Lozan Antlaşması, 1921 Anayasasının yürürlükte olduğu bir dönemde gerçekleşmiştir. İster meclis tarafından ister asker tarafından yazılsın, Türkiye’de sonradan yapılan hiçbir anayasa 1921’deki “kurucu iktidar” tarafından yapılmış olan anayasanın özüne ve ruhuna aykırı olamaz. Darbe anayasası olarak bilinen 1982 anayasasın meşruiyeti, 1924 anayasasından farklı değildir. Nasıl ki 1787 tarihli Birleşik Devletler Anayasası’nın federatif yapısını bozacak bir değişiklik yapmak mümkün değilse, 1921 Anayasasının özü ve ruhundan saparak, Kürtlere mahalli yönetim ve ana dilde eğitim hakkı tanıyan hükümlerin, yeni anayasalar yapmak yoluyla ortadan kaldırılması meşru değildir.
Bir devletin kuruluş ve işleyişini sağlayan yasaların tamamını anayasa olarak tanımlayabiliriz. Bir toplum sözleşmesi olan anayasa, devletlin kuruluşunu düzenler. Türkiye devletinin kuruluşu, 1921 Anayasası olarak bilinen Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun kabul edilmesiyle gerçekleşmiştir. Birinci Meclis, devletin kuruluşunu sağlayan asli kurucu iktidardır. Bu meclis eski devleti kurtarma düşüncesini bir tarafa bırakarak, yeni bir devlet kurma rolünü üstlenmiştir. Türkiye devletinin uluslararası camiada tanınmasının bir belgesi olan Lozan Antlaşması, 1921 Anayasasının yürürlükte olduğu bir dönemde gerçekleşmiştir. İster meclis tarafından ister asker tarafından yazılsın, Türkiye’de sonradan yapılan hiçbir anayasa 1921’deki “kurucu iktidar” tarafından yapılmış olan anayasanın özüne ve ruhuna aykırı olamaz. Darbe anayasası olarak bilinen 1982 anayasasın meşruiyeti, 1924 anayasasından farklı değildir. Nasıl ki 1787 tarihli Birleşik Devletler Anayasası’nın federatif yapısını bozacak bir değişiklik yapmak mümkün değilse, 1921 Anayasasının özü ve ruhundan saparak, Kürtlere mahalli yönetim ve ana dilde eğitim hakkı tanıyan hükümlerin, yeni anayasalar yoluyla ortadan kaldırılması da meşru değildir.
“Kurucu iktidar” kavramı
“Kurucu iktidar” kavramı, ilk yazılı anayasalar olarak kabul edilen 1787 tarihli Birleşik Devletler Anayasası ve 1791 tarihli Fransa Anayasasının yapımı sürecinde yaşanan, anayasayı yapma ve değiştirme yetkisinin kimlerde olacağı tartışmaları ekseninde ortaya çıkmıştır. Emmanuel-Joseph Sieyès, “kurucu iktidar” kavramını hukuk literatürüne kazandıran kişi olarak karşımıza çıkmaktadır. 1789’daki Fransız Devrimi’nden sonra kurulan Anayasa Komitesi üyesi olarak görev yapan Sieyès’e göre bir anayasa, her şeyden önce bir “kurucu iktidara” dayanmalıdır. Kurucu iktidarı halk olarak tanımlayan Sieyès, anayasayı devletin hukuk düzeni olarak görür.
İktidarın başlangıç noktasında “kurucu iktidar” var. Aslî kurucu iktidarı sınırlayan bir düzenleme yoktur ve kurucu iktidar toplumsal meşruiyet gereksinimi duymaz. Carl Schmitt kurucu iktidarı, kendi siyasal varlığını yaratma gücüne ve bu yönde karar verme kudretine sahip bir irade olarak görmektedir. Kurucu iktidardan sonraki iktidarlar, tali, türev veya “kurulmuş” iktidarlar olarak tanımlanırlar. Devlet hukuki bir kurumdur ve devletin kuruluş şartları ve ilkelerini belirleyen güç, kurucu iktidarın kendisidir. Kurucu iktidarın yaptığı anayasa ile devlet organlarının hukuki ve siyasi statüleri belirlenmiştir. Kurucu iktidar, anayasayı yapmış aslı kurucu unsurdur. Asli kurucu iktidar, anayasa koyucu iradedir [1]. Kısacası aslı kurucu iktidar, devletin hukuki ve siyasi kuruluş statüsünü belirleyerek anayasasını oluşturan güçtür.
