Küresel dünyanın en kozmopolit konumu olan Ortadoğu’da kartlar görünür bir biçimde karılmaya başlandı. Sykes-Picot anlaşmasının sona ermesi ve küresel aktörlerin, Ortadoğu’da hegemonya oluşturma girişimleri, küresel güçleri karşı karşıya getirdi. Küresel siyasette söz sahibi olan ülkelerin dışında, bölgesel aktörlerin de yeniden tesis edilme sürecine giren Ortadoğu’da pay kapma girişimi, ülkelerin ittifak manevrası çerçevesinde gruplara dağıldığını işaret ediyor. Süpergüç Amerika Birleşik Devletleri (ABD), 2003’ten bu yana belirgin bir şekilde varlığını gösterdiği Ortadoğu coğrafyasında tekrar tek kontrol mekanizması olmayı hedeflerken, Rusya’da Sovyet Rusya’dan kalan hesabı görmek içinde bölgeye tekrardan intikal sürecini başlattı.
Ortadoğu coğrafyasında görünürde her ne kadar ABD ekseriyetle gücü elinde bulundursa da, mevcut şartlarda değişim gösteren politik dengeler bu gücün bir nebze de olsa kırılma noktasına ulaştığının habercisi olarak yorumlanabilmektedir. Rusya’nın bölgeye nüfuz süreci ve geçmişten gelen Akdeniz parolası, ABD’ye karşı bir diğer süpergüç olarak kodlanmasına olanak sağlamakta ve real siyasette Rusya’nın bölgede söz sahibi olmasına olanak sağlamaktadır. Diğer küresel aktörlerin aksine Rusya, Ortadoğu petrolüne ihtiyaç duymamakta, ve bölgede yaşanacak istikrarsızlıkların sonucunda petrol fiyatlarını artırmasından fayda sağlayacak olan bir ülkedir.
Özellikle Rusya’nın güncel politikası, holoistik mensubiyet içinde olduğu küresel güçlerin desteğini arkasına alarak bölgesel konumda söz sahibi olan ülke(ler) ile belirli bir konsensüs içine girmektir. Ortadoğu’ya ekonomik, politik ve siyasi olarak hükmetmek isteyen Ruslar, bugünün hesaplarını geçmişten yaparak ABD’nin (bölgesel) politik cambazlığına set çekmeyi amaçlamıştır. Rusya özellikle geçmişten bu yana, Suriye ile işbirliği yaparak Ortadoğu’da hakimiyetini korumayı amaçlamıştır. Şam-Moskova ilişkileri, 1946 yılında yapılan gizli anlaşma ile SSCB zamanında başlamış ve 1950 yılında imzalanan “Saldırmazlık Paktı” ile ileri bir seviyeye taşınmıştır. Bu ikili ilişki, 1955 Bağdat Paktı ile ilerlemiş ve Suriye’nin 1958 yılında Mısır ile beraber kurduğu Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin, Rusya ile savunma anlaşması yapması, 70’lerde Suriye’nin Rusya’dan silah alımı ve 1980 yılında Hafız Esad’ın Rusya ziyeretinde, Moskova ile yaptığı “Dostluk ve İşbirliği Anlaşması” Rusya’nın Ortadoğu politikasının sona ermediğini, aksine farklı manevralar ile yeniden şekillendiğinin göstergesidir.
Bir diğer süpergüç ise Amerika Birleşik Devletleri. ABD’nin 2003 Irak Savaşı, her ne kadar ABD’nin argümanıyla bölgeye “Demokrasi ve Barış” getirerek Irak’ı bölgede model ülke yapmak olsa da, durum elbette bundan çok farklı bir perde arkasına sahipti. ABD’nin Irak’a asıl giriş amacı, Saddam rejimini devirdikten sonra, kitle imha silahlarını ele geçirerek terörist gruplara hükmetmek ve bölgedeki petrol kaynakları ile enerji yollarını kontrol altına almak idi. ABD’nin son kara savaşı olarakta bilinen Irak Savaşı, Amerika’nın da bölgesel olarak çıkarlarını nasıl koruduğunun göstergesinin işaretidir. Savaş başlamadan önce ortaya atıkları “Terörizm” kavramı, birçok algıyı da değiştirerek ABD’nin Irak’a saldırısını meşru hale getirmiştir. Yani amaç; Terörizm maskesi adı altında Irak’a girip rejimi devirmek ve oluşturulan suni ortamın bitmesini engelleyerek, çıkarlarını korumaktı.
Soğuk Savaş’tan bu yana dek sessizliğini koruyan aktif savaş söylemleri, Ortadoğu’nun patlak veren kaos siyaseti ile yeniden güncel bir retorik haline gelmiş bulunmaktadır. Temmuz 2014’de IŞİD terör örgütünün ortaya çıkması ve İslami Terörizm’in yayılması, küresel devletlerin ilk etapta işbirliğine giderek koalisyon biçiminde realize edilese de zamanla bu devletler kutuplara ayrılarak bölge menfaatlerinden, münferit olarak yararlanmayı hedeflemişlerdir. Teknoloji’nin gelişmesi ile beraber, eski savaş stratejisinin yerini farklı savaş stratejilerine bırakması, Ortadoğu bölgesinde karasal olarak hakimiyetini sürdüren tek aktör olan Kürt güçlerinin, bölgede elinin güçlenmesine de olanak sağlamıştır.
