Kemal Burkaya açık mektub
Rıfat Sefalı
Son günlerde yeni yayınlanan Kemal Burkay ve anıları’nın ikinci kitabı gündemi epeyce işgal ediyor ve bir süre daha edeğe benziyor. Anılarının belli bir kesitinde yer alan biri olarak bana da cevap hakkı doğurduğu için beni ilgilendiren bölümle ilgili olarak yazma ihtiyacı duydum. Beni ilgilendiren bölümlerden biri Zeki Adsız, ikincisi de Urfan Alpaslan ile ilgili olacak. Her ikisi de ben yaşadığım sürece, gerek yaşamları ve gereksede düşünceleri arasında kurdukları bağı örnek alacağım komple devrimcilerdi. Onlar, her zaman düşündükleri gibi yaşadılar, kısa yaşam öyküleri uzun yıllar Kürdistan halkına yol gösterici örneklerle doludur. Zeki ve yoldaşları’nın TKSP den ayrılığı uzunca yıllar değişik yayın organlarında yazıldı, çizildi, tartışıldı. Ayrılık gerekçeleri siyasi ahlak normunda kitlelerle tartışıldı, destekleyenler oldu, karşı çıkanlar da; ama Zeki ve Zeki’nin yoldaşları aradan otuz yıl geçmesine rağmen siyasi usluplarını Zeki’nin uyarıları dahilinde hiç bozmadılar, belli bir ahlaki norm çerçevesinde olumlu olumsuz eleştirilerini sundular. Bütün bu yazılanlar Roja Welat, Dengê Welat, Hêvîya Gel ve Vatan Güneşi dergilerinde uzun uzadıya tartışıldı. Tekrar geçmişe dönmeye niyetim yok, o yazılanlara değinmeyacağim.
Kemal Burkay, anılarının bir bölümünde “Zeki zaten lümpendi” söylemi, beni incittiği kadar sanırım Zekiyi tanıyan herkesi derinden yaralamıştır. Zeki lümpen olduğu için değil, büyük bir devrimci olduğu için on binleri kucaklayan DİSK Genel Iş’in 10. bölge başkanlığını yaptığını hatırlatmak isterim. Keza Zeki, devrimciliğiyle TKSP nin MK üyeliğine seçildi. Bu söyleminizin bütün TKSP lilere, hatta kendinize nasıl bir hakaret olduğıunu hiç düşündünüz mü? Söylemler havada uçuşup kaybolabilir, ama yazılanlar hiçbir zaman kaybolmuyor Kemal Abi. Düşünüyorum da ben çocuk yaşta, onbeşli yaşlarda, Özgürlük yolu ile tanıştım. O da, orta okuldan öğretmenim olan Kazım Budak’a duyduğum saygı ve sempati ile başladı. On yedi yaşımda da cezaevi yaşamım başladı. İlk cezaevine girişimde, dışarıda hep kendimize örnek aldığımız Zeki Adsız da vardı; yetişmemizde de çok emekleri geçti. Aynı dönemde, şimdiki PSK nin genel sekreteri sevgili Mesut Tek ve keza HAKPAR’ın genel başkanı sevgili Bayram Bozyel de varlardı; “lümpen” nitelemesini nasıl karşılıyorlar doğrusu merak ediyorum. Vicdan muhasabesi yapacaklar mı? Bilmiyorum! Yaşanmışlık bizimdir, öznelimizdir, geçmişimizdir. Geçmişimizi, özgülümüzü ve yaşadıklarımızı yok sayarak var olma şansımız olabilir mi? Keza yok saydığımız geçmişimizin üzerine hangi yarınları inşa edeceğiz?. Düşünmek bile istemiyorum. TKSP nin anılarda yer eden kongrelerine bir bakınız, seçilen MK lerdan hiç biri yok, ya bir daha aday olmuyorlar yada bir biçimde törpüleniyorlar. Fikir ile zikir arasında yaşanan gitgellerden de başkaları sorumlu tutulmaya çalışılıyor, çokları da bunu yutuyor. Nasıl mı?. MK toplantılarına bakarak sonuç çıkarmaya çalışalım. Birinci kongreye ilişkin notlar, anılar belgeler kitabında sayfa 175 ten okuyalım.
