İDRİS-İ BİTLİSİ

1. BÖLÜM

BÜYÜK   DİPLOMAT

İDRİS-İ BİTLİSİ

===========================================

 

Şakir EPÖZDEMİR

Mevlana Hakimuddin İdris-i Bitlisi (1452-1520), büyük bir ihtimalle Diyarbekir’de dünyaya gelmiştir. Babası, Şeyh Hüsameddin Ali El-Bitlisi’dir. Şeyh Hüsameddin, âlim ve faziletli bir kişidir. Kendisi, yazar ve mutasavvıftır. Bu değerli niteliklere sahip olması nedeniyle, ona aynı zamanda “Mevlana” lakabı ile değer biçilmiş olduğu için, bütün yazarlarca “Mevlana” ünvanlıyla anılmaktadır.

Bitlisi ailesinin Bitlisli olduğunu ve oranın bilginleri ve âlimleri üzerinde saygınlıklarının bulunduğunu, Bitlis Hâkimi Şeref Han’dan bariz bir şekilde anlamaktayız.

Mevlana Şeyh Hüsameddin, başkenti Diyarbekir olan Akkoyunlu Devleti’nin Sultanı Uzun Hasan’in saray kâtipliğini yapmıştır. Akkoyunlu Devleti’nin başkenti, 1469 yılında Tebriz’e nakledildiğinde, ailesiyle birlikte Tebriz’e giderek, orada da görevine  devam etmiştir.

Mevlana Hüsameddin, Suhreverdiyye tarikatına mensuptur ve Tebriz’deki Molla Cami’nin toplantılarına katılmıştır.

Mevlana Şeyh Hüsameddin, 1495 yılında Tebriz’de vefat etmiştir.

İdris-i Bitlisi de, babasının ve içinde bulunduğu çevrenin değerleri, kültürü ve ulemaların feyzi ile kendisini yetiştirme imkânı bulmuş; babasıyla birlikte Tebriz’de bulunurken, tahsilini orada tamamlamış ve kendisini geliştirerek tarihteki büyük yerini almıştır.

İdris-i Bitlisi, Uzun Hasan’ın ölümünden sonra, 1478 yılında babasının yerine geçerek hükümdar olan Sultan Yakub’un özel kâtibi görevine getirilmiştir. “Saray Kâtipliği” veya “Münşilik” olarak adlandırılan bu görev, vezirlik mertebesinde önemli bir görevdi. Bu görev, aynı zamanda Sultanın genel sekreterliği veya baş müşavir görevleriyle eş değerdi.

Sultan’ının seyahatlarına da iştirak eden Mevlana İdris’in “Risale-i Hüzzaniye”

adlı eseri, Sultan’la yaptığı Azerbaycan-Arran gezisinin doyumsuz bir meyvesidir.

İdris-i Bitlisi, Sultan Yakub’un ölümüne kadar (1491) Özel Katiplik görevini sürdürmüş, daha sonra, Sultan Yakub’un yerine geçen Sultan Rüstem ve Elvend Bey zamanlarında da (1491-1501) Nişancılık ve Divan Katipliği görevini sürdürmüştür.

Mevlana İdris, Akkoyunlu Sarayı’nda 20 yıl görevde bulunmuş; Şah İsmail’in Akkoyunlu Devleti’ni ortadan kaldırdığı sırada başkent Tebriz’i terk ederek, Mekke ve Medine üzerinden İstanbul’a gitmiş ve Osmanlı Padişahı Sultan II. Beyazıt’ın maiyetine girmiştir.

Sultan Beyazıt, maiyetine giren Mevlana İdris’i Sarayına alır; ona maaş bağlar, hediyelerle ödüllendirir ve ondan Osmanlı Tarihi’ni yazmasını ister. İdris-i Bitlisi, 8 Cilt ve 8000 beyitten meydana gelen Osmanlıların o güne kadar devam eden 8 padişahının hayatlarını ve dönemleriyle ilgili tarihi olayları yazarak, büyük bir şaheser meydana getirir.

Mevlana İdris bu eşsiz eseri 30 ayda tamamlamış ve “Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk tarihini yazan tarihçi” unvanına hak kazanmıştır. Mevlana İdris, bu eserini Farsça kaleme almış ve bu esere, Kürtçe’de de aynı manaya gelen   “Heşt Behişt” yani, (8 Cennet) adını vermiştir.

Bundan sonra, ölümünden hemen önce 1520′ lerde Osmanlıca yazdığı ve Sultan Selim dönemini ele alan, biraz da Kanuni Sultan Süleyman dönemine değinen “Selimname” adlı eseri, biz Kürtler için ne kadar önemli ise, aynı zamanda 1000 yıllık tarihi Kürt-Türk birlikteliğini dillerinden düşürmemelerine rağmen, bu tarihi beraberliğimize hak – hukuk ve adalet bakımından zerre kadar değer vermeyen Türk yöneticileri için de, bir o kadar önemli bir eserdir.

Gerek Mevlana İdris’in Selimnamesi ve gerekse onun çok değerli oğlu Mhemed Çelebi olarak da adlandırılan Mevlana Ebul – Fazıl Mehmed Efendi’nin yazdığı, Heşt Behişt Zeyli, Selim Şah Name, Tevarih-i Al-i Osman, Tarih-i Osmani adlı eserlerinin piyasada olmamaları, büyük bir eksikliktir.

Arşivleri inceleyen araştırmacılar; “Mevlana İdris’in, Selimname isimli eserinde Sultan Selim Han dönemindeki olayların ve özellikle Osmanlılarla Kürt Beyleri arasında akdolunan antlaşmaların süreçleriyle ilgili gelişmelerin çok iyi bir şekilde ele alınmış olduğunu” söylemektedirler. Aynı araştırmacılar; Mevlana İdris’in bu eserinin, aynı zamanda Kürtler açısından da çok önemli olduğunu belirtmektedirler.

Bu konuda daha aydınlatıcı ve ayrıntılı araştırmalar yapmak, son derece önemlidir. Bu önemli durum, bugün bir görev ve hizmet olarak Kürt yazar ve araştırmacılarının ilgisini beklemektedir.

Mevlana İdris’in büyük şahsiyetini daha anlaşılır bir şekilde ortaya çıkarmak, yaptığı hizmetleri objektif ölçülere dayanarak, dürüstçe gözler önüne sermek ve tarihimizi doğru öğrenmek ve doğru bir biçimde algılayabilmek ihtiyacının yakıcı bir şekilde önümüzde durduğu bilincinde olduğum için, bu soylu görevi layıkıyla yerine getirme çabası içinde olacak olanların kervanına katılmak, ve bu uğurda, bu deryada bir damla bile olabilecekse, bu mütevazi çalışmayı yazılı hale getirmek için, kendi çapımda kaleme aldım.

Kimi Kürt aydınları, Mevlana İdris-i Bitlisi’yi değerlendirme konusunda benim görüşümde olmayabilirler. Zaten, Kürt aydınlarının; 1514’Ierdeki durumu ve tarihi gelişmeleri; tarafsız, objektif bir şekilde iyi bir araştırmaya tabi tutarak değerlendirmeden ve gerçekleri kavramadan, benim ulaştığım değerlendirmelerle ittifak edebilmelerinin bir hayli problemli olduğunu biliyorum. Bu problem, aynı zamanda Kürtler arasında oluşturulan yanlış ve haksız yargılar açısından da söz konusudur. Bu itibarla, sözünü ettiğim ciddi araştırmalar derinleştirilip, yaygınlaştırılmadan, bu aşamada benim değerlendirmelerimle ittifak halinde olabilecek pek az Kürt yazar ve araştırmacılarının olacağını da kabul ediyorum.

Önemli olan, Kürt-Osmanlı tarihinin doğru ve dürüst bir şekilde öğrenilmesi ve ortaya çıkartılmış olmasıdır. Gönül isterdi ki, bu konuda bugüne kadar önemli bir mesafe alınmış olsaydı. Ne var ki, bu konuda geç kalınmış olmak her şeyin sonu değil. Bugün de yarın da bu gerçeği görüp, hızla eksikliklerimizi giderebilir, yanlışlarımızdan arınabiliriz. Bunun için de, Kürt aydınları, en doğal hakları olan dini ve felsefi inanç, düşünce ve kanaatlerini, kendi tarihlerini doğru ve gerçekçi bir şekilde öğrenip ortaya koyabilme çabalarının dışında tutmaları gerekir.

Onlar, bu inanç ve felsefi düşünce ölçülerini; tarihi araştırmanın ve doğru öğrenmenin çerçevesi haline getirme çabası içinde olmazlarsa, tarihi gerçekleri halklarına sunup, gerçek hizmetlerini yapmamış olurlar. Eğer bu yapılmaz veya ihmal edilirse, Kürtler de önlerini görmekte zorlanacak, gerçek kişiliğini bulmakta ve kimliğine sarılmakta büyük problemler yaşamış olacaktır.

Bitlis Hükümdarı Şeref Han, yazılışını 1597 yılında tamamladığı ünlü Kürt Tarihi Şerefname’de; Mevlana İdris’i şöyle anlatıyor:

“-Emir Şerefin, babalarının ve atalarının mülkü olan Bedlis Vilayetini (abç: Bedlis Vilayeti öğünlerde Bitlis Merkez, Ahlat, Muş, Hınıs ve buralara bağlı mıntıkaları kapsamaktaydı.) gasp etmiş olan Kızılbaşlardan geri almak konusundaki umudu gerçekleşemeyince ve bu iş bir süre gecikince öte yandan Sultan Selim Han’ın bütün İran ülkesini istila etmek niyetinde olduğunu öğrenince; bu şartlardan yararlanmak için fırsatın elverişli olduğunu anladı. Ve;

“-Araştırma alanının atlısı, başarı yolundaki kervanın reisi, temel kanunların ve detay kanunlarının mütehassisi; kutsallık medresesinin müderrisi, Bedlis Bilgini’nin oğlu düşünür îdris ve köklü Diyaeddin ailesine yücelik, iyilik, ikbal ve devlet dileyenlerin seçkini Muhammed Ağa Kelhoki ile Al-i Osman Sarayı’na itaat ve sadakalarını ve tahtlarına bağlılıklarını sunmak konusunda anlaştı. ( 1 )

-Bunlar Kürdistan Beylerinden ve hükümdarlarından 20 kişiyi bu tedbirde kendilerine katıncaya kadar çalıştılar ve bir bağlılık ve itaat mektubu yazarak düşünür Mavlana İdris’e ve Muhammed Ağa’ya verdiler, bunlar da bu mektubu yüce eşiklere sunmak üzere İstanbul’a hareket ettiler.”(….)

diyor ve devam ediyor.

Sultan Selim Han’ın Edirne’den 23.11.1515 tarihinde Mevlana İdris’e gönderdiği mektup şöyle başlıyor:

“-Sultanların  dostu  ve faziletler  sahibi  Mevlana  Hakim.  Şeyh İdris Hazretleri;

Doğruluğunuz ve sadakatle çalışmanız, bütün gayretlerinizi sarf etmeniz neticesinde,  Diyarbekir ve havalisinin fethedilmesi mümkün oldu.  Bu başarınızdan dolayı yüzünüz ak olsun.”  (War Sayı :1. Sf.63)

Sayın Kemal Bıırkay, “Kürtler ve Kürdistan” adlı kitabında, İdris-i Bitlisi ve Şah İsmail olayı hakkında şunları yazıyor: (2)

“Şah İsmail 1507 tarihinde Kuzey Kürdistan’da Erciş ve Ahlat yörelerini ele geçirdi. (Maraş’ta- abç.) Dulkadiroğlları’nı yenerek Elbistan’a kadar ilerledi. Dönüşte de Harput Kalesi’ni kuşatarak aldı. Diyarbakır Valisi kentin anahtarını Şahismail’e teslim ederken Bitlis Emiri Şeref Han da kendisine bağlılığını bildirdi. Daha sonra Bağdat üzerine yürüdü ve burayı da savaşa gerek kalmadan aldı; buna rağmen kentte bir hayli kan akıttı ve sunni din adamlarına ait kimi türbeleri yıktı.