İki kutuplu kapının anahtarı Kürtler
2014’te başlayan IŞİD saldırıları, direkt olarak Kürtler’in yoğun olarak yaşadığı bölgelere yönelik gerçekleşti. IŞİD’in baştaki saldırılarına hazırlıksız yakalanan Kürt güçleri, zamanla terör örgütünün saldırı stratejisini çözerek, üstünlük kurmayı ve birçok yeri ele geçirerek egale etmeyi başardı. Bu başarıların sonucunda Küresel aktörlerin kutuplaşma siyaseti, sahada aktif olarak yer alan Kürt güçlerine yanaşmayı gerektirdi. Küresel manada iki taraflı hareket eden aktörlerden Rusya daha çok YPG kanadına destek verirken, ABD kanadı ise Pêşmerge güçlerine desteklerini gösterdiler. Rusya’nın Batı Kürdistan’da üs kurması, ABD’nin ise Pêşmerge güçlerini NATO bünyesinde eğitime almayı planlaması, Kürtler’in sahadaki öneminin göstergelerinden biri olarak yorumlandı.
Küresel güçlerde vaziyet bu tarzda yön alırken, bölgesel güçler ise yaklaşan tehlikenin farkına vararak hem kendi aralarında kutuplaşmaya, hem de mezhepsel olarak bir bölünme sürecine girdiler. Özellikle bölgenin en güçlü hegemon ülkelerinden olan İran; Kürdistan karşıtlığı ile kodlanırken, Türkiye ise ekonomik ve stratejik anlaşmalar çerçevesinden olayların analizini yaparak Güney Kürdistan Hükümeti ile daha yumuşak bir zeminde perspektif geliştirmeye yönelmektedir. İran için, Suriye ve Irak’taki Kürt topraklarında hakimiyet kazanılması, çok önemli. Şayet toprakların kazanılması durumunda, İran’dan Irak’a, Türkiye’nin güney sınırı boyunca Suriye’ye ve oradan Halep’in batısında Afrin’e kadar, hatta neredeyse Suriye kıyısında Tartus’da bulunan Rus askeri üssüne kadar kesintisiz bir hat oluşturulmuş oluyor.
Bölgesel bir diğer aktör ise Türkiye. Türkler, bir yandan Kürdistan’a ihtiyaç duyarken diğer yandan ise bu konudan endişe duymaktadır. Çünkü Tahran, Irak’ta Musul’un batısındaki Kürt topraklarını olağan bir biçimde istiyor. Bu bakımdan belirlenmiş bölgeyi elde edebilmek adına geniş temsili bir güç için yatırım gerçekleştirdiler. İran’ın silahlandırdığı ve teçhizat sağladığı,
onların güdümünde 15000 Iraklı Şiilerden bir milis güç oluşturdular. Ve bu güçler şu anda Musul ve Suriye sınırı arasındaki Tal Afar şehrinin yanındaki bölgeyi işgal ettiler. Tahran, bu bölgede savaş gücünü artırarak, Güneybatı Kürdistan’a doğru İran kara köprüsünün temellerini atmış oldu. Elbette İran’ın bu hedeflerinin önüne geçilmesi uzun vadede hem ABD’nin, hem de Türkiye’nin ilgilendiği bir mesele, bu yüzden her ikisinin de Kürdistan’a ihtiyaçları bulunuyor. Türkiye, Güney Kürdistan’ın politikalarına, küresel kamuoyundan çekindiği için olumlu yaklaşırken, Batı Kürdistan’ın politikalarını ise terör propagandası olarak algılıyor. Türkiye olağan durumda PKK’yi terör örgütü olarak kabul ediyor ve Batı Kürdistan’da savaşan YPG güçlerini de PKK’nin bir kanadı olarak ele alyor. Hal böyle iken, Türkiye’nin, YPG’ye destek verilmesi, bi bakıma PKK’ye de destek verildiği manasına geldiğini düşündüğü için bu durumda YPG’ye destek verilmesine karşı çıkıyor. Bir diğer tehdit ise Batı Kürdistan ile Güney Kürdistan’ın olası bir işbirliği sonucu birleşmesi durumunda, Kuzey Kürtlerinin’de ayaklanması ve kendi kaderlarinin tayin hakkını talep etmesi olarak yorumlanıyor.
Irak ve Suriye’nin fiili olarak parçalanmasıyla beraber, Ortadoğu’daki güncel değişimler de bir korelasyon biçiminde birbirini takip edecek ve şekillenecektir. ABD ve Rusya’nın Ortadoğu politikası, ülkeleri kutuplara ayırarak, hem bölgesel, hem de küresel ittifaklara yöneltecektir. Bölgede yeni devletlerin kurulması şaşılacak bir durum olarak algılanmayacak, “Mecburi değişim politikası” ile bölgeye istikrar ve barış adı altında meşru hale getirilecektir. Bölgenin yerel manada en güçlü kuvvetleri haline gelen Kürt güçleri de ya bölge de anahtar rol oynayıp haklarını elde edecek ya da aynı şekilde yaşamaya devam edeceklerdir. Kürt güçlerinin, ikili kutuplaşmadan kurtularak mevcut karmaşayı kendi lehlerine çevirmesi, Güney ve Batı Kürdistan’ın birleşmesi manasına da gelmektedir. Birleşen iki bölgenin sınırları Akdeniz’e kadar da ulaşmakta ve ham madde bakımından da güçlü bir konuma ulaşmaktadır. Bu durum Kürdistan’ın ileride kendi kendine yetme potansiyeline ulaşabileceğinin bir göstergesidir.