Tali kurucu iktidar anayasayı, yürürlükte olan anayasanın öngördüğü usuller çerçevesinde değiştirebilir. Tali iktidar, hukukiliğini aslı kurucu iktidardan aldığı için, hukuki kabul edilir. Tali kurucu iktidar, anayasanın özünü bozmadan değişiklikler yapabilir. Tali iktidar, türev kurma fonksiyonu üzerinden bir hukuk yaratılırken, önceden belli olan kuralları dikkate alır. Bu durum da mutlak anlamda bir hareket serbestliğine sahip değildir. Türev kurmada anayasayı sınırsız değiştirme yetkisi yoktur. Türev kurucu iktidar anayasayı değiştirirken, anayasanın sözüne ve ruhuna uygun bir şekilde hareket etmelidir. Kurulu iktidar, kurucu iktidarın yarattığı “hukuksal otorite” sınırları dahilinde hareket etmekle mükelleftir. Aksi takdirde meşruiyeti tartışılır [2].
Türkiye’de asli kurucu iktidarın ortaya çıkışı
Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzaladığı 30 Ekim 1918 ile TBMM’nin açılış tarihi olan 23 Nisan 1920 tarihleri arasındaki süreç, Osmanlı Devleti’nin yasama, yürütme ve yargı erklerinin uygulanmadığı bir çöküş ve boşluk dönemidir. Yeni Türkiye devletini kuracak olan asli kurucu iktidar bu çöküş ve boşluk döneminden ortaya çıkmıştır. Mustafa Kemal, 19 Mart 1920’de yayınladığı bir genelgede, “Kanunu Esasimizin tahtı siyanetinde bulunması lâzım gelen, kuvvei teşriiye, adliye ve icraiyeden ibaret olan kuvayı selâsei devlet bugün mevcut değildir” diyerek, yeni bir asli kurucu iktidarın gerekliğine dikkat çekmiştir. Bu düşünceyle, başlangıçta yeni kurulacak meclis için “meclis-i müessisan” (kurucular meclisi) demiş, ancak sonradan, Kazım Karabekir ve diğer bazı şahsiyetlerden gelen eleştiriler üzerine bu ifadesinde bir yumuşamaya giderek, “salâhiyeti fevkalâdeye malik bir meclis” (olağanüstü yetkilere sahip bir meclis) terimini kullanmıştır. Bazı milletvekilleri “Meclis-i Milli,” “Meclis-i Fevkalâde,” “Kurultay”, “Meclis-i Kebir-i Milli” gibi adlar önerseler de, sonunda TBMM adı üzerinde uzlaşmaya varılmıştır.
Ancak adı ne olursa olsun, kurulan yeni meclis, yani Birinci Meclis, 1921 anayasasını yapan ve Türkiye devletini kuran asli kurucu iktidardır. 1921 anayasası, Türkler ve Kürtlerin iradesini temsil eden bir meclis tarafından yapılmıştır.
TBMM’nin açılış tarihi olan 23 Nisan 1920 ile Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun kabul edildiği 20 Ocak 1920 tarihleri arasında süreci hukukçular “anayasasızlaştırma” (déconstitutionnalisation) kavramıyla açıklamaktadırlar. Zira bu dönemde Osmanlı devletinin anayasası olan “Kanun-i Esasi” uygulanmamıştır. Bazı milletvekillerinin, yasaların ‘Kanun-ı Esasi’ye göre yapılması yönündeki çağrılarına, dönemin Hakkâri Milletvekili Mazhar Müfit Bey şöyle cevap vermiştir: “Kanun-ı Esasi’nin bu Meclis’te zaten yeri yoktur. Kanun-ı Esasi hükümeti, bugün sulhu kabul eden İstanbul Hükümetidir, bu hükümet değildir. İhtilâl hükümetinin, Kanun-ı Esasisi değildir. İhtilâl hükümetinin Kanun-ı Esasisi yoktur” ( TBMM ZC, (1, C. 1, İ. 1) 30; aktaran, Turhan, 1976)
Birinci meclisin asli kurucu iktidar olduğunu Kırşehir Milletvekili Müfit Bey de 14 Temmuz 1920’de yaptığı şu konuşmasıyla dile getirir: “Biz, elde mevcut olan kanunu esasinin emrettiği dairede mebus, dört sene için içtima etmiş mebuslardan değiliz… Biz kendimize mebus diyoruz. Halbuki ise şimdi kendimiz mebus değiliz. Neyiz biliyor musunuz? Müessisiz, müessis olacağız. Rica ediyorum, bu milletin müessisi olacağız. Bu milletin atisini biz tesis edeceğiz” TBMM ZC, (1, C. 2, İ. 1) 321; Turhan, 1976).