Şahismail’in Diyarbekir Valiliğine getirdiği Muhammed Beg Ustaclu, Mardin, Cizre ve Musul yörelerinde denetimi sağlamak için çok kan döktü. Direnen Cizre kenti harebeye çevrildi, kentin Müslüman ve Hristiyan halkı, çocuk-kadın demeden kılıçtan geçirildi.

Böylece kısa sürede Akkoyunlular devleti ortadan kalkarken Kürdistan’ın tamamı Safevilerin egemenliği altına girdi ve İran Devleti batıda Osmanlı sınırlarına ulaştı.

Onbir kadar Kürt beyi, bağlılıklarını sunmak için Hoy kentinde bulunan Şahismail’in yanına gittiler. Ancak Şahismail kimi olayları gerekçe göstererek, Şirvan ve Hazzo ( Sason) Beyleri hariç, ötekilerini hapse attı. Beylerin yerine de çoğu yerde kendi valilerini atadı.

Ancak, bu olay Kürt Beylerini Osmanlıların safına itti. Osmanlı Sultanı Yavuz Selim, Şahismail’in tersine, Sünni Kürt Beyleriyle dayanışma ve ittifak politikasını izledi. Kürt kesiminde ise bu ittifakın başını Bitlis’li Mevlana İdris (İdris-i Bitlis-i) çekiyordu. 1514 yılındı Osmanlı ve Safevi orduları Çaldıran’da karşı karşıya geldiğinde, 16 kadar Kürt Beyi askeri güçleriyle birlikte Osmanlılar safında yer almışlardı. Şahismail’in yenilgisinde bunun önemli payı oldu ve Sultan Selim Tebriz’e kadar ilerledi.

Etkili bir Şeyh ailesinden olan İdris-i Bitlis-i’nin başarılı diplomatik çabaları sayesinde Osmanlı Sultanı ile Kürt Emirleri arasında bir antlaşmaya varıldı. Buna göre Kürt Emirlikleri Osmanlı Padişahlığına bağımlılığı kabul ediyor, ancak bunun ötesinde tüm hükümranlık haklarını koruyorlardı. Bu yönetim hakları, babadan oğula geçecek ya da Emir, eskiden beri sürüp gelmekte olan örf ve adetlere uygun olarak bölgedeki aşiretler tarafından seçilecek ve Padişah’ın bu seçimi onaylayan fermamyla geçerli olacaktı. Kürt Emirler Osmanlıların bütün savaşlarına katılacaklar, buna karşılık Sultan da onları dış saldırılara karşı koruyacaktı. Yine Kürtlerin Osmanlı Sultanına geleneksel hediyeler vermeleri de gerekiyordu.

Kimi Kürt aydınları, Kürt Beyleri ile Osmanlı Sultanı arasında söz konusu antlaşmayı sağlamakta büyük bir rol oynayan îdris-i Bitlis-i’nin tutumunu Kürdistan’ın daha sonraki tarihi açısından olumsuz olarak nitelerler. Ancak bunun tam tersini düşünenler de var. Bu anlaşmanın Osmanlıların durumunu güçlendirdiği ve Kürdistan’nın büyük bölümü üzerinde egemenlik kurduğu açık. Ancak böyle bir antlaşma olmasaydı Kürtlerin bölgede ortaya çıkan iki büyük güç arasında ayakta durabilme şanslarının ne olduğu da düşündürücüdür.”

Mehmed Emin Zeki’nin, “Meşahir-i Kurd u Kurdıstan” Türkçe anlamıyla Kürt Ünlüleri  eserinin  150.-151. sayfalarındaki (Mehmet Bayrak İkinci Basım 1998

Svveden) Mevlana İdris ile ilgili değerlendirmelerini aktarıyorum:

“-El Hakim olarak tanınan îdris-i Bitlis-i, Kürtlerin en faziletli meşhurları arasında sayılmaktadır.”

“Yavuz Sultan Selim’in himayesine girerek, onun döneminde yüksek bir makam sahibi oldu. Arap ülkelerinden sorumlu Askeri Kadı rütbesine erişti (1512). Yavuz Sultan Selim, Çaldıran Savaşı’nda galip gelince Tebriz şehrini teslim alması için onu İran’a gönderdi. Burda Sultan’ın görkemli bir şekilde karşılanması için resmi hazırlıklarda bulundu. Kürt Beyliklerini barış yoluyla Osmanlı Devletine bağlamak için çaba sarfetti. Osmanlı Devleti’nin himayesine girmeleri için Diyarbakır, Mardin, Urfa, Musul ve Cizre’nin kuzeyine düşen diğer Kürt Emirleri de îdris-i Bitlis-i’nin edebi ve maddi yardımını görmüşlerdir.”

“-Kürdistan’da iç idareyi tesis eden Kürt Büyüğü olan îdris-i Bitlis-i’dir. Bunu Osmanlı Devleti’nin yararına yapmıştır, (abç. (!)) Kürt milliyetçiliğine zemin hazırlayan bu federasyon (Birleşik Hükümetler ve Birleşik Eyaletler düzeni) kurmuştu. Mahalli Kürt îmaretleri’nin sürekli korunmasını sağlamıştı. Buna rağmen bu imaretler arasındaki geçimsizlik ve bunun sonucunda çıkan savaşları bir türlü önleyememiştir. Eğer bu Beylikler arasında birlik ve yardımlaşama sağlansaydı, Kürtler için güvenli gelecek doğmuş olacaktı….”

Şayet, Sayın Mehmet Emin Zeki’nin beyan ettiği gibi Mevlana İdris’ in yaptıkları doğru ise, yapmadıklarından onu sorumlu tutamayız. Ayrıca, iki devlet veya iki millet arasında yapılan tüm antlaşmalar, her iki tarafın menfaati gözetilerek yapılır. “Bunu Osmanlılar yararına yapmıştır.” hükmü, hem yanlış ve hem de yeterli bir özenin ve incelemenin yansıtması gereken gerçeklikten uzaktır. Osmanlılarla Kürtlerin en az 330 yıllık (1514-1850) gibi uzun bir zaman sürecini tahlil etmeden yargıya varılamaz. İdris, “Kürdistan’da iç idareyi tesis ettikten sonra”, çok kısa bir süre hayatta kalmış ve 1520’de hem kendisi hem de kendisine güvenen bütün Kürt Beylerinin sadakatlarına emin olan Yavuz Sultan Selim vefat etmişlerdir. Burada önemli olan, Kürt-Osmanlı Antlaşma Metni ve Mevlana İdris’in Osmanlı Kanunnameleri ile tesis ettiği Kürt Hükümetleri, Sancak, Ocaklık, Yurtluk ve benzeri statülerinin doğru kurulup, kurulmamış olmasıdır. M.Emin Zeki Bey’den 300-350 yıl önce meseleyi dile getiren büyük hükümdar ve tarihçi Şeref Han, söylenmesi gerekenleri söylemiş ve özellikle Kürt-Osmanlı anltaşma maddelerine bile çok aykırı olan dedesinin 1533’lerde Tatik Ovası’nda Osmanlılarca katledilmesini bile sorgulamamış ve Mevlana İdrisi’ i sorumlu tutmamıştır. Kanımca bu durum, tarihi anlamak ve tarihçilik açısından bizler için öğretici olmalıdır.

Diyarbekir’in önemli düşünürlerinden Ali Emiri’nin bu konu ile ilgili bir yazısı, rahmetli Abdurrahman Uçaman arkadaşımız tarafından Türkçeye çevirilerek WAR Dergisi’nin 1. sayısında yayınlanmıştır. Buradan bazı paragrafları vermekte yarar görüyorum:

“-Çaldıran Savaşı’nın ŞahismaiVin mağlubiyetiyle sonuçlanmasından sonra, Diyarbekir Valisi olan Mehmed Han’ın öldürülmesiyle, Diyarbekir halkı Safevi halkı mensuplarını ve onların sempazitanlarının bir kısmını öldürüp, diğer bir kısmını da kovdular.”

“-Bir taraftan Kürdistan’ın tüm aşiret ve kabilelerinin büyüklerini (abçıAli Emiri, Kürt Beylerinden veya Hükam-ül Ekrad’dan bahsediyor) yanına çağırarak, diğer taraftan Sultan Selim Han Hazretlerine durumu bildirerek, yardım istemekle beraber, yanında bulunan Hakimuddin İdrisi-Bedlisi Hazretlerine de başvuruda bulundular…”

“-Adı geçen İdrisi Bediisi Hazretleri, Banidir (abç: Akkoyunlu Devleti) hükümdarları zamanında çok önemli olan padişah divanının kalem sekrataryalığında (nişancılık hizmeti) bulunduğu ve tüm Kürdistan ve İran’ın askeri ve sivil ileri gelenleri ve yöneticileriyle eskiden beri gelen yakın dostluk ve ilişkilerinden; ve özellikle Amid’in eşrafı ve ileri gelenleriyle olan kardeşliği ve dostluğundan dolayı, Sultan Selim’in itibar ve güvenini kazanmışlardı.

Böylece, Mevlana İdris’in organizesi ve önderliği, Sultan tarafından Amid halkına gönderilen bağlılık istekleri, çevrede bulunan Kürdistan Beyleri tarafından da antlaşma ve sözleşmeler kabul edilerek, olumlu cevap verilmiştir…”

“-Cereyan eden bu olaylardan sonra, Amid, Safevilerin boyunduruğundan kurtarılmıştı. Ancak Amid’in kuşatılması esnasında…, İdris’i Bediisi Hazretleri Kürdistan Hanedan ve Beylerine hitaben Sultan Selim Han Hazretlerinden bir takım direktifler alarak Kürdistan’a gelir. Mevlana İdris, kısa bir süre içinde Muş, Ahlat, Zırki, Zozkan, Urmi, Aşni, Soran, Erbil, îmadiye, Botan, Cizre, Nusaybin, Musul, Bitlis, Hizan, Xerzan, Siirt, Sason, Midyat ve Hasankeyf yörelerini dolaşıp, Amid halkının  göstermiş olduğu gayretkeşliği anlattı ve dediki:”-Bu Şehir(Amid) elden giderse, bütün Kürdistan Şah îsmail tarafından soykırımına uğratılacaktır.”diyerek halkı Safeviler aleyhinde ayaklandırdı….”

Kürt Beyleri yine Mevlana İdris’in çabası ve öncülüğünde bir araya toplanıp, Hasankeyf Beyi Melik Halil Eyyubi, Bitlis Hakimi Şerafeddin Bey, Hizan Hakimi Emir Davud Bey, Sason Hakimi Ali Bey, Nemiran Hakimi Abdullah Bey ve Ezdin Şerzade Bey, Emir Melik Abbas gibi Beylerin oluşturduğu 25 kişilik bir “Meclis-i Milli’de Şah İsmail’e olan bağlılıklarını iptal ederek, Sultan Selim’e bağlanmayı kararlaştırdılar..”

“-Ancak, kendilerinden hangisi reis olursa diğerlerinin bunu kabul etmiyeceği endişesinden dolayı De\let-i Aliye tarafından kendilerine bir yöneticinin tayin edilmesini istiyerek ve böylece İran taraftarlarıyla savaşıp vatanlarını kurtarmayı ve Amid şehrini işgalcilerden temizlemeyi kararlaştırdılar. Bu karar üzerine bütün Kürdistan halkı İran’a karşı yer yer ayaklanarak kendilerini   savundular..”

Büyük düşünür Ali Emiri’nin bu değerlendirmeleri 7 sayfadır ve her satırının okunmasında büyük yarar vardır. Anladığım kadarıyla rahmetli Ali Emiri bu değerlendirmelerine ulaşırken,    “Zeyli  Heşt  Behişt  ve  Selimname”yi  tetkik etmiş ve bu eşsiz kaynaklardan yararlanmıştır.

Kimi Kürt aydınlarının görüşüne göre; “İdris-i Bitlisi, Kürdistan’ı Osmanlılara satmış…”, Türk aydın ve resmi tarih tezine göre de; “Çaldıran Savaşi’ndan sonra Doğu Anadolu, barış yolu ile Osmanlılara katılmıştır.”

Bu iki görüş de eksiktir, yanlıştır ve geçersizdir. Kürtleri ve Kürdistan’ın tarihi gerçeklerini inkar etmek için bu yaklaşımlar, Türkiye’nin resmi tarih ve inkarcı siyasetlerine uyabilir ve bu çarpıtmaların nedenini de bildiğimiz için, bunları anlamak mümkün. Ne var ki, kimi Kürt aydınlarının, yıllar-yılıdır İdris-i Bitlisi’yi, “İblis” olarak nitelemelerini ve yaptığı çok büyük hizmetlerini ihanetle eşdeğer tutarak suçlamalarını anlamak mümkün değildir.

