Türkler devlet kurma geleneğine sahip orta Asya da yaşayan ve oradan Anadolu yarım adasına gelerek yerleşen eski bir halktır. Kürtler ise Mezopotamya’nın kadim halkıdır. Bu iki halkın birliktelikleri yaklaşık bin yıl önce 1071 yılında Türklerin Malazgirt ovasına ulaşmalarıyla beraber başlamış ve cumhuriyet dönemine kadar bu birliktelik nerdeyse sorunsuz bir şekilde hep devam etmiştir. Cumhuriyetin kurulması ve bilhassa Lozan antlaşmasının imzalanmasıyla birlikte bu iki kadim halk arasında güven bunalımı baş göstermiş ve bu durum günümüze dek devam etmiştir.
Tarihin hiçbir döneminde Kürtler komşu bir halkın veya devletin topraklarını işgal etmemiştir. Fakat kendi toprakları ve ülkeleri daima komşu devletler ve bazen binlerce KM uzaklıktaki emperyalist güçler tarafından işgal edilmiş ve parçalanmıştır. Ne yazık ki bu parçalanma ve bölüşme de Kürtlerin en fazla güvendikleri Türk halkının yönetici kadroları ve devletleri de çoğu zaman yer almıştır.
Kürt coğrafyası ilk olarak Ruslar ve Acemler tarafından işgal edilmiş, parçalanmış ve bölüştürülmüştür. Bu işgal ve parçalamadan Azeri halkıda nasibini almış ve toprakları tıpkı komşu Kürdistan gibi Ruslar ve Acemler arasında bölüştürülmüştür. Böylece Şii Acemler ve Katolik Ruslar, Azeri ve Kürt toprakları üzerinden komşu iki devlet haline gelmişlerdir. Acemlerin gayesi Azeri toprakları üzerinden orta Asya’ya, Kürt toprakları üzerinden Anadolu yarım adasını işgal ederek batıya ulaşmaktı. Rusların maksadı ise Azeri toprakları üzerinden Hindistan’a, Mezopotamya’daki Kürdistan toprakları üzerinden de sıcak denizlere inmekti. Bu iki devletin emelleri halen bu yöndedir.
Türkler orta Asya’da doğuda Çin, Kuzeyde Ruslar, güneyde ise Hindistan’la komşudur. Batıda ise Azeri ve Kürt topraklarının yer aldığı bir koridor bulunmaktadır. İşte Çin, Rusya ve Hindistan üçgeninde sıkışan Türkler, batıya açılmanın ve sıcak denizlere ulaşmanın yolunu ararken, en zayıf halka olarak gördükleri ve batıda Rus ve Acemler tarafından iş gale uğramış Azeri ve Kürt topraklarının yer aldığı koridora gözlerini diktiler. Ancak bu koridoru açmaları halinde Anadolu yarım adası üzerinden batıya ve sıcak denizlere ulaşmanın mümkün olduğu kanaatine vardılar. Nitekim öylede yaptılar.
Türkler yıllarca sabırla, inatla, dirayetli ve özverili bir iradeyle bu koridoru zorladılar. Büyük bir devlet geleneğine ve bakış açısına sahip olan Türkler, Azeri ve Kürt aşiretleriyle geliştirdikleri ilişki ağı sayesinde Malazgirt ovasına kadar gelerek Anadolu yarım adasının ve batının giriş kapısına dayandılar. Böylece Kürtlerle olan yakın komşuluk ve dostlukları ilk olarak burada başladı ve kaynaştı. İşte! o gün bugündür bu komşuluk, dostluk ve kaynaşma devam ediyor. Bu kaynaşma ve işbirliği sayesinde Malazgirt’ten Kiği’ye, oradan da Bileciğin Söğüt ilçesine uzanan çok çetin ve meşakkatli bir yolculuk ve yerleşme sonucu Osmanlı imparatorluğunun kurulması gerçekleşir. Bu öyle kolay gerçekleşen bir senaryo değildir, binlerce savaş yapılarak, on binlerce tuzak bertaraf edilerek gerçekleşmiştir. Kürtler her aşamada Türklerin en büyük destekçileri olmuş ve omuz omuza onlarla birlikte
yürümüşlerdir. Osmanlı devletinin kurucusu Osman Gazinin kayın babası şeyh Edibalinin hanımı bir Kürt beyinin kızıdır. Baştan itibaren böyle bir ilişki ağı mevcuttur.
