Uzun bir zamandır Türk toplumuna empoze edilen faşizan kültürün yavaş yavaş mayalandığını görüyoruz. Resmi ve gayri resmi güçlerin yaşamın her alanında psikolojik savaşı tırmandırdıkları ve kendi hukuk sistemlerini rafa kaldırdıkları herkesçe bilinen bir gerçektir Son dönemlerde yaşanılan olaylar ve çetelerin etrafta cirit atmaları toplumsal depresyonun boyutunu göstermektedir. Yıllardır “iç düşman” ve “dış güçler” paronayasıyla Türk toplumunu esir alanların, artık bununla yetinmediklerini görüyoruz. Anlaşılan Yugoslavya veIrak’taki kan göleti türk egemen güçlerinin iştahını fazlasıyla kabartmış. Türk toplumunu kan uykusuna hazırlama görevinin ise adlarının önünde Profesör sıfatını kullanan kimi kafatasçılara verildiğini biliyoruz. Bu insan kılıklı yaratıklar psikolojik harp dairesinde yoğun mesayi sürdürmektedirler.
Egemen cenahta tablo kanlı ve bir o kadar karamsar. Acaba toplumda genel durum nedir? Sisteme muhalif olduklarını söyleyen güçler bu tablo karşısında ne yapıyorlar? Bu tabloyu değiştirme yönünde bir projeleri,bir programları var mı? Yaşamın her alanında toplumu esir alan faşizm tortusunu ortadan kaldırmak için neler öneriliyor? Bu sorulara yanıt bulmak için yaşadığımız coğrafyanın genel özelliklerini, farklılıklarını göz önünde bulundurarak bir fikir jimnastiği yapmakta yarar vardır.
Bu coğrafyada kültürel ve ideolojik şekillenmenin bir sonucu olarak, çoğunlukla başkalarının gerçekliğini, görmemizi engelleyen, önyargılarımız, kişisel, grupsal ve tarikat çıkarlarımız gözlerimize inen bir perde gibi benliğimizi karartmakta ve temel insani sorumlulukları yerine getirmemizi engellemektedir. Bunun sonucu olarak güncel sorunların bunaltıcı etkisinden ve suni gündemlerin şovenist dayatmalarından kurtulup geleceğe dair projeler etrafında toplumsal yapılanmaya, özgür ve örgütlü yaşamı etkin kılmak yerine bir an önce ‘sürüyle’ bütünleşmek için efor sarf etmeyi tercih ediyoruz. Duyarsız, tepkisiz ve her türlü haksızlığı sineye çekmeyi bir erdem sayan egemen kültürün girdabında kürek çekiyoruz. Kötülüklerin, eksikliklerin, olumsuzlukların kaynağını dışarıda aramak, öfkemizi yel değirmenlerine yöneltmek daha kolay olduğu için aynanın karşısına geçip sahi yanlışlığı nerede yaptık? Sorusunu kendimize sormaktan korkuyoruz. Çünkü korku cumhuriyetinin tornalarında şekillendik. Bu kültürü sorgulamak, evrensel değerlerle karşılaştırmak olmadık problemlere neden olacağını düşünerekten üç maymunu oynamayı daha risksiz görüyoruz!
Hepimiz her şeyi biliyor, görüyor ama tepki veremiyoruz. Olup biten bütün gelişmelere şaşkınlıkla ve korkarak bakıyoruz artık. Toplum olarak gelişmeler karşısında hayal çadırındaki bitkin düşmüş ‘erenler’ gibi her şeyi rüya olarak algılıyoruz. Bu yaklaşımı öylesine köklü kanıksamışız ki; artık, en kötü durumları bile ‘kötünün iyisi’ olarak tercih edebiliyoruz. Bir nevi devekuşunu oynuyoruz; kafamızı kuma gömmek, gözlerimizi, aklımızı, yüreklerimizi gerçeklere kapatarak arenadaki sırasını bekleyen gladyatörler gibi vahşi hayvanlar önüne atılan kurbanları izliyoruz!! Bize hiç sıra gelmeyecekmiş gibi kendi kendimize tanıdığımız bir ‘lüksü’ yaşıyoruz!!! Ama nereye kadar? İşte bu sorunun sorulmasını hiç istemiyoruz. Sebebi ise tatlı rüyalarımızı tarumar ediyor. Çünkü yıllardır toplusal şekillenmenin sağlanması ve ‘‘tek model’’ seri üretim için bir seferberlik kampanyası yürütülmektedir. Bu kampanyanın dişlileri arasında özgürlük, demokrasi ve toplumsal barışı dillendirmeye çabalayan duyarlı kesimler bütün zamanların ‘lanetlileri’ olarak preslenmeye alınıyor ve bu uygulama son hızla devam etmektedir. Mevcut çarkın dişlileri arasında öğütülmeye ve seri üretimi engelleyici unsur olarak görülen üç temel katmandan biri olan ve bir türlü ayırt edici kimliğinden vazgeçmeyen Kürt’ler salt bu coğrafyanın değil; dünya egemen güçlerinin de ‘lanetliler bahçesinde’ yer alan bir unsur olarak gündemi meşgul etmeye devam ediyor. Büyük bedeller, ağır acılar ve tarihsel trajedilere rağmen Kürtler en temel demokratik ve insani haklarına kavuşmak için mücadele kulvarından özgürlük yürüyüşünü sürdürmeye devam etmekteler.
