Mehmet Aladağ, Elazığ’da beden işçiliği yapıyor, kazancıyla ailesini zar zor
geçindiriyor, ama devlete pay veremediği için, 1937 yılında “kazanç vergisi
kaçakçılığı” gerekçesiyle, Elazığ cezaevinde yatıyordu.
Bir süre sonra, Seid Rıza’yı da Elazığ cezaevine getirdiler.
Mehmet Aladağ, onu görünce şaşıp kaldı. Çünkü, gördüğü Seid Rıza, resmi bildiri ve söylemlerle tanımlanan kişiye hiç benzemiyordu. Bildirilerinde o, canavar yapılı, kana susamış biri olarak tanıtılıyordu.
Karşısındaki kişi ise, nurani yüzlü, ak sakallı, sineği bile rahatsız etmemeye özen
gösteren, mülayim, sevecen bakışlı, filozof söylemli, kendi halinde bir ihtiyardı.
Mehmet Aladağ anlatıyor:
“Seid Rıza’nın getirileceği haberi, önceden duyulmuştu, cezaevinde. Heyecanla bekliyorduk. Gece yarısı getirdiler. Uzaktan seyrettik gelişini. Etrafında, çok süngülü asker vardı. Elleri kelepçeliydi. Ayak bileklerine zincir vurmuşlardı. Zorlukla yürüyordu.
Herkes gibi ben de onu, dev cüsseli, zapt edilmez biri sanıyordum. Ortanın üstünde boyda, halim selim bir ihtiyardı, getirdikleri. Gür, uzun, göbeğine doğru sarkan sakalını aklar sarmıştı. Üstü başı temizdi.
Ziyaretine gitmek için askerlerin çekilmesini bekledik. Etrafında büyük bir kalabalık toplanmıştı. Kürtler elini öpüyor, geçmiş olsun dileğinde bulunuyorlardı.
Yanına gelip saygılarını sunan herkese nereli olduğunu ve neden cezaevinde yattığını soruyor, ‘insanın başına
her şey gelir, bu da geçer’ diye teselli ediyordu.
Kürtler saygı gösteriyor, önünde eğiliyorlardı. Hizmet etmek için yarışıyorlardı. Ama o, çok mütevazı bir adamdı. Kimseden bir şey istemiyor, ziyarete gelenleri ayakta karşılıyor, oturması için yerini veriyordu.
Cezaevinde çok az yemek veriliyordu. Ekmek kıttı. ‘Siz yeyin, bize lazımsınız’ diyerek ekmeğini gençlere pay ediyordu. Gençler, ikramı karşısında mahcup oluyor, kızarıyorlardı.
Bir gün olsun kırık moralli görmedim. Gülümsüyor, herkese moral veriyordu. Birkaç gün sonra, bir delikanlı olan oğlu Reşik Hüseyin’i ve birkaç Dersimliyi daha getirdiler.
Mahkeme önüne çıkacağı günü bekliyordu. Ama ümitli değildi. Mahkemeden söz edildiğinde gülüyor, ‘Testi
kırıldı. Su döküldü. Ne olacaksa bundan sonra, bir an önce olsun’ diyordu.
Çok kalmadı cezaevinde. Soğuk bir gecenin yarısında, kalabalık bir asker grubu gelip aldı onu. Askerlerin arasında, siviller de vardı. Seid Rıza’nın başına toplandılar.
— Giyin, gidiyoruz diyorlardı.
Seyrediyorduk. Seid Rıza yatağında doğrulmuş,
— Nereye? diye soruyordu Seid.
— Mahkemeye! Cevabını alınca, Seid Rıza güldü:
— Gündüzler, gün ışığı bitti mi? Gece yarısından sonra mahkeme mi olur? Bu saatte ancak asılacak adam yatağından kaldırılır. Asmaya götürmeye geldiğinizi neden gizliyorsunuz, dedi.
Cevap vermediler. Giyinmesini beklediler.
Seid’in oğlunu ve öteki Dersimlileri de uyandırmışlardı. Başlarında durmuş, giyinmelerini bekliyorlardı. Oğlu Hüseyin, gencecikti. Güzel değil, çok güzel bir delikanlıydı.
Hazırlanınca Seid’i, oğlunu ve Dersimlileri alıp götürdüler. Giderken bize el salladılar. Bir daha geri
gelmediler. O gece asılmışlardı.”