İbrahim GÜÇLÜ
Gülfer, Diyarbakır’a gider gitmez vakit kaybetmeden avukatlık stajına başladı. Staja başladıktan sonra yazdıklarından, Diyarbakır Barosunda kâtiplik de yapmaya başladığını öğrendim. Staja hemen başlamış olması ve stajı erken bitirip avukat olması isteği, anlaşılıyordu ki hakkımızda siyasi olarak başlatılan ama hukuki kisve ile gizlenmeye çalışılan yargılama sürecine avukat olarak katılma arzu ve isteğiydi.
Gülfer, Diyarbakır’da stajına devam ederken, biz de cezaevindeki yaşamımızı, hapishane yönetimin haksızlıklarına, gardiyanların hapishane içindeki hukuk ve insanlık dışı uygulamalarına ve kötülüklerine karşı mücadele etmek; hapishanedeki Kürtlerle ilişkileri geliştirmek, onlara davamız ve Kürt davası hakkında bilgilendirme yapmak; kitap okumak; cezaevindeki Türk sosyalistleri ve devrimcileriyle eğitim seminerlerine devam etmek; Ankara Savcılığının bizim hakkımızda hazırlayacağı iddianameyi beklemek; savcının iddialarına karşı hazırlıklar yapmak durumundaydık.
Cezaevi aynı zamanda karşılıklı yazışmak ve mektuplaşmak olanağı tanıdı. Bu arada Gülfer’e mektuplar yazıyordum. O da mektuplarıma cevap veriyordu. O karşılıklı mektuplarda önemli ve özgün şeyler yazıyorduk. Cezaevinden çıktıktan sonra, zaman-zaman o mektupları okuma olanağımız oldu. Ne yazık ki, o mektuplar da 12 Eylül sonrasında Askeri Darbenin kütüphanelere, kitaplara, belgelere olan düşmanlığının, barbarlığının, hışmına uğradı.
Bilindiği gibi geçmişte mektuplar, insan hayatının çok önemli bir parçasını oluşturmaktaydı. Oldukça haz duyulan belgeler ve evraklardı. O mektuplarda oldukça önemli anılar, duygular, gizli ve açık bir şekilde kendisini dışa vuruyordu. Emek harcanan yazımlardı. Mektup yazmak için, önemli bir zamanı harcamak durumundaydın. Ayrıca neleri yazacağını da titizlikle tespit etmek, onları bir bütünlük ve uyum içinde sunma ustalığını göstermek zorundaydın. Hele ki cezaevinde kontrol edilen mektuplarsa, mektup yazımında büyük ustalık göstermek gerekiyordu. Ben dışa ve devlete ilişkin konularda riski göze alarak bugünkü gibi açık davranıyordum. Şahsımıza özgü konuların kullanılmaya sebep olmaması için, daha titiz hareket etmek zorunda kalıyordum.
Mektuplar, insan yaşamının önemli dinamikleri halindeydiler. Bugünkü dijital dünyada olduğu gibi, yazılanların hemen uçup gitmesi gibi bir konuma sahip değillerdi.
Üzülerek belirtmek isterim ki, Askeri darbenin vahşetinden dolayı, mektuplar şu an elimizde değiller. Bundan dolayı da, okuyucularımıza ve Kürt kamuoyuna bu mektupları sunma olanağımız olmayacak.
Gülfer, duruşma günü Diyarbakır’dan gelmenin planlarını yapıyordu. Bizim dava öyle bir siyasi dava niteliğini taşıyordu ki, birçok elin karıştığı ve birçok devlet makamının müdahale ettiği davalardan biri olduğu için, davanın iddianamesinin hazırlanması, duruşma günün belirlenmesi uzayıp gidiyordu.