“… MK üyelerinin dışında, her bölgeyi temsilen bölge komitesi başkanları ve ikişer delege katılmışlardı. Partimizin Ankara, İstanbul, Adana, Diyarbakır, Ağrı, Bitlis, Bingöl ve Van illerinde bölge komiteleri vardı.. ..Yaptığımız plan düzenli biçimde işledi ve delegelerin tümü zamanında hiçbir aksama olmadan geldiler. Toplam olarak 23 kişiydik…..
Sonuç olarak, kaç bölge veya kaç delegenin katıldığı, kimilerine göre pek önemli olmayabilir, ama benim için önemlidir, nedenini açacağım. Sekiz bölgeden Komite başkanları ve ikişer delegenin katılımı 24 kişi demektir. Dokuz kişilik MK’yi eklemekle toplam 33 kişinin Kongrede olması gerekiyor. Aksi halde katılımcı delegasyonun %40-45’i yoktur veya bahsedildiği gibi kongreye her bölgeden bir başkan ve iki delege katılmamıştır. Tekrar birinci kongre ile ilgili bölüme dönersek:
“ …Yeni MK üyelerinin seçimi sırasında Bingöl delegelerinden, Yılmaz Çamlıbel’i ve Mustafa Düzgün’ü hedef alan eleştiriler geldi. Bunu Zeki örgütlemişti ve bence gerek yoktu. Zeki, aklı sıra örgüt içinde kariyerizme, bürokratikliğe ve benzer şeylere karşı kavga veriyordu.”“Yılmaz, dürüst kişiliğine ve çalışkan bir insan olmasına karşılık, nerdeyse tüm zamanını alan meslek yaşamı nedeniyle Parti çalışmalaraına fazla zaman ayıramamıştı. Mustafa Düzgün ise, ayıracağı zamanı olduğu halde bunu yapmamıştı. Düzgün kariyerist bir tipti… ” Şimdi gel de buna bir anlam ver bakalım Kemal abi? Bu insanların kariyerist ve hantal olduklarını siz söylüyorsunuz. Yukarıda bahsettiğim delege sayısının önemi de burada ortaya çıkacak. Bir, Zeki’nin adını anarak “sözde kariyerizme karşı mücadele veriyor “ söyleminizin sözde boyutu kalmıyor; Zeki’nin haklılığını siz zaten teyid ediyorsunuz. İkincisine gelince; Bingöl delegasyonundan bahsediyorsunuz, sanırım Bingölden katılan tek bir kişi var, oda Sidar dır. Çünkü kongreye katılan delegelerin azlığına bakılırsa, Bingöl’den üç kişinin katılması mümkün görünmüyor. Sidar’a gelince, Partinin kuruluşundan bu yana, Bölge ve MK düzeyinde görev alıp yanınızda kalan bir kaç insandan biridir. Sidarı söylediğiniz anlamda ancak siz örgütleyebilirsiniz.
Kaldı ki, Zeki’nin ne kadar açıksözlü biri olduğunu da başta siz ve onu tanıyan herkes bilir, bunun için Zeki’nin bu anlamda Sidarı veya bir başkasını kullandığına ne kadar inanarak söylediğinizi bilmiyorum. Bunu ancak siz söyleyebilirsiniz, bana kalırsa bu yazdıklarınıza Yılmaz abiyi hatta kendinizi bile inandıramazsınız. Nasıl kaleme aldınız ona şaşıyorum. Ben sadece Zeki ve Urfan ile ilgili söylemlerinize karşın cevap yazma ihtiyacı duydum. Bazı arkadaşlarımız da hayatlarını kaybettiler, anıları önünde saygıyla eğiliyorum. Diğer arkadaşlara gelince onların söyleyecek sözleri varsa kendileri zaten yazarlar. Şimdiye kadar Süleyman ve Sayın Faruk Aras yazdılar, sanırım digerleri de yazarlar.
Ziya Acar’ın dışında bu isimlerin hiçbiri yanınızda değil, bunu hiç sorguladınız mı Kemal abi? Anılan değerli kadroların yetersizlikleri mi, yoksa sizin kaprisleriniz mi, çok zor yetişecek bu kadro birikimini sizden uzaklaştırdı. Gönül isterdi ki bu süreci ciddi bir eleştiri süzgecinden gecirip bir nebze de olsa kendinizi sorgulayabilseydiniz, inanın çok daha fazla saygı görürdünüz. Ve biz de, Kürtler objekif olarak süreçleri ve anılarını yazabiliyorlar diyebilseydik. Ve bu anılarınız, mücadelemize ışık tutabilseydi.