Eksik ve yanlış bilgilendirmeden dolayı Mevlana İdris’in büyük şahsiyetine yapılan yakıştırmalar, tarihi gerçekleri öğrenme çabası içinde olanları ve onları irdeleyerek kavrayanları, elbette ki üzer. Bu türden vefasızlığı, vefalı ve cefakeş Kürtlere yakıştırmak büyük bir haksızlıktır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun devamını ve büyük dinamizmini sağlayan Mevlana İdris’in Kürdistan, İran ve Mısır Planı, Osmanlıların çıkarına olduğu kadar, aynı zamanda, Kürtlerin de çok uzun bir süre özgür yaşama istek ve arzularına denk düşmüş ve bu durum, Kürtlerin çıkarına olmuştur. Bugün, Kürtlerin ve Türklerin bu tarihi gerçeklere gereği gibi sahip çıkamamalarından dolayıdır ki, hala bu iki tarihi kader arkadaşı halklar biri birlerini anlayamamakta ve en çok ihtiyaçları olan barışı, hakim kılamamaktadırlar.

Bunun için, “Heşt Behişt’in  Zeyli” “Selim name ve Osmanlı Arşivleri” bu iki halkın aydınlarına açılmalı ve bu aydınlar, gerçeklerden korkmadan kendi halklarına anlatmalıdırlar.

1000 yıllık Kürt-Türk beraberliği tarihini eğer Alpaslan’dan ve 1071 Malazgirt Savaşı’ndan başlatırsak, büyük komutan Sultan Alpaslan’a Mervani Kürt Devleti’nin süvarileri ve diğer Kürt Bölgelerindeki Kürt aşiretleri yardımcı olmuşlar ve gerektiğinde savaşlara da katılmışlardır. ( 3)

Selçuklu Devletleri zamanında, Sultan Mesut, merkezi Bahar şehri olan ve şimdiki İran’ın Senandeşt -Hemedan ve Urmiye’ye kadar olan bölgede Kürdistan ismini taşıyan bir eyalet kurmuş ve belki de tarihte ilk olarak resmen Kürdistan ismi kullanılarak bu statü, Selçuklu Sultanları tarafından ifade edilmiştir. (4)

Selçuklular, Kürt yöneticilerini Kürdistan’in dışında bile görevlendirmiş olup, Germiyanoğulları gibi beylikleri kurdurmuşlardır. (5)

Yine, Çemişkezek ve İmadiye gibi Kürt statülerinin mimarlarının, Selçuklular olduğu söylenmektedir.

Selçuklular’ı, Atabeyler’i ve Artuklular’ı aynı kategoride değerlendirdiğimiz zaman, Selçuklu Sultanlarının bir yandan var olan Kürt devlet ve statülerim ortadan kaldırarak kendi yönetimlerini kurduklarını, diğer yandan da Selaheddin-i Eyyubi gibi büyük Kürt Komutanlarının ve Eyyubi Devletleri’nin doğmasına da vesile olduklarını görürüz.

Selaheddin-i Eyyubi’nin Artuklularla, Konya Selçuklu Devletiyle ve bütün Müslüman halklarla yürüttüğü siyaset, kardeşlik bağları ve dayanışma anlayışını hiç kimse inkar edemez.

Kürtlerin, Kürt Hükümdarlık ve Emirliklerin’in; Timurleng, Kara Yusuf ve Uzun Hasan’larla da ilişkileri düşmanca değildir; Karakoyunlular’ın veya Timurleng’in bazı şiddet politikalarına rağmen, beraber yaşama politikaları ağır basmıştır. Kürdistan’ı kasıp-kavuran Cengiz Han’ın bile, Hakkari Hükümdarlığı’na Fermanname’ler ile beratlar vermiş olduğunu ve bazı Kürt Beylerini tanıdığını, biliyoruz.

Hulagu Han’ın ve Moğollar’ın akıl almaz tutumlarını, zaten Türklere mal etmenin hiçbir geçerliliği yoktur. Çünkü,; Türkler ayrı, Moğollar ayrıdır.

Kürtlerin gerçekten ulus olarak ve bir bütün olarak Türklerle kader birliği yaptığı dönem, Osmanlılarla Amasya Antlaşması’nı (1514) imzaladığı dönemdir. Bu antlaşmada 25 veya 28 Kürt Beyi hazır bulunmuştur. Bu antlaşma, Kürt Beyleri ve büyük hükümdar Yavuz Sultan Selim Han arasında akdedilmiş ve Mevlana El Hakim İdris-i Bitlisi’nin yürttüğü diplomasi ile başarıya ulaşmıştır. İşte, Türk-Kürt tarihi beraberliğini ve bu halkın kaderlerini belirleyen belge budur.

Bu önemli belgeyi küçümsemek, “Zaten antlaşmadan 15 yıl sonra Osmanlılar, antlaşma maddelerine aykırı davranarak bazı Beylikleri ortadan kaldırdılar.” veya “İdris-i Bitlisi çoğu yerleri Osmanlılara verip, bir kaç statüyü de Kürtlere verdi” gibi yalan ve yakıştırmalarla bu belgeyi, “ihanet belgesi saymak”, ne Kürtlere ne Türklere bir yarar sağlar ve ne de tarihi gerçeklerin anlaşılmasına olumlu bir katkı yapar.

İdris-i Bitlisi’nin Sultan Selim’e yazdığı bir arznamesi, Şevket Beysanoğlu’nun büyük bir emek verdiği “Diyarbakır Tarihi”nin 2.Cildi’nde neşredildi. Bu Mektup’tan bir kaç satır buraya aktarmak istiyorum:

“-Savaş haberlerini Azerbaycan ve Irak’ın en ücra köşelerine kadar ulaştırdım… Bir çok müşavereden sonra ihtilaf konularını kaldırmaya muvaffak oldum ve ORDU ümerası arasında tam bir fikir birliği sağladım…”

“Düşman ordusunu yok etmek için şu planı hazırladım:

Ordunun kalbine özel saray muhafızlarını ve genç, cesur Yeniçerileri orduya kuvvet kazandırmak için yerleştirdik… Ordunun sağ kanadına Karaman Emirleri ve Anadolu Askerleri… ve soluna da Kürdistan Emir ve Mülükleri yerleştiler… Bendeniz de tereddüd huyuna sahip olan Kürtleri devamlı şekilde ittifak içinde idare etmek maksadı ile aralarında bulundum…

Bendenizin sağında Kürt Emirlerinden Sultan Halil-i Eyyubi ve Sasunlu Mehmed Bey, Eğil’li Kasım Bey, Zırki’li Mehmed Bey, Cizre’li Şah Ali Bey, Emir Sarım’ın oğlu Kasım Bey ve Süleyman Nasır Bey… Ve solumda Bitlis Hakimi Şeref Bey, Hizan Hakimi Davud Bey, Süleyman Şah Beled Bey, Ataki Ahmed Bey, Hançunki Sultan Ahmed ve kardeşi İsfahan Bey, .. her biri akraba ve askerleri ile süvari ve piyade olarak savaşıyorlardı…

Savaş sırasında sol cenah Kızılbaşların kuvvetli hücumu karşısında zayıf düştü, fakat ordunun kalbini yenememekten dolayı meyus olan Kızılbaşlar ikiye bölünerek zikzak hareketlerle Karahan ve Diyarbekir emirleri ile birlikte sağ cenaha hücum ettiler ve Karamanlılar ve Hüsrev Paşa’yı büyük bir yenilgiye uğrattılar… Fakat Allahı’n inayeti ile bu sırada Kızılbaş Kumandanı Kara Han katledildi. Ayrıca, Birecik hakimi Akkoyunlu Veli Han Bey’in evlatları Herrat Hakimi Saru ve kafirlerin ileri gelenlerinden bir kaçı cehenneme vasıl oldular. Orduları da toplu halde Berri’ye (abç:Mardin Ovası) doğru kaçtılar… Hemedan Hakimi Vikan kumandasındaki Kızılbaş ordusu; Kürdistan ordularına hücum ederek, tüfekçilerin önünden saparak Çaldıran Meydan Savaşı’ndaki stratejiye uygun bir savaşa giriştiler.. Çok kritik bir anda bendeniz fırsattan istifade ederek, Şeref Beyi, Davud Beyi ve Ataki Ahmed Beyi düşman üzerine yürümeye teşvik ettim ve öyle bir kritik durum hasıl olmuştu ki, eğeronların hücumu bir an gecikseydi, ordumuz tamamen yenilecekti… Fakat, bu üç cengaver öylesine kahramanca savaştılar ki, Kızılbaşları yenilgiye mahkum ettiler. Otağ Hakimi Ali Xan ve Sarimi Kasım Beyi öldürerek onların mühürlerini ordu kumandanının önüne getirdiler.

Fakat… Sol kanattaki Kenzcd Sultan, Cuga ve Deha Hakimi Durmuş Bey ve Velhasıl ordumuzun sol kanadında çarpışan Kürtler, bu savaşta öylesine erkekçe dövüştüler ki, Emirleri bilhassa Ahmed Bey Ataki onların fedakarlıklarını teyid ettiler. Bu savaştan sonra Kürdistan, Bitlis ve başka şehirleri yağma etmek maksadıyla Cayan ve Develi Kızılbaş Ordusunun Tebriz’den hareket ettikleri ve Kürdistan’ı yağma ettikten sonra hücuma geçerek Kara Han’ın imdadına gelecekleri haberi ulaştı.Fakat mücahit ordu, zaferi kazandıktan sonra Emir Şeref, Emir Davud ve Sason Hakimi Emir Muha.mm.ed, Zirki’li Mir Mihemed, Eyyubi Sultan Halil Kürdistan Ordusu vasitasiyla Diyarbekir derbendini kuşatmak için hareket ettiler…”

Mevlana İdris’in Yavuz Sultan Silim Han’a gönderdiği arznamesinin yukarıdaki alıntılarının yanı sıra, ayrıca ve aynı kitapta Kürdistan Beylerbeyi ve Başkomutanlık görevini üstlenen Bıyıklı  Mehmed  Paşa’nın  Arznamesi’nden de   bir cümle almakta yarar görüyorum.:

Bıyıklı Mehmet Paşa; “-(…) Umumen Kürdistan Beyleriyle yek-dıl, yek-cihet ve yek-reng tedbir kılıp..” diyerek, Kürdistan beylerinin samimiyetini vurguluyor ve böylece zafere ulaşılmış olduğunu beyan ediyor.

Bitlis Hükümdari V. Şeref Xan da yazdığı Şerefname’nin(481-482.sayfalarında) bu savaştan sözediyor. Mayıs 1516’da meydana gelen Koçhisar Savaşı (Şimdiki Kızıltepe) , Kızılbaşların cephe kumandanı Kara Han’la yapılan ve ÇALDIRAN SAVAŞI KADAR ÖNEMLİ OLAN BİR MEYDAN MUHAREBESİ’dir. Bu savaştan sonra Osmanlı ordularının görevi bitmiş; görev, Kürt Beylerinin ve onların kendi ordularının sorumluluk ve inisiyatif alanına girmiştir. Bunun için, bütün Kürdistan Emirleri ittifak içinde kalelerini, şehirlerini ve yurtlarını Kızılbaşların işgalinden kurtarmak üzere hemen harekete geçmişler. Şimdi Şerefname’den bir kaç satır aktaralım:

“-îki taraf, Nusaybin dolaylarında, Koçhisar denilen yerde karşı karşıya gelince, iki ordu; dolup taşan denizler ve gürültülü şimşekler çakan bulutlar gibi birbirine girdi. Bu kanlı çarpışmada savaş ve vuruşma ateşini ilk alevlendiren topluluk ROŞKAN aşireti oldu. Roşkan aşiretinden o uğursuz günde Tac Ahmed, Kasım Entaxi, Mirşah Hüseyin Kesani, Mir Seyfeddin ve Ömer Çandar gibi o çağın kahramanları ve o devrin yiğitleri şehit oldular. Ayrıca Roşkanlıların ileri gelenlerinin ve liderlerinin çoğu, özellikle Mir Nasreddin, Kara Yadigar, Seyid Salmanan Kavalisi gibi bir çok insan üstün cesaret ve nadir görülen bir yiğitlik göstererek savaş alanında ağır bir şekilde yaralandılar…”

“-Çarpışma Kara Han’ın öldürülmesi, Kızılbaş topluluğunun darmadağın olması ve büyük bir kısmının esir düşmesiyle sonuçtan dı..”