Kürtler, topraklarını işgal eden komşu devletlerle sürekli kavga halindeyken, o günden beri Türk devleti ve halkıyla bugünde dahil olmak üzere hiçbir kavgaları olmamıştır. Şayet bir kavgaları varsa da, oda Türk olmayan yönetici kadrolarla, devletin yapısı ve sistemiyle olmuştur.
Şu bir gerçektir ki Malazgirt’ten itibaren Türk ve Kürt halkının komşuluk ve dostluğunun başladığı günden bugüne kadar, Türk devletlerinin en parlak ve itibarlı olduğu dönemler, Kürtlerle kavgalı olmadıkları dönemlerdir. Bu güven ve işbirliği sayesinde Türkler 600 yıl üç kıtaya birden hükmetmeye başlamıştır. Nitekim Kürt halkıyla olan bu dostluk ve işbirliği sonucu Türkler Çaldırandan sonra bütün Ortadoğu coğrafyasına, Arap yarım adası dahil olmak üzere türkülere konu olan Afrika kıtasındaki Yemen’e kadar gitmişlerdir. Şayet bugün Sudanda dahi Kürtlere rastlanıyorsa, bu coğrafyadan Türklerle birlikte oralara kadar gidip oraya yerleşmeleri sonucudur.
Türklerin batıya ve dolayısıyla Avrupa’ya açılmaları 1453 de İstanbul’un fethiyle başlamıştır. Buda yine öteden beri doğu Anadolu’da Ermenilerle iç içe yaşayan Kürtlerin, bu Ermeniler vasıtasıyla İstanbul’daki Ermeni cemaatleriyle geliştirdikleri ilişki ağı neticesinde olmuştur. Kürt beylerinin girişimiyle artık Bizans’ın uygulamalarından ve despotik yapılarından bıkan ve Konstantine şehrinin doğu kapısını elinde bulunduran Ermeniler, bu kapıyı Osmanlı padişahına açmalarıyla İstanbul’un fethi gerçekleşmiştir. O günden beri Ermeniler Sadıkay-ı Tabaye (en sadık tabaa) olarak adlandırılmıştır. Ermenilerin Türk yöneticilere ve devlete olan bu sadakati ve bağlılığı, Kürtler aleyhine bugün dahi hep devam etmektedir. Fakat sevindirici olan durum şudur ki baklayı ağzından kaçıran Ermeniler doğu ve güneydoğudaki Erzurum, Sivas, Elazığ, Diyarbakır, Bitlis ve Van ilerini kapsayan bölgeyi batı Ermenistan olarak dillendirmeleri, devlet ricalinin ve Kürt halkının tepkisiyle karşılaşmış ve tekrar bu iki kadim halkın güçlerini birleştirme zamanının geldiği düşüncesi ağırlık kazanmaya başlamıştır. Bu kadar olumsuzlukların içerisinde en önemli ve sevindirici konu bu olsa gerek.
Sorunsuz bir şekilde devam eden Kürt ve Türk dostluk ve işbirliğinin ilk kırılma noktası 1639 yılında İran’la yapılan kasrı şirin antlaşmasıyla başlamıştır. Bu tarihe kadar Kürtler, Türklerle yekvücut olup Acemlerden tamamen kurtulmayı beklerken, Türk yöneticiler, büyük bir sadakatsizlik örneği göstererek doğu Kürdistan’ın o günden beri İran’da kalmasını sağlayan tarihi garabete imza attılar. Şu bir gerçektir ki o günden itibaren Osmanlı imparatorluğunun başı dertten ve beladan kurtulmadığı gibi orta Avrupa’daki Viyana kapısına kadar dayanan imparatorluk, artık her üç kıtadan toprak kaybetmeye başladı. Bu tarihten itibaren Doğuda Ruslar Ermeniler lehine, güneyde İngilizler ve Fransızlar Araplar lehine Kürt coğrafyasının parçalanması ve bölüşülmesine hep göz diktiler.
