom Sendikasının sözleşmeli avukatıydı. Şırnak ve Mazıdağı sendika şubelerinin de işine bakıyordu.
Tahmin edileceği gibi çok para kazanıyordu. Ben de profesyonel çalışmalarımı onun gelirleriyle sürdürüyordum. Ayrıca örgütsel çalışmalara da maddi katkısı oluyordu. Bölgedeki çalışmalarımın tümünün finansmanı onun sırtındaydı.
Evi de o geçindiriyordu.
Buna karşılık, hiç bir zaman bana “neden çalışmıyorsun” demedi, parayla ilgili bir gün bana hiçbir şey hissettirmedi.”Benim paramla işlerini yürüyorsun” demedi.
Bunu gördüğüm zaman, asaletini gördüm.
GÜLFER HANIM, ÇALIŞKAN BİR KADIN VE EŞ. O SADECE AVUKAT DEĞİL, AVUKATLIK DIŞINDA ÇOK ÖNEMLİ GAYRİ RESMİ MESLEKLERE SAHİP…
Gülfer Hanım, daha öncede belirttiğim gibi çok çalışkan ve enerjik bir eş ve kadın. O benden 3 yaş büyük. Şimdilerde 74-75 yaşında. Evde günde halen 8-10 saat çalışıyor dersem şaşırmayın. O bu yaşında halen yeni şeyler öğrenmeye çalışıyor, öğretmeye çalışıyor, gayrı resmi meslek kazanıyor. Ama bütün bunların gösterişsiz yapıyor.
Gülfer Hanım sadece avukat değil. O bir çiftçi, o Arap Dünyasında Fransa ve İtalyanların modası düzeyinde bir aba modelisti ve üreticisi, bir iş ve finans kadını, borsacı, alternatif tıpçı, sebzeleri ve meyveleri doğal olarak kurutma ve dönüştürme ustası.
Bu meslekleri ne zaman nasıl edindiğini daha sonraki yazılarımda anlatmaya çalışacağım.
GÜLFER HANIM CESUR OLUŞUNU SIKIYÖNETİM/CUNTA DÖNEMİ SONRASINDA DA GÖSTERDİ…
Gülfer Hanım, 12 Mart 1971 sıkıyönetim /cunta döneminde, 3 yıl boyunca, birçok Kürt gibi ya da daha fazlası bir şekilde baskılara, tehditlere, gizli takiplere, hakaretlere, her türlü sindirme hareketlerine karşı durdu. Cesur davrandı. Hiçbir zaman bu konuda bana/bize şikâyette bulunmadı.. Hepsini kendisi savuşturdu.
Sıkıyönetim / Cunta döneminden sonra benim cezaevinden çıkmamdan sonra (Temmuz 1974) yerel güçler tarafından evimizin temeline dinamit konuldu.
Ergani şehir merkezinde bir arkadaşımız Muharrem Demir’in park niteliğindeki kahvesinde birçok arkadaşımla birlikte bana suikast düzenlendi. Bu suikast sırasından önemli çatışmalar yaşandı.
1977’de Ergani’de salonda düzenlendiğimiz Newroz Gecesinde uzun menzilli silahlarla evimize doğrudan saldırı oldu, aramızda çatışmalar çıktı.
Daha sayabileceğim onlarca değişik türden saldırı ile karşılaştık. Gülfer Hanım bu saldırılardan yılmadı. Ergani’yi terk edelim demedi. Bu saldırılar senden dolayı gerçekleşiyor da demedi.
Gülfer Hanım, daha ötesi bir cesaret örneği gösterdi. Avukat olarak kendi parasıyla bize son model bir teksir makinesi aldı. Bu teksir makinesini evimize yerleştirdik. Evimize yerleştirilen teksir vasıtasıyla bildiri ve bülten yayınları gizlice evimizden yapıldı. Bu kadar riskli bir işi avukat olarak göze almak cesurluğun ötesinde bir delilik gösterisiydi.
Diyarbekir, 14 Eylül 2020
(Devam edecek)