“-Bu güçlü çarpışmadan sonra, Kürdistan Beylerin’den her biri, irsi vilayetlerini düşmanın elinden almaya gidince… Emir Şeref de Bitlis Vilayetine gitti ve orayı kuşatmaya başladı. Bu görevde Sosun (Hezzo)’lu Muhammed Beg, Hizanlı Mir Davud, Şirvan’lı Mir Şah Muhammed ile Müküs ve îspayert Beyleri de yanında bulunuyordu.”

“-Kuşatma uzayıp ve kuşatma altındakiler sıkışınca, aman dilediler ve Şirvan ile Sasun Beylerinin kefaletleri şartıyla ve onlara bir kötülük yapılmayacağı koşulu ile kaleyi ve şehri teslim ettiler. Kaleyi ve şehri Emir Şerefe teslim ettikten sonra, adı geçen Şirvan ve Hezzo Beyleri, Kızılbaşları Adûcevaz tarafına götürüp sağ ve salim olarak vatanlarına kavuşturmalarını sağlamak için ora beylerine teslim ettiler.”

Şeref Han’a göre, Osmanlılarla ittifak kuran bütün Kürdistan Beyleri kendi yurtlarını savaştan önce ve savaştan hemen sonra kurtarmış ve statülerine kavuşmuşlardır.

Tüm bu tarihi olaylar ve bunların değerlendilmesi ışığında, Mevlana İdris’i anlamaya çalıştığımızda, onun büyük bir Kürt alimi ve diplomatı olduğunu kavramakta güçlük çekmiyoruz. Bu gerçekler ışığında, Mevlana İdris’in kendi kabiliyeti ve diplomasi anlayışının tarihi başarısındaki rolünün yanı sıra, şartların ve tarihsel durumların da önemini göz ardı etmemek gerekir.

Tüm bu koşullar içinde, İdris-i Bitlisi’yi iyi algılamak ve iyi tanımak, Kürtler açısından çok önemlidir.

Bu zat-ı muhterem; ta dede ve babasından beri sülalece gerek Akkoyunlular ve gerekse Osmanlılar nezdinde çok önemli devlet görevlerinde bulunmuş ve bunların nezdinde hiç bir zaman güvenleri sarsılmamıştır. Bu güvenilir şahsiyetin, Sultan Beyazıt II. ve Sultan Selim ile derin ve samimi dostluğu vardır. Uzun Hasan, Yakup, Rüstem ve Elvend gibi Akkoyunlu Sultanları’nın dostudur. Şah İsmail’i iyi tanıyan ve Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar’la arakadaşlık bağları olan biridir. Bütün bunlar ve bunlara ek olarak Kürt Beylerini, Hanedanlarını ve bilhassa Diyarbekir Eşrafını çok iyi tanımaktadır. Bunun için hem Osmanlı Padişahınca ve hem de Kürdistan ileri gelenlerince tam güvenilir bir elçi, bir aracı ve bir kurtarıcı rolünü almış ve bu güven sayesinde iki yıl içinde çok büyük bir proje bitirerek, tarihte ilk olarak 25-30 Kürt Beyliklerini bir araya getirerek, zamanın en büyük imparatorluğuyla oluşturulan antlaşma metninin imzalanmasında büyük bir rol oynamıştır.

Elbette, zaman ve şartlar da Mevlana İdris’in lehinedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun korkulu rüyası, Safevi Devleti’dir. Daha 1402’de Timurleng Ankara Meydan Savaşı’nda Yıldırım Beyazıd’ı yenmiş, 1470’li yıllarda Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan, Osmanlı tahtına göz dikmiş ve Fatih Sultan Mehmet tarafından Tercan Ovası’nda mağlup edilmişti. Bunlardan sonra, bütün Anadolu Türkmenleri’yle sözleşmeli olan Safevi Şahı’nın önündeki engel Sünni Kürt Beyleridirler. Şah İsmail kısa bir zaman içinde Kürdistan’i baştan-başa işgal etmeye muvaffak olmuş olmanın avantajından da yararlanarak; daha ileri bir başarı ve tarihi zafer için, Kürtleri de yanına alarak İstanbul’a yürümesi gerekirdi. Bu olayı Sultan Selim Han biliyordu ve daha Trabzon’da Vali iken babası II. Beyazıt’ı bu konuda uyarıyordu. Uyarılarına önem verilmediği için, Sultan Selim’in, babasını bu yüzden tahttan indirdiğini söyleyenler de vardır.

Kürtleri de yanına alıp, İstanbul’a kadar yürümeyi planlayan Şah İsmail, bir gerçeğin farkında değildi. Kürtlerin tek merkeze boyun eğip, tüm statü ve babalarından miras kalan hakimiyetlerini bırakıp, İsfahan veya Tebriz’e boyun eğeceklerini sandı. Kendisine biat eden, boyun eğen ve beraber kalmak isteyen Kürdistan Beylerini hiçe saydı ve zindanlara attı. Oysa, Sultan Selim, bunun tam tersini yaparak, Kürtlerin eski statülerini koruduğu gibi, Kürtlere fazlasını da vererek, onları kazanmasını bildi.

Şimdi, tekrar Idris-i  Bitis-i’ye dönelim:

Mevlana İdris, 1501’de İstanbul’a gider ve Sultan II. Beyazıt’la çalışır. Osmanlı Sarayı’nda İdris’i kıskananlar, onu Padişah’a kötülerler. Özellikle, Vezir-i Azam Hadım Ali Paşa ve tayfası, İdris’in yazdığı Osmanlı Tarihini dahi kendilerine mal etmek için çeşitli entrikalara baş vururlar, İdris, Osmanlı Sarayını terk etmiş ve Hac bahanesiyle Mekke’ye yerleşmiştir.

İdris-i Bitlisi, 1511 yılında Sultan Selim Han’a gönderdiği mektupta şunları yazmıştır:

“-Madem ki, bana bu hakaretleri ve ezaları yaptılar, benim bu hakaretler karşısında menfur olduğum o mahale de avdetime imkan yoktur. Orada bulunan aile ve evlatlarımın bana gelmeleri için adamlarınızın müsaadelerini diliyorum. Eğer, buna müsaade etmezlerse, bu dergahta onlar için lanet ve bedduaya başlayacağım. Evlatlarımın bana ulaşmasına mani olanlar, lanete layıktırlar…”

1512’de Yavuz Sultan Selim tahta çıkınca, Mevlana İdris’i İstanbul’a davet eder. Mevlana İdris Sultan’a güvenir ve Suriye üzeri İstanbul’a döner. Şam ve Halep’te 6 ay kalır, oradaki ulemalar ile önemli görüşmeler yapar.

Yavuz Selim İdris’i çok iyi karşılar, Doğu (Safevi Devletinin sınırları dahilinde bulunan o günkü İran) ve Arabistan ile ilgili danışman yapar. Onu Arabistan Askeri Kadısı ve Osmanlıların siyasetinde en yüksek rütbesi olan Kazaskerlik unvanına kavuşturur.

Yavuz Selim, Çaldıran Zaferi’nden sonra İdris’i Tebriz’i teslim almak için görevlendirir. Mevlana İdris, Sultan Selim ve maiyetini Tebriz’de bir ev sahibi gibi ve görkemli bir şekilde karşılar. Yavuz Sultan Selim Tebriz’i terk edip kışlağını Amasya’da kurmaya giderken de Mevlana İdris’i orada bırakır ve Mevlana İdris, Tebrizlilere vaizler vererek, Osmanlı idaresini oranın halkına anlatır.

Çok ilginçtir, Mevlana İdris’in üstün başarısına karşılık, Sultan Selim Han, Diyarbekir Bölgesi’ni kendisine temlik eder. Ayrıca, merkezi Diyarbekir olan ve Yavuz Selim’in 1516’da ihdas ettiği “Arap Kazaskerliği” görevini kendisine verir. Böylece İdris-i Bitlis-i, Osmanlıların en büyük siyasi rütbelerinden biri olan Kazaskerlik rütbesi ile ödüllendirilmiş olur. Bununla, Güney-Doğu Anadolu’nun idaresi kendisine verilmiştir. (Bu bilgilerin kaynağı: Kültür Bakanlığı Yayım/1271-Türk Büyükleri/134  BİTLİSLİ  İDRİS – M.Bayraktar, kitapçığından alındı.)

Yine, bu kitapçıkta verilen malumata göre; 1516 ve 1517, yıllarında vuku bulan “Merci Dabuk” ve “Ridaniye” Savaşları’na da Sultan Selim Han’la birlikte katılan Mevlana İdris’in, Mısır Memluklular Devleti’nin de ortadan kaldırılmasında ve Halifeliğin Osmanlı Padişahlarına verilmesinde rolü büyüktür. Şerefname’den anlaşıldığına göre; bir çok Kürt Beyleri, ordu ve erkanlarıyla bu savaşlara katılmışlardır. Ayrıca, Mısır’ın fethinden sonra, İdris-i Bitlisi Yavuz Sultan Selim’e şiirsel öğütler yazarak, bu memleketin yönetimiyle ilgili siyaset beyan etmiştir.

Yine, bu kitaptan anlıyoruz ki, onun büyük oğlu Mevlana Ebul-Fazıl Mıhemed Çelebi de Arapça, Farsça ve Osmanlıca dillerini çok iyi bilmektedir. Yazdığı kitaplardan “Heşt Behiştin Zeyli”, “Tevarih-ul Ali Osman”, “Tarih-i Osmani”, “Selim Şahname” gibi kitapların yanı sıra bir çok eser bırakmış ve bir çok konuda çeşitli kitapları tercüme etmiştir. Mevlana Ebul-Fazıl, Osmanlı Sarayı’nda Divan Üyeliği’ni yapmış, Manisa’da Müderrislik, Trablus’da Kadılık ve en son Rumeli Deftardarlığı görevinde bulunmuş ve 1579 yılında vefat ederek, İstanbul Tophane’de kendi adına yaptırılan Deftardar Camii’nde defnedilmiştir.

Adı geçen kitaptan anladığımız kadarıyla, Mevlana İdris Çok büyük yazar ve bilim adamıdır. Onun yazdığı kitapları tasnif eden Doç. Dr. Mehmet Bayraktar, sırasıyla bilim dallarını şöyle sıralamıştır:

a- Tıpla ilgili kitaplar, Zooloji ve Kozmolojiyle ilgili kitaplar.

b- Felsefi ve kelami eserler: Bu konularda 3 kitap yazmış.

c- Tasavvufi Eserler: Telifler ve Şerh eserlerinin sayısı 7’dir.

d- Siyasi ve Ahlaki Eserler: Bu konularda 2 eser yazmıştır.

e- Dini Eserler: Fıkıh, Hadis ve Tefsir ile ilgili 6 tane eser yazmıştır.

f- Tarih ve Seyahat ile ilgili eserler: Heşt Behişt dahil bir çok kitap yazmış olup, sadece Heşt Behişt 8 Cilt ve 8000 beyitten ibarettir. Tarih olarak Selimnameyi, seyahat olarak da Risale’yi Hazzaniyye’yi yazmıştır.

g- Mektupları ve Şiirleri: Bunlarla ilgili 3 kitap yazmıştır. Topkapı Sarayı’nda mektupları mevcuttur. Özetle söyleyecek olursak, Mevlana İdris-i Bitişi bir deryadır. Diyarbakır’da, Tebriz’de okumuş, saray terbiyesi ile büyümüş, çok büyük alimlerden feyz almış, şahların ve sultanların tecrübe ve kabiliyetlerinden yararlanmış, devlet idaresiyle haşir-neşir olmuş büyük bir şahsiyettir. 15. Asır’da bizlerin içinden çıkmış olan böyle bir derya ile övünmek elbette ki, Kürtlerin hakkıdır. Biz, Mevlana İdris’i tanımadan, eserlereni -bilhassa Heşt Behişt ve Zeylini, Selimname’yi Selimşahname’yi-  okumadan, Amasya Sözleşmesi’ni önümüze koyup, derin-derin düşünmeden bu mütefekkir ve faziletli Kürt Büyüğü’nü yargılamaya kalkarsak, sanırım çok yanılgıya düşer ve yarınki kuşaklar nezdinde olumsuz yargılarla sorgulanmayı hak etmiş oluruz..