DİYARBAKIR’DAN ANKARA’YA GELİŞ-DÖNÜŞ BUGÜNKÜ KADAR KOLAY DEĞİLDİ VR TAM BİR MACERAYDI…
1970 koşullarından bir yerden bir yere, bir şehirden bir şehre gitmek zordu. Diyarbakır’dan Ankara’ya gelip dönem daha da çok zordu. O zaman Diyarbakır’dan Ankara’ya haftada bir ya da iki uçak kalkıyor; bir ya da iki uçak Ankara’dan Diyarbakır’a gidiyor. Uçağa herkesin binme olanağı yok. Oldukça lüks ve pahalı bir yolculuk aracı konumundaydı. O koşullarda Gülfer’in de uçakla gelme koşulları yok. Ayrıca uçakla maddi anlamda yolculuk yapabilse bile, uçakta yolculuk korkusu vardı. Bu korkuyu halen yenmiş değil. Onun için Avrupa yolculuklarında çok sıkıntılı bir yolculuk yapmak zorunda kalıyordu. Onun için işkenceydi.
O koşullarda otobüsle yolculuk yapmak başlı başına bir işkenceydi. Diyarbakır’dan Ankara geliş otobüsle 22 saat sürüyor. Arabalar şimdiki gibi modern ve Mercedes değillerdi. Şoförler daha tecrübesizdi. Otobüslerde sigara içiliyor. Bu başlı başına bir işkenceydi. Hiçbir yolcu yanındakinin ve kadınları düşünecek durumda değildi. Otobüste susuzluktan ölse, içilecek bir suyu ancak mola yerinde bulabilirdin. Anlayacağınız şimdi otobüslerde olan hiçbir olanak ve hizmet o günkü otobüslerde söz konusu değildi. Yollar oldukça kötüydü. O zaman çift yollar ve otobanlar yoktu. Mola yerleri sınırlı ve yemek yiyebileceğin temiz yerlerin sayısı sınırlıydı.
Özcesi, Diyarbakır’dan Ankara’ya, Ankara’dan Diyarbakır’a yolculuk erkekler için zor. Kadınlar için haydi-haydi zordu ve bir maceraydı. Yolculukta her zaman kazanın olması ihtimali vardı. Onun için uzun yolculuk yapmak demek, ölüm riskini yüklenmek demekti. Türkiye’de her gün trafikte ölenlerin sayısı 70-80 kişiden fazlaydı. Bu nedenle Türkiye’de trafik, bizler ve çoğu yazar tarafından bir savaştan daha çok ölünün olduğu bir macera olarak tanımlanıyordu. Türkiye’de yılda trafikte ölenlerin hesabı yapılırsa, karşımıza korkunç bir tablo çıkar.
Bu koşulları göz önüne aldığımız zaman, Gülfer için de Diyarbakır’dan Ankara’ya, Ankara’dan Diyarbakır’a gidiş oldukça riskli ve büyük bir maceraydı.
İddianamenin uzayıp giden bu sürecinde bir gün Gülfer’i cezaevinin görüş kabininde karşımda gördüm. Bu karşılaşmamız birlikte ortak yaşam kurmaya karar vermemiz ve sözleşmemizden sonraki ilk karşılaşmamızdı. Heyecanlı bir karşılaşmaydı.. Ama aşiretten ve aileden o kadar kalabalık görüş trafiği vardı ki, Gülfer’le uzun görüşme yapmadan görüşme son buldu. Gülfer’le genel anlamda yaptıklarımızı karşılıklı birbirimize aktarma, konuşma olanağı bulduk.
Gülfer, bu riskli yolculuğu biz tutuklu kaldığımız ve Ankara’da kaldığımız süre içinde duruşma gününde de gelerek üstlendi.
Duruşmamız Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesinde başladı. Duruşmamız oldukça çatışmalı, tartışmalı, savcıya Kürt düşmanı olduğuna dair iddialarımızla sonuçlandı. Bu tartışmalı ortamda, mahkeme acele bir şekilde tutukluluğumuzun devamına karar verdi.
Mahkeme ikinci duruşmayı 29 Mart 1971’e olarak tespit etti. Bizde tekrardan cezaevine dönüp orada yaşamımıza devam ettik.
Ertesi güm Gülfer’le görüşmemizden sonra O da Diyarbakır’a döndü.
Bu sonuçta gösteriyordu ki, Gülfer’in yolu daha çok Ankara’ya düşecek. Okulu bitirip, Ankara’dan kurtuldum dediği ve derin nefes alacağı dediği, bir kere daha arkasına bakmayacağı bir aşamada daha büyük bir Ankara belasına tutulmuştu.