Kurucu iktidar, erkler erki olarak kabul edildiğinde yıktığı sistemin kurallarına bağlı kalmaz[3]. Birinci Meclis, Kanun-ı Esasi’yi kabul etmemiş, kendi anayasasını kendisi oluşturmuştur. Tamamı 23 maddeden oluşan 1921 anayasasının en önemli özelliği, etnik bir vurguya yer vermemesi ve Türkiye coğrafyası üzerinde yaşayan herkesi kucaklayan, demokratik ve özgürlükçü bir anayasa olmasıdır. Bu anayasanın orijinal halinde resmi dil ve dinden söz edilmemiştir. Bu anlamıyla datoplumun farklı kesimlerini kapsayan ve kucaklayan bir hukuk metnidir. Lozan Barış Antlaşmasının imzalanmasından üç ay sonra, 20.10.1923’te 2. Maddede değişikliğe gidilerek, “Türkiye Devletinin dini, Dini İslâmdır. Resmi lisanı Türkçedir” ifadesi eklenmiştir. Anayasanın 23 maddesinden 13’ü idare ve vilayetler için ayrılmıştır. 11. Madde eğitim, sağlık ve ziraat gibi yaşamsal konulardaki yegâne yetkiyi, vilâyet şûralarının salahiyetine bırakmaktadır.
Birinci Mecliste Türkler ve Kürtler iki eşit unsurdu
Lozan Antlaşması öncesinde, Türk ve Kürtlerin BMM’de eşit iki unsur olarak kabul edildiklerini görmekteyiz. Hakkâri Milletvekili Mazhar Müfit Kansu, Meclisteki bir konuşmasında “Ben Kürd milletvekiliyim” diyerek Lozan’daki heyetin elini güçlendirmeye çalışmıştı[4]. 24 Nisan 1920’de, yani Meclis’in açılışının ikinci gününde, Mustafa Kemal, Meclis’teki konuşmasında şöyle diyordu: “…Bu sınırlar içinde tek bir ulus olduğunu düşünmeyin. Bu sınırların içinde Türkler, Çerkezler ve çeşitli Müslüman unsurlar bulunmaktadır…”[5].
Meclis’in 2 Aralık 1922 tarihli oturumunda, seçim kanunun değişikliği hususu ele alınır ve Erzurum Mebusu Süleyman Necari, Mersin Mebusu Salahattin ve Canik Mebusu Emin Beyler değişikliğe ilişkin bir önergede bulunurlar. Verilen önergede, “Büyük Millet Meclisine aza seçilebilmek için Türkiye’nin bugünkü hudutları dahilinde mahaller ahalisinden olmak şarttır veya daire- i intihabiye (seçim bölgesi) dahilinde mütemekkin olmak şarttır. Ondan sonra muhaceretten gelenlerden Türk ve Kürtler iskân tarihinden beş sene geçmişse seçilebilirler” (Zabit Ceridesi: Cilt 25:150). Mustafa Kemal, doğduğu yerin bu hudutlar dahilinde olmadığını ve hiçbir seçim bölgesinde beş sene kalmadığını dile getirerek, bu önergenin kendi şahsına yönelik bir teklif olduğunu dile getirir. Bunun üzerine Mecliste söz alan Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, Mustafa Kemal Paşa’nın bundan müstesna olduğunu söyleyerek şöyle devam eder: “Vatandaşlık şu veya bu memlekette oturmak esası üzerine değildir. Burada milletin kürsüsünde yegâne söz sahibi Türk ve Kürt olacaktır” (Zabit Ceridesi: Cilt 25:159).