Amasya Antlaşması ve Kürt Beyleri ile Osmanlı İmpartorluğu’nun ittifakı:

Cemilpaşazade Ekrem Bey, Kürdistan’ın Kısa Tarihi (Kurtebır Diroka Kurdistan) adlı eserinin 171. sayfasında “Kürt Prensleri ile Sultan Selim’in Amasya Toplantısı” başlığı altında 1514 Amasya Antlaşması’nı aşağıdaki gibi açıklıyor.

“Kürt Prensleri ile Sultan Selim’in Amasya Toplantısı:

Sultan Selim, Tebriz’den döndükten sonra, mektuplarla Kürt Prenslerini Amasya’ya davet etti. İdris-i Bitlisi engin çaba ve propaganda kabiliyeti neticesinde 28 Kürt Prensini Amasya’da topladı. Sultan Selim’in Divanında günlerce toplantılar yapıldı; uzun uzadıya tartışıldı, konuşuldu, ölçüldü-biçildi ve neticede sonuca bağlandı. İdris-i Bitlisi’nin diplomasisi ve Sultan Selim’in güzel sözleri Kürt Prenslerine güven vererek onları ikna etti. Kürt Prensleri, Osmanlı Sultanı’na güvendiler, inandılar ve Osmanlılarla birlik olmaya; Şah İsmail’den ayrılmaya karar verdiler.

Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim ile 28 Kürt Prensi arasında, 1514 yılında, Amasya’da bir antlaşma ( yekdestinaveyek) imzalandı. (Şeqıl-möhürlendi.):

1- Kürt Prensleri, baba ve dedelerinden kendilerine miras kalan toprak ve yönetimlerini onurlu ve özgürce sürdürecek, eski örf, adet ve geleneklerini muhafaza edeceklerdir. Yönetim hakları, eskiden olduğu gibi, babadan oğula intikal edecektir.

2- Kürdistan sınırlarını Kürt Prensleri muhafaza edecek; Şayet Osmanlı Devleti, yabancı bir devletle savaşırsa, Kürt Prensleri, kendi özel ordularını silahlı ve donatılı olarak, kendi komutanlarının komutasında padişahın yardımlarına göndereceklerdir. Osmanlı Devleti de Kürdistanı yabancı devletlerden koruyacak ve yabancıların müdahalelerine karşı Kürt Prenslerini destekleyecektir.

3- Her yıl hediye mkukabilinde bir miktar para Osmanlı Hazinesi’ne verilecek.”

Meşhur Kürt tarihçisi Mhemed Emin Zeki Bey, “Kürtler ve Kurdistan Tarihi” adlı eserinde bu Antaşmayı 6 Madde halinde vermektedir:

” 1-  Osmanlı yönetimine bağlı olarak Kürt Emirliklerinin özellikleri korunacak.

 2- Kürt Emirliklerinde, yönetim babadan oğula geçerek sürecek, eskiden beri yürümekte olan yönetim yürürlükte kalacak ve bu konuda ferman Padişahtan çıkacaktır.

3- Kürtler, Türklere bütün savaşlarda yardım edecekler,

4-  Türkler de Kürtleri bütün saldırılardan koruyacaklardır.

5- Kürtler, devlete verilmesi gereken her türlü vergiyi ödeyecekler.

6- Bu antlaşma Sultan Selim ile ona boyun eğen Kürt Emirleri arasında
yapılmıştır. Bu antlaşma 1514 yılında yapıldı”

Sayın Kemal Buıkay, “Geçmişten Bugüne Kürtler ve Kürdistan” adlı eserinde bu antlaşmayı şöyle kaleme almış: (S. 174)

“-Etkili bir Şeyh ailesi’nden olan İdrisi Bitlisi’nin başarılı diplomatik çabalan sayesinde Osmanlı Sultanı ile Kürt Emirleri arasında bir antlaşmaya varıldı. Buna göre; Kürt Emirlikleri Osmanlı Padişahlığına bağımlılığı kabul ediyor, ancak bunun ötesinde tüm hükümranlık haklarını koruyorlardı. Bu Emirliklerde yönetim babadan oğula geçecek, ya da Emir, eskiden beri sürüp gelmekte olan örf ve adetlere uygun olarak bölgedeki aşiretler tarafından seçilecek ve padişahın bu seçimi onaylayan fermanıyla geçerli olacaktı. Kürt Emirler, Osmanlıların bütün savaşlarına katılacaklar, buna karşılık Sultan da onları dış saldırılara karşı koruyacaktı. Yine, Kürtlerin Osmanlı Sultam’na geleneksel hediyeler vermeleri de gerekiyordu. (The Case of Kurdıstan Against Turkey; ayrıca: M.Emin Zeki, age, S. 92 vd.)”

Yine, bu antlaşma ile ilgili olarak, WAR dergisinin 1. Sayısı’nda; Botan  Amedi’nin, “Kürtler ve Kürdistan Tarihi-1” adlı eserinin 124. Sayfası’ndan bir alıntı da neşredilmiştir. WAR dergisinin 1. Sayı’sının 63. sayfasında yer alan bu alıntıdaki söz konusu antlaşma metni şöyledir:

 

“-Yirmibeş Kürt Emîrliklerini temısilen, İdrisi Bediisi ile Yavuz Sultan Selim arasında 1514 yılında yapılan antlaşmaya göre;

-Kürt Emirlerinin özerkliği, ( irsi hakları )  Osmanlı yönetimine bağlı olarak korunacak, -Eskiden olduğu   gibi   Kürt   Emirliklerinde   yönetim   babadan   oğula geçecek ve yönetim  konularında ferman, padişahtan çıkacak,

-Kürtler, bütün savaşlarda Osmanlılara yardım edecekler,

-Osmanlılar, Kürtleri tüm dış saldırılardan koruyacaklar,

-Kürtler, Osmanlılara gerekli olan her türlü vergiyi ödeyecekler,

-Bu antlaşma, Yavuz Sultan Selim ile ona boyun eğen Kürt Beylikleri arasında yapılmıştır.”

Kürt Tarihi açısından çok önem taşıyan 4 kaynak ve değerli kişilerden alıntı yaparak, yukarıda aktardığımız 1514 Amasya Antlaşması metinleri, kesin olmasa da, bize önemli derecede bilgiler vermektedir.

Yavuz Sultan Selim Han’nın kafasında, bütün Kürt yurdunu Osmanlı topraklarına katma fikri ve projesi olsa dahi; buralarda Mısır, Suriye, Irak, Azerbaycan ve diğer Araplar ile Acemlere yönelik fütuhat programı ve bu programa yönelik amaçları için ortaya koyduğu harekat tarzı ile Kürter ve Kürdistan konusundaki tutumu aynı olmamıştır.

O dönemlerde, Kürdistan baştan-başa Kızılbaşlann işgali altında olmasına rağmen, Kürt Emirleri özel kuvvetleriyle kırsallarını veya kalelerini kurtarma çabası içinde olmuşlar; bir savaş alanı haline gelen Kürdistan’da, Diyarbekir bajarileri aylarca direnmişlerdir. Bir yandan, bu yoğun Kürt direnişi sürdürülürken, bir yandan da herkes, Kürt imdadını (hewar) Mevlana İdris-i Bitlisi’den beklemiştir. Çünkü; onların dertlerini, sıkıntı ve ıstıraplarını, Osmanlı Padişahı’nın yüce eşiklerine intikal ettirerek, Kürtlerin rahat nefes almasını sağlayabileck kişi, ancak İdris-i Bitlisi olabilirdi.

Elbette ki, İdris-i Bitlisi söz konusu gelişmeler karşısında seyirci kalamazdı; olayları izliyor ve olumlu bir çözüm için planlarını devreye koyuyordu. O, bu yöndeki çabalarını ve girişimlerini sürdürürken, Yavuz Sultan Selim de işi, bir yandan ağırdan alıyor diğer bir yandan da bunca Kürt Emirleriyle nasıl bir antlaşmaya varabileceğinin tereddütlerini yaşıyordu. Bu sebeple; Yavuz Sultan Selim tereddütlerini aşmak ve rahat bir antlaşma zeminini hazırlayabilmek için, Mevlana İdris-i Bitlisi’ye; “-Git; bütün Kürt Beylerini topla, kendi aralarından bir Beylerbeyi seçsinler ki, ben de onunla konuşup, anlaşayım” diyor.

Tecrübeli ve büyük bir diplomat olan İdris-i Bitlisi, bu sürecin uzayabileceğini ve belki de böyle bir seçimin sorunlu olacağını düşündüğü için, sorunu kısa ve kestirme yönden olumlu bir çözüme kavuşturabilmek amacıyla Yavuz Sultan Selim’e; “- Sultanım, eğer bu sorunun çözümü gecikirse, Şah İsmail Diyarbekir’i tekrar zapt edecek ve oraya hakim olduktan sonra, bütün Kürdistan’in hakimi olarak Osmanlı Devleti’nin karşısına daha güçlü çıkacaktır. En iyisi, ona bu zamanı kazandırmamak için; işi uzatmadan siz, münasip gördüğünüz bir kişiyi Beylerbeyi olarak seçin ve bütün Kürdistan Beylerinin başına getirin; Kürtlerin bu seçiminize itirazları söz konusu olmaz. diye, bir öneride bulunuyor ve bu önerisiyle, sorunun çözümünü tez elden sağlayarak, sürüncemede kalmaktan kurtarıyor.

Şevket Beysanoğlu’nun Diyarbakır Tarihi adlı eserinde bu olay bütün ayrıntılarıyla anlatılmaktadır. Yavuz Sultan Selim’in orduları Diyarbakır muhasarasını kaldırmak için yola çıkarken, Maraş’ta Dulkadiroğlları’nın karşı koymalarıyla yüz yüze geliyor ve Kürdistan’ın batısında Osmanlılar’la Kürtlerin savaşı başlıyor. Kürdistan Emirleri bu olaydan çok etkileniyorlar ve bu sırada arzuhaller yazılarak özel ulaklarla padişaha gönderiliyor.

Kürt Beyleri’nin Yavuz Sultan Selim Han’ın dergahına sundukları “ARZ-I HAL-İ Ümera-i EKRAD” başlığını taşıyan mektup; “-Can-ı gönülden Osmanlı Sultanına biat eyledik ve Kızılbaş-i Zahir-ül ilhatddan teberri eyledik.” şeklinde başlıyor ve “bir yıldan beridir Diyarbekir’in muhasara altında inim-inim inlediği, 50.000 kayıp verildiği” vurgulandıktan sonra, Sultan’dan yardım talebi, şu şekilde dile getirilerek, intizarda bulunuluyor:

 

“-Duyduk ki Padişah, Zulkadiriye Eyaleti’ne gitmiş, bunun üzerine biz de Mevtana İdris-i Bitlisi’yi makamınıza gönderdik.” (Doç.Dr. Ahmet Akgündüz- Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri, 3. Kitap: S. 206 )

Aynı kitabın 208. sayfasınıda, Mevlana İdris’in Sultan’a bir “İstimalatname”si (Gönüllü birlik çağrısı) bulunmaktadır. Bu İstimalatnamesinde, Mevlana İdris şunları söylüyor:

“-Diyarbekir mukimlerinden bu muhlis bendeleri arz eder ki; Bilad-i Ekrad denilen Diyarbekir ve civarındaki mazlum Müslümanlar, Devlet-i Aliye’nizin himmetine taliptirler.. Bilad-i Ekrad’in Osmanlı Devleti’ne iltihakı, İstanbul’un fethi zaferini tamamlayacak kadar ehemmiyetlidir. Zira, bu bölgenin ilhakıyla, bir taraftan Irak, yani Bağdat ve Basra’nın yolları, diğer taraftan Azerbaycan yolları ve bir taraftan da Şam ve Halep yolları açılacaktır.”