Sistemin, ‘lanetliler’ kategorisinde saydığı; baş tehlike olarak gördüğü ve üç ‘‘KKK’’ rumuzuyla ifade ettiği (Kürtler, Komünistler, Kızılbaşlar) yıllardır mevcut çarkın dişlileri arasında preslenerek resmi modelle uyumlu hale getirilmeye çalışıldı ve çalışmaya olanca güçleriyle hala devam ediliyor. Sistem, kimi zaman bu ‘lanetliler’ kategorisini ‘irticacı, yıkıcı ve bölücü faaliyetler’ olarak ifade etme yolunu tercih etmiştir. Ancak stratejik hedef olarak bütün zamanlarda baş düşman ‘Kürtler’in kayıt altına alındığını seksen yıllık cumhuriyet tarihinin arşivleri ve pratik uygulamaları bize göstermektedir. Öz itibariyle sistemin mağdurları arasında yer alan bu üçlü her nedense birbirlerini sistemin kriterleriyle tanımlama ve bir o kadar da birbirinden uzak durmayı politik bir duruş olarak tercih ettiklerini yakın tarihimiz gözler önüne sermektedir. Özellikle de bu çarpık yaklaşımlar karşısında mağdur olan ve savunma psikolojisinden kurtulmayan Kürtler oldu. Sistem bu projenin uygulanmasında kısmen de olsa başarılı oldu. Başarılı olmanın esas sebebi de bu kesimlerin sistemin resmi ideolojisiyle organik bağlarının kopmamasından kaynaklandığını artık hepimizce bilinen bir gerçektir.
Sistem bir yandan muhaliflerini terbiye ederken bir yandan da dönemin ihtiyacına göre fiziki tasfiye yoluyla enterne ederek (ki bu yöntem 70’lı, 80’lı yıllar boyunca aktif bir şekilde yaşama geçirildi. Fakat 1990’lı yılların başından itibaren sistem yeni stratejik kompsetinin hedef tahtası Kürtler oldular.) çarka ayak uydurmalarını ve sistemle barışık yaşamaları sağlanmaktadır.
İslamcı kesimler ise genellikle sistemin komünizmle mücadele araçları arasında yer alan ve sola karşı sopa olarak kullanılan ayrıcalıklı bir kesim oldu. Özellikle de emperyalizmin yeşil kuşak projesi çerçevesinde bu kesimler egemen güçlerin şımarık çocuğunun bütün nimetlerinden fazlasıyla yararlandılar. Sistem, zaman zaman bu kesimlerin aşırı şımarıkları karşısında ‘irtica’ rüyalarını görmeye başladı. Oysa sistemin kendisinin bir irtica örgütlenmesi olduğu ve bu mecrada beslendiği unutuluyordu. Tabi ki, bu kesimler takiyyecilik mantığıyla bir nevi ‘fincancı katırlarını ürkütmemeye çalışarak sistemi içten sarmalayarak hedeflerine varmayı; dümenin başına oturma hayalleriyle tutuşmanın heyecanıyla sola karşı mücadele de bütün zamanların kötü aktörleri olarak yer aldılar. Kimi zaman sistem tarafından tokatlanıp kulakları çekilmesine rağmen sisteme kulluk etmede kusur etmediler. Dolaysıyla bu yaklaşımlarının karşılığını özellikle son yirmi yılda fazlasıyla aldılar ve sonuçta sistemin kadro hareketine dönüştüler. Bugün ise bu ceremenin karşılığı olan iktidar nimetlerini toplamakla meşgul olduklarını biliyoruz.