Müslüman olan Kürtler ve Türk yönetim kadroları arasında bu tarihten itibaren bir güven bunalımı baş gösterdi. Bunu fırsat bilen diğer milliyetlere mensup gayrı Müslim unsurlar birer ikişer imparatorluktan koparak bağımsız olmaya çalıştı. Gittikçe içine kapanık bir duruma düşen İmparatorluk her seferinde kayıp ettiği toprak ve ekalliyetlerin acısını Kürtlerle cebelleşmekten ve onlarla kavga etmekten çıkarmaya başladı. Devlet Kasrı şirin antlaşmasını hazmedemeyen Kürtlere büyük bir baskı uygulandı. O güne kadar çok rahat ve kolay bir şekilde imparatorluk sınırları içerisinde dolaşan Kürtlere yasaklama getirildi. Kürt mitolojisinde önemli bir yer tutan “Ga Westiyayi ve Ga mırê” söyleminin bu tarihteki baskı ve yasaklamayla birlikte başladığı bilinmektedir. O tarihe kadar Şu andaki Suriye’nin bereket hilali ve Halep civarındaki Kürtler yaz aylarında mal ve davarlarıyla, Bingöl dağları ve Erzurum’un güneyindeki yaylalara çok rahat ve kolay bir şekilde gelip kışın tekrar yurtlarına dönerken, bu tarihten itibaren buna yasaklama getirildi. Yasağa uymayanlara baskı ve ceza uygulandı. Aynı yasaklama Diyarbakır, Harran ve Nemrut bölgesinden orta Anadolu platosundaki Konya, Aksaray, Ankara ve Kırşehir civarına gelen Kürt aşiretleri içinde getirildi. Kürtler bu trajik olaydan bile kedileri için bir efsanevi mitolojik söylem dilini geliştirmeyi ve yaratmayı başardı. Uzun kış gecelerinden, bu yayla ve platoların civarından tekrar yerlerine dönemeyen aşiretler için “Ga Westiyayi” yayla ve platoya çıkamayan aşiretlere de “Ga Mırê” demeyi sohbet haline getirerek, bu ilişkiler ağı yaşam tarzı hep canlı tutulmaya çalışıldı
Bu tarihten itibaren dışta işgal ettiği topraklarda büyük bir direniş ve başkaldırılarla karşılaşan İmparatorluk, içte Kürtlerle kavga etmeyi ve baskı uygulamayı alışkanlık haline getirdi. Bu kavga ve baskılarla öteden beri Kürdistan topraklarına göz diken batılı devletlere bilhassa İngiliz ve Fransızlara hep bekledikleri fırsat verilmiş oldu. O güne kadar kendi içindeki Hıristiyanlarla hiçbir sorun yaşamayan Kürtler, batılı devletlerin bilhassa İngilizlerin kışkırtması sonucu bunlarla sorunlar yaşamaya, Hakkari gibi bazı hassas yerlerde bu unsurlarla kavgalar etmeye başladılar. Batılı devletlerin bunları korumayı bahane ederek Kürtler üzerinden Türklere talepler dayatması ve baskı uygulaması, Türklerle Kürtlerin aralarının daha fazla bozulmasına neden oldu. Bu bölgede Gayrı Müslimlere yapılan baskıyı fırsata çeviren İngiliz ve Fransızlar Osmanlı İmparatorluğunun güney sınırındaki Kürdistan topraklarını işgal etmeye başladılar. Her taraftan kıskaca alınan Osmanlı İmparatorluğu burada Kürtlerin yalnız kalmasına ve topraklarının bu iki devlet arasında bölüşülmesine göz yumunca, batı yanlısı Türklerle, Osmanlı hilafetine canı gönülden İslami gelenekle bağlı olan Kürtler arasındaki gerilim daha da artmış oldu.
İşte Kasrı şirin antlaşmasından itibaren Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki gizli emellerini adım adım ilerleten ve uygulayan batılı emperyalist devletler, 1900’lü yılların başında İmparatorluğun güney sınırı olan Kürdistan topraklarını işgal ettiler. İttihat Terakki zihniyetli Batı yanlısı Türkler Sckay-Pickot anlaşmasıyla gizlice İngiliz ve Fransızlarla anlaşıp bu işgale göz yumunca, Kürtlerle Türkler arasında ikinci bir güven bunalımı ve kırılma noktası yaşandı. Buda batı yanlısı Türklerin İngiliz ve Fransızlara daha fazla yakınlaşmasına, Kürtlerin ise gittikçe yanlızlaşmasına vesile oldu.