Koçhisar Savaşı’ndan sonra İdris-i Bitlisi’nin Yavuz Sultan Selim’e gönderdiği arz namesi şu satırlarla son buluyor ( ):

“-Ümid ederim ki, İslam ahalisine ve Acem mülküne tebşir ettiğiniz zafer ve verdiğiniz sözler tutulsun. Lütuf bekleyenlerin hepisini Sultanımızın ihsanlarıyla ümitlendir miş bulunuyoruz.. İnşallah, bu ümitler boşa çıkmaz, zira: Namuradın üzüntüsü, ölümden beterdir. Ama, ümide ulaşırsa, ölüm üzüntüsü onda kalmaz. Büyüklük Allah’a layıktır.”

Yavuz Sultan Selim Han da İdris-i Bitlisi’ye, 23 Kasım 1515′te Edirne’den gönderdiği cevabi mektubunda şunları söylüyor:

“-Diyarbekir yöresinde size inanarak gelen Beylerin bağlılıkları ve iyi niyetleri karşılığı hizmetlerindeki başarıları ve yeterliliklerine göre, ol ilde verilen ve atanılan sancakların ve Beylerin durumları, ad ve sanları, değerleri senin bilginde olduğundan, Diyarbekir Beylerbeyi Mehmed’e, nişanı şerifimle damgalı beyaz, şanlı hükümler gönderildi. Gerektir ki, ol yörede her Beye verilen ilin durumu ve ne yönde atandığı, ol Beylerin ad ve sanları, değerleri ne biçimde olmak yerinde ise, beratları düzenleyip, yazıveresiniz.”

Anlaşıldığı gibi; Sultan bu mektubuyla, hem Mevlana İdris’in yukarıdaki isteklerine cevap veriyor; hem ona ona sonsuz güvenini belirtiyor, hem de Amasya Antlaşması’nın gereğini hayata geçirmiş oluyor. Zaten, Mevlana İdris’in Arznamesi’nin başında, bütün Kürt Beyleri’nin unvanları zikredilmiştir. Sonuçta, bu unvanlara atıf yapılmış olmasından dolayı da, adı geçen Beyler, eskiden beri sahip oldukları unvanlarına kavuşturulmuş oluyorlar.

1514 Antlaşamsı’nda; “Kürdistan’a dışarıdan yapılacak olan yabancı müdahalelere, Osmanlı Devleti karşı koyacak ve Kürtleri destekleyecek” şeklinde bir madde bulunmaktaydı ve bu madde hükmü, Diyarbekir ve Mardin’in kurtuluşunda yerine getirilmiştir. Söz koıınusu Antlaşma’da; “Kürt yönetimlerinin eskiden olduğu gibi kendi statülerini koruyacakları” hükmü, bulunmuş olması açısından da duruma bakıldığında, Osmanlı Padişahı’nın ilk adımı çok isabetli bir şekilde atmış olduğu gürülür. Üstelik, yetkiyi,de bu işin ustasına vererek, anılan maddeyi işletmiştir .

Antlaşma maddelerinin ikisi gecikmeden hayata geçirilmiştir. Bu Antlaşmaların can alıcı maddelerinin hayata geçirilebilmiş olması çok önemlidir. Bunların yanı sıra Kürtlerin, yani Kürt yöneticilerinin “hediye mukabilinde” Osmanlı Hazinesi’ne ödeme durumunda oldukları sembolik paranın ise, hiç önemsenmediği anlaşılmaktadır. Küçük çapta bile olsa, yaptığım araştırma ve incelemelerimde, en azından, ben böyle bir izlenim edinmekteyim.

Osmanlılar, Kürtlerle olan ilişkilerinde, Antlaşmanın birinci maddesini 330 yıl boyunca işletmişlerdir. Savaşlardaki dayanışmayı da, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne kadar sürdürmüşlerdir. Yine söz konusu antlaşmalar nedeniyle, 1850 yılına kadar, yani, 330 yıl boyunca Kürt yönetimleri kendi özel orduları ve bu özel ordularının başındaki komutanlarıyla savaşlara katılmışlardır. Nizam-i Cedid veya Tanzimat Fermanı’ndan sonra; Osmanlılar, Kürdistan yönetimlerine son vererek, bu tarihten sonra Kürtleri askere almışlardır ve bu dönem, Reşit Paşa ile başlamıştır.

Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Halep, Şam ve Kahire seferlerine, Kürdistan Beylerinin kendi öz kuvvetleriyle katılmış olduklarını, Şerefname’den öğrenmekteyiz. () 1517’den 1520’ye kadar Yavuz Sultan Selim Han, ne İran’a ne de Arabistan’a sefer yapmadan 1520’de vefat etmiş ve Osmanlılar ancak, Kanuni Sultan Süleyman döneminde ve 1535’lerde İran ve Irak’a karşı büyük bir sefer düzenlenmişlerdir.

Kanuni, söz konusu savaşta aşağıdaki gibi bir taktik belirlemiştir:

Van’ın Kürt Beyi askerleri, ‘ARTÇI’ , Hakkari Kürt Beyi askerleri ‘Uc Beyi’ olarak yürüyecekti. Onun ilerisinde Mahmudiler (Xoşab), ‘keşif Kolu’ görevini yapıyorlardı.  Pinyaniş Beyleri ‘Yancı’ idiler. Hepisinin arkasında da ‘ARTÇI’ olarak ‘Bitlis Kürt Emiri=Eyalet Başkanı’ yer alacaktı…” (Padişah Anıları S. 195)

1587’de Üçüncü Sultan Murat, Hakkâri Kürt Hükümdarına şu hükmü göndermiştir:

”   ……    Emrinizde ki Kürt   askerleriyle   kusursuz   ve   eksiksiz   bir   halde cenge hazır olasız. Tebriz’de bulunan Vezirim Cafer Paşa’dan haber gelir gelmez, acele hareket edip, Tebriz’de ona mülaki (tabi) olasız.”

Sultan Murat’ın mektubu bu şekilde devam ediyor ve mektubun birer sureti tam 34 tane Kürt Emirlerine, hükümdarına ve Beylerine gönderiliyor.

Bu tür savaşların en sonuncusu olan 1839 Nizip Ovası’ndaki İbrahim Paşa ile Osmanlılar arasındaki savaşta, Bedirhan Beg’ in 30.000 kişilik ordusuyla Osmanlıların yanında savaştığını ve büyük kayıplar verdiğini yeni kuşaklar bilmektedir.

Statülerin belirlenmesinde, Kürdistan Emirlikleri daha avantajlı çıkmamış olsalar bile, buna rağmen eski etkinliklerini ve prestijlerini mutlaka korumuşlardır. Osmanlı Kanunnamelerine göre, daha işin başında (Yavuz Sultan Selim ve Kanuni döneminde), 10 adet Kürt Hükümeti kurulmuştur. Bu hükümetler, kontrole ve denetime tabi değillerdi. İçişlerinde tamamen özgürdürler. Özel orduları, bütçeleri ve kurumları vardır; yarı bağımsız devletler gibiydiler. Bu hükümetler; Bitlis, Hakkari, Cizre, Palo, Eğil, Genç, Hezro, Hezzo, Mahmudi, Hizan hükümetleridir. Daha sonra Babanli’ların, Soranlı’ların ve Behdinanh’ların da hükümetlerinin olduğunu bilmekteyiz. Diyarbekir Eyalati’ne bağlı olarak, Silvan ve Savur da bir müddet hükümet statüsüne alınmıştır.

İlk başlarda, Çemişgezek ve Kilis gibi Hükümdarlıklar da çok önem arz etmekteydiler. Hasankeyf Emirliği, Eyyubilerin hem en son ve hem de saygınlığı olan bir hükümdarlıktı. Ne var ki, Melik Halil öldükten sonra, bir hayli kalabalık olan oğulları arasında kavga meydana gelmiş ve sonuçta bu statü Eyyubi sülalesinin elinden çıkmıştır.

Kürdistan Beylerinin Osmanlı Devleti’nin himayesine girmelerinin, bir antlaşmayla olduğunun bir kanıtı da, Kanuni Sultan Süleyman’ımı “Irakeyn” Seferi dönüşünde yayımladığı veya imzaladığı “Hükmü Şeriftir. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, E.11969 Sayı‘da kayıtlı olan Hükmü Şerifin metni de, Amasya Antlaşması kadar önemli bir belgedir. Bütün Kürdistan Beylerine yollanan bu Hükmü Şerife göre; gerek sultanın iktidarı döneminde ve gerekse ondan sonra her kim tahta çıkarsa çıksın, bu fermaname, sonsuza dek geçerlidir ve değişmez bir yasa mahiyetindedir.

Kürt yönetimleri ile Osmanlı Devleti ilişkilerini iyi ya da kötü yanlarıyla ele alırken, bu ilişkilerin iyi yanlarının ağır bastığını görmekteyiz. Büyük balığın, küçük balığı yutabileceği, her ne kadar genel bir kural olarak algılansa bile, küçük balığın da akla , mantığa ve manevra yeteneğine bağlı olarak, büyük balıkla birlikte ya da kendi olanakları içinde karlı çıkabileceği de mümkündür. Osmanlı döneminde, Osmanlılar ve Kürtler açısından yapılan söz konusu antlaşmalar ve bu antlaşmalar sürecinde büyük rol oynayan İdrisi-i Bitlisi ve Kürt Beylikleri buna örnek olmakla birlikte, yine de, küçük balığın her zaman akla, mantığa ve sağduyaya uygun olarak hareket etmek zorunda olduğunu ve tuzaklara karşı uyanık olması gerektiğini de yine, tarihteki örneklerden öğreniyoruz.

Örneğin; Kanuni Sultan Süleyma’nın “Hükmü Şerifinde bir tuzak vardır. Kürt Beyleri bu tuzağı görememiş iseler; o tuzağı, 1520’de vefat etmiş olan İdris-i Bitlisi mi görebilecekti?…

Kanuni Sultan Süleyman, aynen şunları emrediyor:

“Bey öldüğünde, eyaleti kaldırılmayıp bütün hududu ile Mülkname-i Hümayun uyarınca oğlu bir ise, ona kalacak, eğer müteaddid ise, istekleri üzerine kale ve yerleri, aralarında paylaşacaklardır. Uzlaşamazlarsa, Kürdistan beyleri nasıl münasip görürlerse öyle yapacaklar ve mülkiyet yoluyla bunlara ebediyete kadar ila ebeddevran mutasarrıf olacaklardır. Eğer Bey, varıssız, akrabasız ölmüş ise, o zaman eyaleti, hariçten ve yabancılardan hiç kimseye verilmeyecek, Kürdistan Beyleri ile görüşülüp ve ittifak edilip, onlar bölgenin Beylerinden veya Beyzadelerinden her kimi uygun görürlerse, ona tevcih edilecektir…”

Padişah, böylece anlaşmayan, kavga eden ve yönetimdeki kale ve toprağı durmadan paylaşan, güçten düşüren bir kargaşaya, “evet” demiş oluyordu.

Ne var ki, Kanuni Sultan Süleyman, bir yandan da, aynı Hükmü Şerifinde, Osmanlı mülkünün bölünmemesi için fermanlarda da bulunuyor. Örneğin, aşağıdaki ferman; Kanuni Sultan Süleyman’ın söz konusu Hükmü Şerif inde yer almaktadır.

“(…) Benden sonra her kim hilafet ve saltanat tahtına geçerse, can ve gönülden doğrulukla ona tabi olunmalı, tahta geçmeyip de hariçte kalan oğullarımı, düşmanım bilip yardım isteyecek olurlarsa, kabul etmemeli, onlara asla uyulmamalıdır.”

Görüldüğü gibi; aynı Hükmü Şeriften alınan yukarıdaki örneklerin birisi, çok oğullu Osmanlı Padişahlarının ölümünden sonra taht kavgalarım engelleyen fermanla hükümranlığı, gücü, tahtı ve mülkü bir bütün olarak korumaya; diğeri ise, çok oğullu, çok varisli Kürt Beyleri öldükten sonra, bu oğulların hükümranlık mücadelesinin sürgit devam etmesine ve bu durumdan dolayı, çözüm için baş vurulan hükümranlık alanlarının paylaşılması da, statülerinin devamlı olarak bölüne-bölüne küçülmesine ve güç kaybına neden olduğunu göstermektedir.