12 MART 1971 ASKERİ DARBESİ…
Biz ikinci duruşmaya çıkmadan 17 gün önce, Türkiye’de uzun zamandır beklenen darbe için adım atıldı. 12 Mart 1971’de Demirel Hükümetine askeri muhtıra verdi. Türkiye’nin değişik bölgelerinde ve Kürdistan’da Genel Kurmaylığı sıkıyönetim ilan etti. Bu muhtıradan sonra da askerler yönetime el koydu. Mevcut hükümete son verdiler. Meclisi ve siyasi partileri feshetmediler. CHP’li ve devletin sahiplerinden biri olan kişi Nihat Erim’i CHP’nin onayıyla başbakan yaptılar ve ona hükümet kurdurdu.
Sivil toplum örgütleri, sol ve devrimci muhalif dernekler, TÖS, gençlik örgütleri kapatıldı bütün. DDKO’ların kapatılmasına 26 Nisan 1971 tarihinde karar verildi. Türkiye’de devrimci ve sosyalist örgütlerin kurucu ve yöneticileri, TİP yöneticileri, THP-C, THKO gibi radikal devrimci örgütlerin taraftarları gözaltına alındı ve tutuklananlar oldu. Kürtlerden sadece DDKO’ların, TKDP’lerin yöneticileri ve üyeleri değil, bunun yanında Kürtlerin değişik sınıf ve tabalardan olan önden olan, devletin kendilerinden korktukları insanlar (beyler, ağalar, şeyhler, kanaat önderleri, din adamları, aşiret reisleri, aydınlar, okumuşların önemli bir bölümü) Kürtçülük yapma iddiasıyla geniş, kitlesel gözaltılar ve tutuklamalarla karşı karşıya kaldı..
MAMAK ASKERİ CEZAAEVİNE GÖNDERİLME BEKLENTİSİ…
12 Mart Askeri Darbesinin gerçekleşmesinden sonra, ikinci duruşmaya çıkarılmayacağımızın ve Mamak Askeri Cezaevine gönderileceğimizin; tutukluluk halimizin uzun süreceğinin ve bu tutululuk halinin cezalarla sonuçlanacağının; cezaların sınırının kestirmenin de olanaklı olmadığının, hesabını yapmaya, ona göre hazırlanmaya başladık.
Hiç şüphe yok ki, kişi olarak ve arkadaş gurubu olarak bütün bu temel konularda kafa yorarken, kişisel, ailesel ilişkilerimizin de bu gelişmelerden doğrudan etkileneceğini kestirecek kadar bir öngörüye sahiptik. Hapishane dışında da arkadaşlardan, DDKO’lardan, Kürdistan’dan endişeli gelişmeler bize ulaşıyordu. Karanlık günlerin bizi beklediği görebilmek için, fazla bir bilgiye de ve geniş vizyona da ihtiyaç yoktu.
Bütün bu gelişmeler içinde, Gülfer’le ilişkilerimizin kazanacağı yeni boyutu düşünmemem olamazdı.
Bütün bu geniş çerçevedeki düşünme hareketi içinde olduğum/olduğumuz bir dönemde, hesapta olmayan iyi bir gelişme oldu.
HESAPTA OLMAYAN “İYİ” GELİŞME VE DİYARBAKIR’A GÖTÜRÜLÜŞÜMÜZ…
Biz muhtıra ve darbe sonrası Ankara Ulucanlar Kapalı cezaevinde günlerimizin sayılı olduğunu çok iyi biliyorduk. Haziran’ın tam da hatırıma gelmeyen bir gününün sabah saat 04.00’te gardiyanlar tarafından uyandırıldık. Başka bir cezaevine nakledileceğimiz açıklandı. Ama nereye nakledileceğimizle ilgili bilgi verilmedi ve bütün ısrarlı sorularımıza rağmen bilgi verilmiyordu. Başka cezaevine Naklimizle ilgili oldukça sıkı ve gizli davranılıyordu. Bizde sorularımıza cevap alamayınca, Mamak Askeri Cezaevine nihayetinde iki-3 saat sonra götürüldüğümüzde her şeyin deşifre olacağını düşünüyorduk. Ama her şeye rağmen Mamak Askeri Cezaevi nakli için bu kadar gizlilik ve sıkılık da bize çok anlamlı gelmiyordu.