Sol ise yenileme ve değişime gözlerini kapayarak ve kulaklarını tıkarak yanıtsız bırakmayı temel strateji haline dönüştürdüğünden olacaktır ki, hala 20 30 yıl önce ve o günün koşullarında çerçevesi çizilen ve teorik formülasyonuyla bir‘çıkış manifestosu’ olarak ifade edebileceğimiz belirlemelerin pratik zeminini aramakla meşgul… Hala 1970’lerde Mahir, Deniz ve İbrahim’in tespitlerini anlamamakla birbirlerini suçlamaktadırlar. Oysa o insanlar bir gerçeği işaret ettiler ve o günün koşullarında mevcut birikim ve tecrübeleri çerçevesinde çok güzel ve anlamlı etkinliklerde bulundular. Ancak her nedense kendilerini ardıl olarak yansıtanlar 30 yıldır hala Deniz, Mahir ve İbrahim’i anlamış değiller ve miraslarını da çok hovardaca dağıtmakla zaman harcadılar. Her koşul altında değişim ve dönüşümden, diyalektik yaklaşımlardan söz edenler her nedense kendilerini değişim ve dönüşümün dışında gördüler. Bu yaklaşımın sonucu olarak da 30 yıl önce söylenenleri kutsal metinler olarak bellediler. Bu metinler tartışılmaz, eleştirilmez ve her koşul altında tekrar tekrar içselleştirilmesi gereken kutsal metinlere dönüştürüldü. Oysa diyalektiğin en temel yasalarından biri de her şeyin değişip dönüştüğü ve geliştiği gerçeğidir. Eğer sorun öncüleri anlamak ve kadir şinaslık ise onların göstermiş oldukları gerçekleri anlamak, kavramak ve geliştirmek için 30 yıl gerilere giderek icazet aramak yerine gösterilen hedeflere bir an önce ulaşmak için 30 40 yıl sonrasının geleceğine dair projeler üretmek ve olası sorunlara yanıtlar bulmak olmalıydı esas yaklaşımlar. Fakat her nedense bu yaklaşımları benimsemekten pek hoşlanmıyoruz! Ne de olsa bu tür yaklaşımlar ciddi sorumluluklar yüklüyor omuzlarımıza… Ama tarikat kültürünü yaratıp tıpkı ipekböceği gibi kendimizi kozanın içine hapis etmek daha kolay ve bir o kadarı da sorumluluk yüklenmekten uzaktır. Bu yaklaşımın ‘ben merkezci’ tavrını da ekledik mi artık içten ve dıştan gelebilecek yapıcı eleştirilere karşı da izolasyon sağlanmıştır demektir. Evrensellik, enternasyonalizm ve küresel düşünmek gibi kavramların içeriğini doldurmadan bunları sık sık kullanmayı ve ‘dünyalıyım’ sıfatının ardına saklanarak egemen ulus kimlikle böbürlenmeyi de bir ‘ağabeylik’ olarak lanse etmek konusunda da gayet ustayız. Fakat bütün bu meziyetlere rağmen bu ‘ağabeylerimizin’ beyinlerindeki egemen ulus şovenizminin etkisinden kurtulmanın kolay olmadığı anlaşılmaktadır. Özellikle son günlerde toplumsal güçlerin savaş karşıtlığı konusunda ortaya koyduğu tavırları olumlamakla birlikte herkesin öncelikle ‘iğneyi kendisine çuvaldızı başkasına batırmayı’ öneriyoruz. Ve buna ek olarak şunu sormak istiyoruz sahi 20 yılı aşkın bir süre boyunca coğrafyayı kan göletine dönüştüren ve (bugün taraflardan biri o süreci rivayet olarak telaffuz ediyor) 40 bin civarında insanın yaşamına mal olan çatışmalar nerede meydana geldi? Yoksa bir başka coğrafyada mı meydana geldi? Otuz bin insanın ki bu rakamın daha fazla olduğu söyleniyor, yaşamını yitirmesi bir anlam ifade etmiyor mu? Yoksa bu coğrafyada ‘bizden’ olana mı yaşam hakkı tanınmıştır da birilerinin haberi yok bundan? Hani insanın rengi, ırkı, dili ve dini ne olursa olsun bizim için insan insandı! Her türlü haksızlıklar karşısında saf tutmak en temel insani sorumlulukların başında geldiği bir gerçektir. Dolaysıyla zülüm ve haksızlıklar karşısında en demokratik tepkimizi gösterirken; duyarlı, tepkili ve sorumlu davranma konusunda çifte standartlı olmaktan uzak durmalıyız. Aksi halde gün gelir tarih bizim duyarsız ve sorumsuz tavırlarımızı, belleksizliğimizi bir bir önümüze serer ve böylece insanlık ailesinin karşısında savunmasız kalırız. Eğer gelecek kuşaklara küçük bir miras bırakmak niyetini hala taşıyorsak yapmamız gereken tek şey belleğimizi tazelememiz ve egemenlerin gözlüyle sorunlara bakmaktan vazgeçmeliyiz. Yoksa belleksiz bir toplumun sonunda varacağı son durak gayet tabii kör karanlıklar, ölümcül girdaplar olacaktır.
Cano Amedi 31.1.2003