Örneğin; Çemişkezek statüsü tam 16 kardeş arasında bölüşülmüş olup, 4’ü Sancak, geri kalanlar da Timar olarak paylaşılmıştır. Yine, Hasankeyf Hükümdarlığı da bu şekilde dağılmıştır. Şerefname bu örneklerle doludur.

Ama, yine de 19. Yüzyıl’ın yarısına gelinceye kadar Botan, Soran, Baban, Behdinan, Mahmudiyan, Hakkari, ve Bitlis gibi gelişmiş ve görkemli yönetimlerin mevcut olduğunu görüyoruz.

Aslında, yarı bağımsız Kürt Beylik ve Hükümdarlıklarının hemen-hemen tamamına yakın kısmı, 12. Yüzyıldan beri statülerdir. Kürdistan’ın hiçbir yerinde statülerin yukarıdan aşağıya emrivakilerle kurulmuş olduğu iddia edilemez. Bu yönetimlerin tabanında en az bir kaç aşiretin birliği, kararı ve iradesi mevcuttur. Bu yönetimler, gelmiş-geçmiş birçok cihan imparatorları ve sultanları tarafından tanınmıştır. Cengiz Han, Timurleng, Selçuk Sultanları- Kara Yusuf, Uzun Hasan ve en son Şah İsmail ve Safevi Şahlan tarafından bu yönetim ve yöneticilere verilen beratlar, Ferman nameler, yukarıdaki tespitlerimizi doğrulamaktadır.

Açıktır ki, birçok Kürt Beylikleri, örneğin; 10. Yüzyılda kurulan Şeddadiler ve 10.-11.-12. yüzyıllarda kurularak kendilerini tarihe maleden Hasanweyhiler, Merwaniler; Büyük Loristan ve Küçk Loristan devletleri zamanında kurulmuş olan statülerdir. Eyyubiler 12. Yüzyılda iktidara geldiklerinde, Kürtlere ve Kürdistan’a karşı büyük bir ilgi duymuş ve mevcut statülerle işbirliğine girerek, işgal edilmiş olanları da yabancılardan kurtarılarak, Kürdistan baştan-başa bir ağ gibi teşkilatlandırılmıştır. Elbette ki, bu, Kürtlerin aşiret bağları sayesinde mümkün olmuş ve bunda eski yönetimler de rol oynamışlardır.

Şernef Han’a göre; Bitlis yönetimi 837’lere dayanmaktadır. Hakkari, Botan, Musul ve Erbil’in, Bitlis’ten geri kalabileceğine inanmak çok zordur. Neden daha önce Nusaybin’de, urfa’da, Harput’ta , Çemişkezek ve Diyarbekir bölgesinde Kürt yönetimleri olmasın?… Bu konuda yeterli araştırmanın yapılmamış olduğu kanısındayım.

Global olarak, bu yönetimlerin kuruluş ve ortadan kaldırılışlarını hesaplarsak, en azından 1250’den 185()’ye kadar, 600 yıllık bir süreci yaşadıklarını görürüz. Bu yönetimler, özellikle çok güçlü kişilikler ve asilzadeler ile yönetilmişlerdir.

Kürtlerin asaleti de, komşuları olan Acemler’in ve Araplarınki kadar vardır; kadimdir ve görkemlidir. Hz. Halid veya diğer Arap büyüklerinin bıraktığı çocuklar olarak övünmek ve tarihteki mümtaz şahsiyetlerin torunları olmaktan gurur duymak ne kadar onların hakkı ise, Hz. Halid ya da diğer Arap büyükleri kadar çocuk ve torun bırakmış olan Kisraların, Noşirevanların, Erdeşerlerin çocukları ve torunları olmaktan dolayı övünmek, Kürtlerin de hakkıdır. Her halde Haldi, Urartu ve koca Med İmparatorluğu’ndaki asilzadelerden sirayet eden Kürt soylularını yok saymak mümkün olmasa gerek. Daha sonra, yüzyıllarla ömür biçilen Kürt devletlerinden ve sultanlıklarından geriye kalan birçok hanedanlar, asilzadeler, komutanlar, bilginler ve Derweşe Ebde gibi yiğitler; Eyyubilerin, Mervanilerin, Şeddadilerin ve de İslamiyetin bağrından çıkmışlardır. Tıpkı, Selaheddin, Ebamüslim ve Ahmed Mervan’ın ortaya çıktıkları gibi…

Kürt yönetimlerinin ve yönetici kadrolarının o günkü durumlarını göz önüne aldıktan sonra, Amasya Antlaşması ile neyin başarıldığını daha iyi anlar ve Mevlana İdris’in kıymetini daha iyi bilir ve hakkını teslim ederiz.

İdris-i Bitlisi’nin müzakereci ve diplamatik maharetiyle, tarihte ilk olarak, bugünkü İran sınırları içinde kalan Kürdistan parçası hariç, bütün Kürdistan ve bütün Kürtler, Antlaşma yolu ile koca bir İmparatorlukla pazarlığa oturtulmuş ve şartlı bir birlik gerçekleştirilmiştir. Amasya Antlaşması sayesinde, İran tarafında kalan Kürtler de, Osmanlıda olduğu gibi kendi hükümetlerine ( ) kavuşmuşlardır. Esasında, meselenin özü, budur. Kuşkusuz, bu bir başarıdır. Bu şansı yakalamaktaki sırrı, sadece zaman ve şartların uygunluğunda aramamak gerekir. Açıktır ki, zaman ve şartlan en iyi şekilde değerlendiren de, yine, büyük öncü Mevlana İdris’ tir. Bunda, uzağı gören, ve İdris-i Bitlisi sayesinde Kürtlere güven duyan Yavuz Sultan Selim’in de rolü büyüktür. Tüm bunların yanı sıra, o zamanki Kürt önderlerinin, liderlerinin basiretli ve isabetli tutumları da göz ardı edilmemelidir.

Bugün, nasıl ki, bir köye veya bir mahalleye 20 yıl, 30 yıl muhtarlık yapmış olanların taktir edilmesi gerekiyorsa, Kürdistan Emirlerinin en az 600 yıl yönetimlerinin başında kalmaları da taktir edilmesi gereken bir olgudur. Hiçbir kurum, değil 600 yıl 60 yıl dahi zulümle, baskıyla, despotlukla yönetimlerini sürdüremezler. Kürt Emirliklerinin yönetimleri ve işleyişleri titiz, gerçekçi ve ayrıntılı bir şekilde incelenerek, bunlardan dersler çıkarılacağı yerde, bu Beylikler suçlanarak, işin içinden kolay yoldan çıkılmaya çalışılmaktadır. Sanırım, hiçbir milletin düşünen, bilgi üreten, yorum yapan, tarihi derslere de bakarak içinde bulunduğu şartları tahlil eden ve tarihinden kazanması gereken perspektiflerle önünü görmeye çalışan kafaları, Kürt ulusundakiler kadar, kendi tarihi gerçeklerine ters düşmemiş ve tarihi zenginliği bu halk kadar olan hiçbir halk, hak temediği bir şekilde tarih yoksulu haline gelmemiştir. Hala, bizim kimi akıllılarımız bile, “Kürtlerin devlet olmadıklarını” veya “Kürtlerin bir bayrak altında kendi devletlerini kuramadıklarını” vurgulayıp bu argümanı ileri sürerek, tarihsel parametrelerle ilgili yorumlar yapmaktadırlar.

Kanımca, bu tür kolaycı yöntemlerin ve tembelliklerin faturasının, bir halkın tarihsel kaynaklarına kesilmesinden hızla sıyrılmak gerekir ve büyük sorumlulukların altına girilirken, Kürt tarihinin ve Kürt tarihi değerlerinin vebalini vicdanlarımızda, ruhumuzda ve beynimizde duyarak, artık, tarih bilincimizde reform yapmaktan kaçınmamalıyız.

Bu bağlamda, Kürtlerin kaderlerinin, Ortadoğu halklarının kaderleriyle bağlantılı olduğu gerçeği de yabana atılmamalıdır. Kürtler gibi, Araplar da Ortadoğulu bir halktır. Acaba, bu kavim, ne zaman tek bir devlet bayrağı altında birleşebilmiştir?… Eğer, Emeviler ile Abbasiler örnek gösterilmek istenirse, “o zaman, bizlerin de topyekün orada olduğumuz”, unutulmamalı ve o dönemde, Kürtlerin de, Araplar kadar şanslı oldukları göz ardı edilmemelidir. Kimi analizlerini, “Kürtler tarihte devlet kuramamışlardır” tezine dayandıranların yaklaşımlarının sağduyulu, rasyonel ve gerçekçi olmadığı, yine tarihi gerçekler ve olaylarla anlaşılmaktadır.

Neden  böyledir?

Çünkü; Kürtler tarihte, komşuları olan Araplardan, Farslardan, Yahudilerden, Azerilerden, Gürcülerden, Ermenilerden ve de Türklerden dâhi daha fazla devlet, hükümet, muhtariyet, çeşitli statüler, Sultanlıklar ve hatta tarihin derinliklerinde görülen İmparatorluklar ve federasyonlar kurmuşlardır. Kürtlerin, yer-yer büyük veya küçük çaplı kendi yönetimleriyle, kendilerini yönettikleri olgusu, tarihsel bir realite olmasına rağmen, bunu yadsımak sığ ve gerçekçi olmayan bir yaklaşımdır.

Üstelik, Kürt dilinin, edebiyatının, folklorunun ve ulusal kültürünün zenginliği de bilinmektedir. Bu zengin ulusal servet, herhalde çobanlık yaparak biriktirilemez. Ayrıca, yüzlerce Mevlanalar, ulemalar, bilginler, şairler, filozoflar ve devlet adamları; devlet olmadan, bu değerleri ortaya çıkarabilecek organizasyonlar oluşturulmadan ve yönetsel birimler içinde bir arada bulunulmadan, bu değerler yetiştirilip, ortaya çıkarılabilir mi ve bu yeteneklerin yarattığı değerler ortaklaştırılarak, kollektifleştirebilirmi? En önemlisi de, yaratılan tüm bu değerler, bir ulusun ortak tarihi, ortak kültürü ve ortak mirası olarak bugünlere kadar taşına bilinir mi?…

Özellikle, tarihimizi serinkanlı bir şekilde, dikkatlice araştırdığımızda; birçok Kürdistan kentinin, 12. Asırdan başlıyarak 20. Aşırın başlarına kadar özgür yaşama şansını bulmuş olduğunu ve “şarıstani— bajarvani” dediğimiz şehir kültürünün yanı sıra, Kürdistanlıların yüzyıllar boyunca üretimde, sanat ve eğitim alanlarında büyük mesafeler kat ederek, uygarlığın o dönemlerdeki zirvesine tırmandıklarım görürüz. Kürdistan aristokrasinin Bitlis, Süleymaniye, Hakkari ve Botan’da filizlenmesi de bu dönemdedir. Bugün hala Mahabad, Süleymaniye, Senandeş, ve Erbil görkemli Kürt şehirlerdir. Kürt kültürü bugün de, Diyarbakır’a, Bitlis’e, Hakkari’ye ve birçok Kürt şehirlerine hakimdir.

Acaba, tarihte Devlet olmadan ya da devlet gibi bir arada bulunarak davranmadan, yönetsel bir otorite ile yürünmeden bu değerler oluşturulabilir ve tarihimizdeki devamlılıkları sağlanabilir miydi? Sanırım, bu sorulara alınacak cevaplar, konumuzu aydınlatmaya yetecektir.