Henüz Lozan süreci devam ederken, Mustafa Kemal 17 Ocak 1923’te İstanbul basınına mülakat verir. Mülakat sırasında gazeteci Ahmet Emin Yalman şöyle bir soru sorar: “Kürt meselesine temas buyurmuştunuz, Kürtlük meselesi nedir? Dahili bir mesele olarak temas buyurursanız çok iyi olur.” Mustafa Kemal bu soruya cevap verirken, Kürtlerin ülke genelinde sınırlı yerlerde yoğunluğa sahip olduğunu, pek çok yerde Türk unsurlarla iç içe yaşadıklarını belirttikten sonra şöyle devam eder:”…Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye (Anayasa) Kanunu gereğince zaten bir tür mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir. O halde hangi livanın ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar (özerk) olarak idare edecekleridir.” Mustafa Kemal, Kürtlere bir özerklik verileceğini dile getirdikten sonra, Kürt- Türk hukukunun sağlanmasında Meclisin rolüne değinir ve şöyle devam eder: “…Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin hem de Türklerin salahiyet sahibi vekillerinden meydana gelmiştir. Bu iki unsur, bütün menfaatlerini ve mukadderatlarını birleştirmiştir. Yani onlar bilirler ki bu müşterek bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkmak doğru değildir” (Hakan, 2023:261)[6].
Meclisin kuruluşunda iki eşit unsurdan biri olarak kabul edilen, Türkiye devletini kuran asli kurucu iktidarın yaptığı 1921 Anayasasıyla nüfus olarak çoğunlukta oldukları vilayetlerde özerk bir yönetime sahip olacak olan ve ana dilde eğitim hakkı olan Kürtler, 1924 yılında tali bir iktidarın yaptığı anayasayla tüm haklarından mahrum bırakılamazlar. Belediyeler tarafında Kürtçe olarak verilen hizmetler ve trafiğe ilişkin yazılı uyarıların silinmesi, Türkler ve Kürtlerin kaderini belirleyen asli kurucu iktidarın yaptığı anayasaya aykırıdır. 1921’den sonra yapılmış olan tüm anayasalar, asli kurucu iktidarın yaptığı anayasanın özünü ve ruhunu ihlal etmişlerdir. Mustafa Kemal, Türkler ve Kürtler için, “bütün menfaatlerini ve mukadderatlarını birleştirmiş” iki unsur diyordu. 1921 anayasasıyla Türklerle kader ortaklığı yapan Kürtler nerede yanlış yaptı? Hukukta, “Pacta Sunt Servanda” (Ahde vefa) ilkesi vardır. Soruyorum: Kürtler mi bu ilkeyi ihlal etti? Son yüz yılda on binlerce can kaybı, milyonlarca göç ve tehcir olayları yaşadık, 3 trilyon dolarda fazla para kayıp ettik; yoksullaştık, hukuk sistemimiz ağır yaralar aldı, insan hakları karnemiz zayıf, uluslararası prestijimiz ortada. Bu gidişata çözüm üretecek bir iradeye yok mu?
Abdullah Kıran
Serbestiyet
[1] Kemal Gözler, Kurucu İktidar, Ekin Basın Yayın Dağıtım, 2. Baskı, 2016, s.57
[2] Mehmet Turhan, “Anayaysa Aykırı Anayasa Değişiklikleri”. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi 33, sy. 1 (Mayıs 1976).
[3] Osman Can, “Anayasayı Değiştirme ve Denetim Sorunu,” Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 101 ( 2007)
[4] İsmail Göldaş, Lozan “Biz Türkler ve Kürtler,” Avesta Yayınları, İstanbul 2000, s.172
[5] David McDowall, Modern Kürt Tarihi, Doruk Yayınları, İstanbul 2004, s.260-61
[6] Sinan Hakan, Cumhuriyet’e Giderken Kürtler (1920-1923), İletişim Yayınları, 2023