Çetin Çeko
Birlik ve Ortak Tutum Konferansı, Rojava ve Güney Kürdistan’daki siyasi aktörleri iki önemli sınavdan geçirmiştir. PYD, Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat’taki çağrısında yer alan, Kürtler için ulus-devlet, federasyon ya da özerklik gibi modellerin toplum sosyolojisine uygun olmadığı yönündeki tezini dikkate almamıştır. Bu tutum, Kürt siyasi hareketinin jeopolitik dönüşümleri doğru değerlendirme yeteneğini ve ulusal kimliği koruma amacını yansıtmaktadır. Diğer taraftan, KDP ve ENKS, Türkiye’nin baskılarından bağımsız olarak, Kürt halkının çıkarları, bölgesel ve uluslararası toplumun hedeflerine uygun bir yaklaşım benimsemişlerdir. Bu tavırlar, Kürt halkının ulusal birlik ve dayanışma arayışlarıyla uyumludur.
Rojava Kürdistanı’ndaki başlıca Kürt siyasi aktörler olan Demokratik Birlik Partisi (PYD) ve Kürt Ulusal Konseyi (ENKS), 2012 yılından bu yana ortak bir siyasi ve askeri temsil yapısı oluşturma yönündeki çabalarını sürdürmektedir. Bu süreçte yürütülen girişimler, hem bölgedeki değişen jeopolitik dengelerin etkisi hem de Amerika Birleşik Devletleri, Fransa ve Güney Kürdistan’daki siyasi aktörlerin destekleyici tutumlarıyla, yaklaşık on üç yıllık bir aradan sonra somut bir aşamaya taşınmıştır.
Bu gelişmenin bir sonucu olarak 26 Nisan 2024’de Kamışlo’da düzenlenen Kürt Siyasi Birlik ve Ortak Tutum Konferansı, Şam ve Ankara yönetimlerinden tehditler ve sert eleştiriler almıştır. Söz konusu tepkilerin temelinde, konferansta dile getirilen ve Suriye’nin gelecekteki idari yapılanmasının federal ve adem-i merkeziyetçi bir model temelinde şekillenmesi gerektiğini öngören yaklaşım yer almaktadır. Bu durum, yalnızca Kürtlerin siyasi temsiline ilişkin bir tartışma değil, aynı zamanda Suriye’nin toprak bütünlüğü, egemenlik anlayışı ve bölgesel güçlerin stratejik çıkarları açısından da önemli bir kırılma noktasına işaret etmektedir.
Federal yapının savunulması, sadece Kürt halkının siyasi ve kültürel özerklik taleplerini yansıtmakla kalmamakta, aynı zamanda Suriye’deki çok etnik kimlikli ve mezhepli toplumsal yapının daha kapsayıcı bir siyasal düzenle temsili açısından da önemli bir paradigma değişimini ifade etmektedir. Bu bağlamda Kürtler, sadece kendi ulusal çıkarlarını değil, aynı zamanda Suriye’nin demokratikleşme sürecine katkı sağlayabilecek bir yönetim modelini gündeme taşımaktadırlar.
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Ekim 2024’te yaptığı açıklama ile PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat’ta dile getirdiği, örgütün silah bırakması ve kendini feshetmesi yönündeki çağrısı, esasen Rojava Kürdistanı’nda Kürtlerin Suriye’de federal ya da adem-i merkeziyetçi bir statü elde etmelerini engellemeye yönelik stratejik bir hamle olarak değerlendirilebilir.
Ankara’nın “Terörsüz Türkiye” olarak adlandırdığı sürecin temel motivasyonu, Suriye’nin gelecekteki idari yapılanmasında Rojava Kürdistanı’nın kurumsal bir özerklik ya da adem-i merkeziyetçi bir model kazanmasını engellemektir. Türkiye, Suriye’de Kürtlerin kalıcı siyasi ve askeri kazanımlar elde etmesini sadece bölgesel bir gelişme olarak değerlendirmekle kalmayıp, aynı zamanda bu durumu ulusal güvenliğine doğrudan bir tehdit olarak görmektedir. Bu bağlamda, söz konusu süreç yalnızca PKK’nın silah bırakması ve kendi varlığını sonlandırmasıyla ilgili bir iç politika güvenlik stratejisi değil, aynı zamanda bölgesel düzeyde Kürt siyasi hareketlerinin etki alanlarını sınırlamaya yönelik bir dış politika aracı olarak da işlev görmektedir. Türkiye’nin bu yaklaşımı, sadece Suriye’deki Kürt hareketlerine karşı değil, aynı zamanda bölgesel ve uluslararası aktörlerle olan ilişkilerinde de bir güvenlik modelini oluşturmaktadır.