Gardiyanların bildiriminden sonra, şahsi eşyalarımızı hazırladık. Koğuştaki siyasi olan-olmayan tutuklulardan ve hükümlülerden hatır isteyip, koğuşun dışına çıktık. Biz dört arkadaş, cezaevinin hurda bir arabasına bindirildik. Öncede bir astsubay ve arkada bizi denetleyen 6 asker, ellerimiz kelepçeli nakil olduğumuzu düşündüğümüz Mamak Askeri Cezevine doğru yola çıktık. Ama biz dört arkadaş da Ankara’yı iyi bilenleri olarak Mamak’ı geçtiğimiz o cezaevi arabasının küçük demirli penceresinden tespit ettik. Hasan Oğlan ve Kırşehir’e doğru hareket ettiğimizi saptadık. Askerlerden sorduğumuz sorulardan da cevap alamadık. Askerlerden biri Erzurumlu Ramazan’dı ve Kürt’tü. Sorduğumuz her soruya “vazife namustur, Söz namustur” diye bizi tersliyor. Ellinden geldikçe de kelepçemizi sıkıyordu. Biz de ona gülüyorduk. Kendi kendimize biz Kürtlerin haline bir kez daha acıyorduk.
O zaman endişemiz arttı. Biz birbirimize, “bizi infaz edecekleri bir yere götürüyorlar” dedik. Hazırlığımızı psikolojik anlamda ona göre yapmaya başladık.
Kaman’a gittiğimizde önümüzü daha iyi görmeye başladık. “Biz Diyarbakır’a götürülüyor olabiliriz” dedik. Malatya’ya gece varıp, oranın cezaevinde konaklayınca ve sabaha hareket edince, kafamızda Diyarbakır’a gidişimiz netleşti.
O bizim için birçok açıdan sevinç kaynağı oldu. Bu kararı iyiye yorumladığımız yönleri oldu, olumsuzluğa yorumladığımız yönü oldu.
Diyarbakır’a götürülüşümüzde olumsuz yorumumuz: Bütün Kürtçüleri Diyarbakır’da topluyorlar. Koçgiri’de, 1925 Ayaklanmasında, Sason ve Zilan Deresinde, Ağrı Ulusal Ayaklanmasında, Dersim’de olduğu gibi dünyanın gözünden uzak bir şekilde toplu kırım ve kıyım yapacaklar.
Diyarbakır’da götürülüşümüzün olumlu yönleri: 1-Bütün Kürtçülerin, Kürt meselesinden dolayı yargılananların bir araya toplanmasının, yeni olumlu bir kaynaşmaya, dayanışmaya, tartışmalara, tanışmalar sonucu ortaklaşmaya yol açacağı; yeni bir ulusal hareket ve örgütlenme için şartları olgunlaştıracağıydı.
2-Hapishanede ve Mahkemede birlikte ve güçlü ortak davranış göstermemiz için olanaklar yaratacağıydı. Mahkemede toplu-ortak savunma yapma olanaklarını artıracağıydı.
3-Benimle Gülfer ilişkilerinde olumlu bir olanak ve ortam yaratacağıydı. Yeni koşullarda yeni birlik oluşturmamıza olanak sağlamasıydı.
Gerçekten de Diyarbakır’a gidişimle ilgili bu karar, tahmin etmediğimiz bir karardı. İyi bir karardı.
Devletin bu kararla neye hizmet ettiğini anlamak oldukça zordu.
Ama bu kararın kendi aleyhlerine olduğu, zaman için de anlaşıldı.
Total da ortaya çıkan bir gerçek var ki,, O da devletlerin her zaman kendi lehlerine yaptıkları planlarının; karşıtlarının ve muhaliflerinin, ulusal kurtuluşçuların yararına da olabileceği gerçeğiydi.
Bizim Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı askeri cezaevine götürülüşümüzden sonra, Gülfer’le ilişkilerimiz yeni bir aşamaya geldi.
Diyarbekîr, 18 Ağustos 2020
(Yazmaya devam edeceğim)