Utangaç bir edayla, yer yer örgütün kazanım ve başarılarından bahsedip kantarın topuzunu hep kendinize çekmiş, bütün kadroları yerden yere vurmuşsunuz. El insaf Kemal abi? Peki hırsızın hiç mi suçu yoktu?. Her şeyi kendinizle başlatıp kendinizle bitirmişsiniz. Bahsettiğiniz kadrolardan olmasaydı, üç yıl gibi kısa bir sürede o devasa örgüt yaratılabilirmiydi?. Duygu, kin ve mantık arasında bir bağ kurup kininize ket vurabilseydiniz. Kendinizi de bir eleştiri süzgecinden geçirip, bizde işte anı böyle yazılır diyebilseydik, bu söylemlere gerek kalır mıydı?. Düşünüyorum da, Abdullah Öcalan’ın ve kadrolarının açıklamalarına bakılırsa, gerek Kürdistan gereksede Lübnan’ın Bekaa vadisi taşaltı edilen Kürdistan gençleriyle dolu. Sayılarına gelince onbinlere ulaşmış durumda. Kürdistan’ı mezarlığa çeviren Öcalan’ın yanına bir de sizin portrenizi koyup sinemaskop şeridi misali geriye dönecek olursak; iki portre arasına çok fazlaca fark bulabilecek miyiz? Siz de Kürdistan’ı canlı politik kadro mezarlığına çevirmediniz mi?
Urfan Alpaslan olayına gelince: İnançları ve doğruları uğruna, ideallerinden ödün vermeden Şehit olmuş bir Kürt savaşcısına, bir komutana heba oldu deme cüretini nasıl kendinizde bulabiliyorsunuz. Sürecin gerekleri doğrultusunda insiyatif kullanarak, Güney Kürdistandan Kuzey Kürdistana geçmek zorunda kalan Urfan yoldaşa heba oldu demek, sizi aşar kemal abi. Anılan süreç, 1988 Halepçe katliamının yaşandığı süreçti. Urfan yoldaş, kısa bir süre içinde olsa, kuzey Kürdistana geçmek zorundaydı. Heba olmaya gelince: Siz nasıl heba olduğunuzun farkında mısınız? Anlayabilmeniz için, nasıl ve nerede heba olduğunuzu, ille de birilerinin büyük harflerle zikretmesi mi gerekiyor?
Zeki ve Urfan dan onbeş yıl sonra, askeri örgütlülüğün gerekliliğini kongrede kararlaştırıp, iki üç ay gibi kısa bir sürede kendi yoldaşlarınızı kurşunladınız ya, kurşunlayanı da Avrupalarda görevlendirerek ödül ve hebanın çerçevesini zaten siz çizmiştiniz ya, bilmem onu da anılarınıza alacakmısınız?. Hiç değilse o zaman heba’nın anlamını sizden öğrenmiş oluruz. Yeri gelmişken, antifaşist mücadelede Zeki ve Urfan’ın bölgelerindeki başarılardan kendinize pay çıkarırken: onlar silah düşkünü veya maceracıydılar demiyordunuz. Keza Ağrı’daki olayda, Urfan belediye başkanıyken, kendisine yönelik suikastten, uzun süre komada kalıp ölümlerden nasıl döndüğünden hiç bahsetmiyor, faşist örgütlülüğün merkezindeki Kılıçaslan’ın öldürülmesine de neredeyse hayıflanıyorsunuz. Ama seçilmiş belediye başkanı olan bir yoldaşınıza yapılan suikast anılarınızde her nedense yer etmiyor. Bu da sizin kendi parti tarihinizi nasıl tersyüz ettiğnizi gösteriyor Kemal abi.
Bu sizin için bir talihsizliktir. Sizde, “çamur at izi kalsın” mantığı tamamen hakim olmuştur ve ne yazık ki sağduyunuzu kaybetmişsiniz. Kısacası bu kitabınızla gelecek kuşaklara olumlu bir katkı yapamıyorsunuz Kemal abi.