Her seferinde Türklerle birlikte at sırtında kıtadan kıtaya koşan, Osmanlı İmparatorluğunun doğu ve güney sınırlarının bekçiliğini yapan, Rusların sıcak denizlere inmelerine engel olmak için göğüs göğüse çarpışan, hatta Çanakkale’ye kadar giderek Anadolu yarımadasının yedi düvelden temizlenmesine yardımcı olan Kürtler, İttihat ve Terakkicilerin İngiliz ve Fransızlarla gizlice yaptıkları Sckey-Picot antlaşmasını da yüz yıldır hazmedemediler. Fakat Türklere olan bağlılıklarını 1923 Lozan antlaşmasına kadar büyük bir sadakatle sürdürdüler.
Ne yazık ki bu İttihat ve Terakki zihniyeti sırf Kürtler bir statüye sahip olmasın diye Lozan antlaşmasına imza attılar. Asalında gözden kaçan nokta budur. Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın da bir hezimet olarak nitelendirdiği Lozan antlaşması sonucu 650 yıl üç kıtaya birden hükmeden kocaman bir imparatorluk yıkıldı. Bir mil ötedeki ege adaları Yunanlılara bırakıldı. Batı Trakya ve Bosna Hersek üzerindeki haklardan vaz geçildi. Dünya fosil yataklarının (petrol, doğalgaz vb) % 12’ine sahip olan güney Kürdistan toprakları elden çıktı. Kerkük ve Musul İngilizlere verildi. Rojava veya Bereket hilali olarak adlandırılan Suriye Kürdistanı Fransızlara terk edildi. En sadık tabaa olarak bilinen Ermeniler ile İslam kardeşi olarak görülen Araplar Türkleri arkadan hançerledi.
Ama bu dar günlerinde Türk halkını sadece Kürtler ve Müslüman Anadolu halkı terk etmedi. Kürtler ve Müslüman Anadolu Türkleri büyük bir sabır ve sadakatle Kemalistlerden gelecek bir zeytin dalını beklerken, bu seferde hiç yok yere sadece İngiliz ve Fransızların dayatmasıyla Kemalist zihniyet Müslümanların ve İslam ülkelerinin liderliğinden vaz geçerek hilafet kurumunu lağv etti. Hilafetin ortadan kaldırılmasıyla hem Kürtlerle ve hem de dünyadaki Müslümanlarla olan yegane bağ da ortadan kaldırıldı ve bu kurum orta yerde bırakıldı. Böylece o günden bu güne dek Afganistan’da, Orta doğuda ve dünyanın değişik yerlerindeki radikal örgütler, İslam dini adına her köşede kendilerini halife ilan ederek IŞİD (DAEŞ) örneğinde olduğu gibi katliamlar yapmaya başladılar.
Şimdi sormak lazım Vatikan neden Hıristiyan aleminin liderliğinden vazgeçmiyor veya bu kurumu ortadan kaldırmıyor da, Lozan’a imza atan Kemalist Zihniyet ve Cumhuriyetin kurucu kadroları hangi hakla ve akılla, hilafet kurumunu ortadan kaldırarak, dünyadaki Müslümanları başsız bir şekilde orta yerde bıraktılar. Bugün bu Müslümanların vebalı, günahı kime aittir.
Kürtlerle Türkler arasında kalan ve yegane bağ olan hilafet kurumu da ortadan kaldırılınca 95 yıldır Kürtlerle ve Müslüman Anadolu Türkleriyle bir cebelleşme dönemi başladı. Ne yazık ki bu didişme ve çekişme halen devam ediyor. Bütün bunlara bakınca gerçekten sormak lazım Lozan bir zafer midir yoksa sayın Erdoğan’ın dediği gibi bir hezimet midir? Acaba bugün Kürtlerle ve Müslüman Türklerle nasıl bir konsensüs sağlanmalıdır ki bu kavga ortadan kalksın? Saygılarımla 02.10.2016
Abdulbari HAN-Varto eski Bel.Bşk