Öte yandan; devleti, standart ve hiç bir koşul karşısında esnemeyen, motifleri ya da yapılanması her zaman ve her şartta aynı olan bir kategori gibi görme anlayışıyla hareket edilirse ya da devlet, 1789’dan sonra Avrupa’da şekillenen ulus-devlet şablonuyla algılanırsa ve ölçüler böylesine şematize edilirse, o zaman, 1789’dan önceki devletler, devlet değildirler. Tam tersi bir yaklaşımla, 1789’dan önceki imparatorluklar, devlet modeli olarak ele alınarak, devlet tarif edilmeye çalışılırsa, bu sefer de, 1789’dan sonra Avrupa’da filizlenen ve sonra da yaygınlaşan ulus devletler, devlet olarak nitelenemezler. En önemlisi de, bugünkü global dünyamızda ulus-devlet modeli aşılarak birlikler, ortak paralar, ortak normlar ve uluslararası taahhütlerle oluşturulan ortak hukuklar ve ortak davranışlar hızlı bir şekilde yaygınlaşarak, yeni biçimler oluştururken; bir zamanlar devlet, gümrük duvarlarıyla çevrili bir organizasyon olarak tarif edilirken, bugün gümrük duvarları kaldırılarak, mal ve hizmetlerle birlikte, insanların serbest dolaşımı güvence altına alınırken, çok kültürlü yapılanmalar ve çok kültürlü demokrasi anlayışı ve uygulamaları önemli ölçüde pratiğe yansırken ve 1789 sonrası ulus-devlet modeli hızla aşılırken, acaba devletler ve uluslar yok mu sayılmalı, tarihteki oluşumları ve bugünkü durumları göz ardı mı edilmelidir?…

Nasıl ki, bugünkü tanımlamalara ya da 1789’dan son zamanlara kadar bir olgu olarak ortaya çıkan devlet anlayışına bakarak model oluşturulup, bu maddelere uymayan tarihteki her çeşit devlet organizasyonu ya da yönetim biçimleri inkar edilemiyorsa, bugünkü Avrupa Birliği içinde yer alan, onun kurallarına, antlaşmalarına, oluşturulan ortak taahhütlerine ve hukukuna tabi olan ve bunların yükümlülüklerini yerine getiren, fakat kendi içlerinde de bir düzenleri, iç hukukları, kuralları, kültürleri, gelenekleri,, örf ve adetleri olan uluslar, devlet olmaktan çıkmıyorlarsa, tarihte Osmanlılarla birlikte davranan, oluşturulan ortak antlaşmalara göre kendi içişlerinde özgür olan ve kendi bölgelerini kendileri yöneten ve aynı zamanda ortak antlaşma hükümlerine uyan ve bu antlaşmalardan doğan yükümlülüklerini yerine getiren Kürtlere; “tarihte devlet olamadıkları” iddiası ve devlet olamamış olmalarından dolayı, devlet olmakla birlikte kazanılabilecek reflekslerden, ya da kendi kendilerini yönetme deneyim ve tecrübelerinden yoksun oldukları sonucunu doğurabilecek mantık silsileleri ile analizler yakıştırmak da doğru değildir.

Bu sebeple de, Osmanlı şemsiyesi altında varlıklarını sürdürme yolunu seçen, ama bu yolda yürürken de hak ve hukuklarını ortak antlaşmalarla güvence altına alan, karşılıklı ortak çıkarlar için ortak savaşlara giren Kürtlere, bu hareketlerinden dolayı “devlet olamamışlar ve devlet gibi davranmamışlardır” tezleriyle, siyasi perspektifler çizilmemelidir.

Örneğin, NATO haklı olarak Sırbistan‘a müdahale ederken, Kosovalılar etnik temizliğe uğramamak, ortadan kalkmamak için, NATO şemsiyesi altında toplanan devletlerle ortak davranışlar içine girip, varlıklarını devam ettirebilmek için, ortak antlaşama konseptlerinin zeminini ararken ve bugün NATO KUVVETLERİ Sırbistan’da yerleşerek Kosova dahil hemen-hemen her yerde inisiyatif kullanırken Sırplar, Arnavutlar, Kosovalılar ve diğerleri, acaba ulusal benliklerini inkar mı etmiş oldular?…

Bu geniş perspektiften bakıldığında; Kürtlerin, Selçuklularla, Abbasilerle, Eyyubilerle veya Osmanlılarla ortaklıklar kurması ya da kendi yönetimlerini, bu devletlerin himayesi altında yürütme olanağı bulmuş olmaları, ayıplanacak veya kınanacak bir durum olabilir mi?

Elbette olamaz. Çünkü; yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız şartlar, ve vermeye çalıştığımız örnekler nedeniyle, bunun kınanacak ya da ayıplanacak bir yanı olmadığı gibi; tam tersine bu gelişmeleri, övünülecek ve önemli dersler çıkarılacak deneyimler olarak algılamak ve o dönemlerin akıllı ve basiretli politikalarının sonuçları olarak kabullenmek gerektiği kanısındayım.

Özetle söyleyecek olursak: 1514 Amasya Antlaşmasından 1830’lara kadar devam ettirilen Kürt-Osmanlı ilişkileri, 1830-1850 yıllarında Osmanlılar tarafından Kürdistan yönetimleri tasfiye edilerek, yeni bir döneme girilmiş ve II Mahmut dönemi  diye   nitelendirilen yeni bir dönem başlatılmıştır. İttihat ve   Terakki zihniyeti ve felsefesinden farklı olmayan bu hareket, sözüm ona “yenilikçi” sloganlarla ortaya çıkarak ve Avrupa’daki gelişmelerden etkilenerek “merkezileşme”den yana biçimsel ve taklitçi bir politika ile, Almanya’dan özel kurmaylar ve müsteşarlar getirilmiş; dostlarına ve müttefikleri olan müslüman Kürt, Arap, ve diğer halklara, “Nizam-ı Cedid” ve “Tanzimat Fermanı” adı altında düşmanlık yapılmıştır. Kürdistan’ın ve Arabistan’ın yerel yönetimlerini, Yavuz Sultan Selim’in İdris-i Bitlisi’ye önerdiği gibi, bir “Beylerbeyi” şemsiyesi altında örgütleyerek, yeniden İmparatorluklarına bağlayacakları ve modern bir şekil vererek, ortak bir çözüm getirecekleri yerine, 1000 yıllık nizamları, tanzimleri yerlebir ederek ve özellikle Kürdistan’da bir başıboşluk dönemini başlatarak, “Zemane Eşirtiye (Aşiretler dönemi)” denilen, başıboş aşiretlerin ve çapulculuğun kol gezdiği bir dönem yaratılmıştır.

30 yıl sonra, Beylerin yerini, Nakşibendi Şeyhleri almış, 1880’lerde Şeyh Ubedullah-i Nehri’nin Kürdistan Hareketi vuku bulmuş, Sultan Abdulhamit bu yanlış tutumu değiştirebilmek için harekete geçmiş ve “Hamidiye Alayları”nı teşkilatlandırmak zorunluluğu ile karşı-karşıya kalmıştır. Bu kargaşayı, Hamidiye Alayları ile durdurabileceğini düşünen Sultan Abdulhamit, Kürdistan’da Kör Hüseyin Paşa ve İbrahime Milli’yi Beylerbeyi unvanıyla ortaya çıkararak, Kürdistan’ın kuzeyinde ve güneyinde aşiretleri ve federasyonları daha geniş bir şekilde, tekrar hayata geçirmiştir. Tümen komutanları olan bu iki şahsiyetten birisi, Cizre’den Malatya’ya ve oralardan Dersim’e kadar olan aşiretleri örgütlerken, diğeri de Bingöl’den Hasankale’ye, oradan da Hakkari’ye ve Adilcevaz’a kadar geniş bir alanda aşiretler federasyonunu kurmaya çalışmıştır.

Ne var ki, Ermeni sorunu, İttihat Terakki muhalefeti, dış müdahaleler ve benzeri durumlar neticesinde, 1908’de yine yenilikçi bir sloganla II. Meşrutiyet dönemine girilmiş ve artık Yavuz Sultan Selim ile Sultan II. Abtulhamit çizgileri yerine, II. Mahmut ve İttihatçı Jön Türkler’in dönemi  başlamıştır.

Kanımca, Kürtlerin veya Kürt aydınlarının çoğu, doğal olarak, yenilikçi sloganlara kendilerini birdenbire kaptırma eğiliminde oldukları için, hep Jön Türklerden ve sözüm ona yenilikçi hareketlerden yana tavır aldılar. Bundan dolayıdır ki, bu kesimin önemli bir kısmı, hala, Yavuz Selim ve Abdulhamit’e karşıdırlar ve bu yaklaşımları nedeniyle İdris-i Bitlisi’yi de, anlayamamaktadırlar. Bu yanlış tutumu, sadece sözü edilen Kürt aydınları ve sözüm ona ilerici unsurları sürdürmüyorlar. Aynı zamanda, Türk aydın kesimi de hala bu yanlış tutumlarını değiştirmiyor ve görkemli geçmişleriyle övünecekleri yerde, bu konudaki önyargılarıyla hareket ediyorlar ve 700 yıllık tarihlerini, durmadan küçümsüyorlar.

Oysa ki, Kürtlerin de, Türklerin de ve başka Müslüman halkların da, Osmanlı Tarihi’nden çıkaracakları dersleri ve övünecekleri geçmişleri vardır.

Dipnotlar:

1-Şeref name: M.Emin Bozaslan – SA79- 480-481 Türkçe Hasat Yayınları-îstanbul. NOT: Bazı kaynaklara göre, 1516 da Sultan Selim tarafından İdrisi Bitlisiye gönderdiği emirnamede, emirnamenin başlığında Sultan tarafında İdris-iöven sözlerdir bu sözler.

2-Geçmişten Bu güne Kürde?’ ve Kürdistan- Tarih, Coğrafya ve Edebiyat:Kemal Burkay- S: 172/177

3-Sayın Burkay, 2. Maddede anılan hitabının 149. sayfasında, “Alpaslan’nın

60.000 kişilik ordusunun dörtte biri Kürtlerden meydana gelmişti diyor. Ayrıca, Ş. Beysanoğlu Diyarbakır Tarihi 1. Cilt S: 217’ye bakınız.

4-Kemal Burkay, 2. ve 3. maddede anılan kitabının S:7 Bölüm:Vde;

“Sultan Sancar (ölümü 1157) Zağros Dağı’nın doğusunda Hamedan, Dinawar, Kirmanşah ve Senandeş’i, batıda ise Zap Suyu üzerindeki Şehrezor’u ve Sincar Bölgesi’ni kapsayan bir Kürdistan Eyaleti oluşturdu. Bu eyaletin başkenti, Hamedan’ın kuzey-batısına düşen Bahar Kenti idi.” diyor. (Kaynak: Thamos Bois, The Kurds and their country: Kürdistan-îslam Ansiklopedisi, Kürdistan maddesi.)

Ayrıca, Zuhdi El – Dahoodi – Kürtler (Tarih, Kültür ve Yaşam Mücadelesi) kitapçığında şöyle der: “-Dehşet saçan Selçuklu Hanedanlığı döneminde, bazıları yok olmasına rağmen, küçük Kürt Hanedanlıklarının türemiş olması şaşırtıcı bir durum değildir. Ve hatta bu dönemde tarih, “Kürdistan EyaletV’nden söz eder ve ne garip ki ondan ilk kez Selçuklular bahseder. Hamadan’ın kuzeyinde bulunan Bahar kenti’nin onun başkenti olduğu ve onun yüksek gelişmişlik düzeyine ulaştığı söylenir. Ve bunlar, Selçuklulardın yükselişlerinin doruk noktaya ulaştığı döneme rastlar.”

5-Kemal Burkay’in yukarıda anılan kitabı- S.167-168-169 (Kütah/ya-Germiyanoğullarıyla ilgili çok geniş bilgi vermektedir. Bu Beylik, Selçuklu Hükümdarı 2. Keyhüsrev tarafından 1239’da kurulmuştur.

NOT: Bu metin 2005 te İstanbul da Pêrî yayınları tarafından neşredilen ( 1514 Amasya Antlaşması, Kürt – Osmanlı İttifakı ve Mevlana İdris-i Bitlisi )kitabimin birinci bölümüdür. Bu çalışmam ( WAR dergisinin Zıvıstan 1999 8.ci sayısında yayınlandı ) Bu metnin yazımı ve “ kürt-Osmanlı İttifakı” çalışmasına 1998 de başlamıştım. Elimdeki kaynaklarla Kürdistanı kurtaramadım ama kesinlikle Mevlana İdris’i günah keçiliğinden kurtara bildim. Burada 2 tane İLKLERİM var. 1-Mevlana İdrisê Bedlisi, 2-Kürt- Osmanlı İttifaqı deyimleri.  Saygılarımla – Şakir Epözdemir.

Geef een reactie

Je e-mailadres wordt niet gepubliceerd. Vereiste velden zijn gemarkeerd met *