Ankara, 2003’te Irak’ta oluşan federal yapının kendi Kürt sorununda yarattığı baskıyı dikkate alarak, benzer bir statünün Suriye’de de ortaya çıkmasını stratejik bir risk olarak görmektedir. Bu nedenle, Suriye’deki Kürtlerin siyasi kazanımlarının Türkiye’deki Kürtler üzerinde bir model veya motivasyon kaynağı olmasını istememektedir.
Söz konusu Birlik ve Ortak Tutum Konferansı’nın ardından, Rojava ve Güney Kürdistan’daki siyasi aktörler iki önemli sınavdan geçmişlerdir. PYD, Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat tarihli çağrısında dile getirdiği, “Kürtler açısından ayrı bir ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ya da kültürel çözüm modellerinin tarihsel toplum sosyolojisine uygun düşmediği” yönündeki tezini dikkate almamıştır. Bu tutum, Kürt siyasi hareketinin sahadaki güncel jeopolitik dönüşümleri doğru analiz etme kabiliyetini ve ideolojik dogmalardan ziyade ulusal kimliğin ve varoluşun korunmasına öncelik verildiğini ortaya koymaktadır.
Diğer taraftan, Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ile Kürt Ulusal Konseyi (ENKS) ise Türkiye’nin siyasi, askeri ve ekonomik çıkarları doğrultusundaki baskılardan bağımsız bir tavır sergileyerek, Kürt halkının çıkarlarını ile bölgesel ve uluslararası toplumun yönelimlerini esas alan bir pozisyon almışlardır. Bu yaklaşım, Kürt halkının geniş kesimlerinde karşılık bulan ulusal birlik, dayanışma ve müşterek siyasi temsil arayışlarıyla da örtüşmektedir.
Bu çerçevede her iki tarafın da sergilediği bağımsız ve iş birliğine açık tutum, Kürt siyasi hareketi açısından yalnızca konjonktürel bir uyum değil, aynı zamanda stratejik düzeyde ulusal hedeflerin yeniden tanımlanması bakımından da önem arz etmektedir. Ortak tutumun kurumsallaşması ve sürdürülebilirliği, hem Kürdistanlı siyaset yapıcıların kendi içinde bütünleşmesine hem de bölgesel istikrarın tesisine katkı sağlayabilecek niteliktedir.
Bununla birlikte, Kürt siyasi hareketleri arasındaki birlik sürecinin kırılgan bir zeminde ilerlediği de göz ardı edilmemelidir. Farklı siyasi ideolojiler, bölgesel aktörlerle kurulan ilişkilerdeki ayrışmalar ve bölgesel güç dengelerine verilen tepkiler, Kürtler arasındaki ortak tutumun sürdürülebilirliğini tehdit eden başlıca faktörler arasındadır. Geçmişte yaşanan iç bölünmeler, özellikle KDP ile PYD/PKK ekseninde oluşan ideolojik ve stratejik farklılıklar, zaman zaman Kürt halkının ulusal çıkarlarını gölgede bırakacak ölçüde derinleşmiştir. Dolayısıyla, mevcut birlik zemininin korunabilmesi için ortak bir ulusal vizyonun belirlenmesi, karşılıklı güvenin kurumsallaştırılması ve dış müdahalelere karşı kolektif bir direnç mekanizmasının inşa edilmesi hayati önemdedir. Aksi takdirde, bölgedeki jeopolitik fırsat pencereleri değerlendirilemeden kapanabilir ve Kürt halkının siyasi kazanımları uzun vadeli bir yapıdan yoksun kalabilir.
Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa temsilcilerinin söz konusu konferansa katılımı, yalnızca PYD ile ENKS arasında bir birlik tesis etme çabalarını desteklemekle sınırlı kalmamaktadır. Aynı zamanda, bu katılım, uluslararası aktörlerin Kürt siyasi güçleriyle daha yakın bir ittifak ve iş birliği geliştirme yönündeki eğilimlerine de işaret etmektedir. Bu gelişme, Kürt meselesinin uluslararası kamuoyunda daha görünür hale gelmesine katkı sağlamakta; özellikle Şam, Ankara, Bağdat ve Tahran gibi bölgesel güçlere doğrudan bir siyasi mesaj niteliği taşımaktadır. Gönderilen bu mesaj, Kürt sorununun artık yalnızca Şam yönetiminin iç meselesi olarak değerlendirilemeyeceğini ve bölgesel devletlerin tek taraflı baskı ve müdahaleleriyle çözümün mümkün olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.
Ankara, Şam ile yürüttüğü siyasi temaslarda Suriye’nin üniter devlet yapısının korunması gerektiğinde ısrarcı bir tutum sergilemekte ve hem Kürt siyasi aktörlere hem de Şam’daki geçici yönetime bu modeli dayatmaya çalışmaktadır. Türkiye ve Suriye hükümetleri, konferansta savunulan adem-i merkeziyetçi yönetişim modelini, yalnızca mevcut idari yapıya yönelik bir öneri olarak değil, aynı zamanda Suriye’nin toprak bütünlüğü ve Türkiye’nin sınır güvenliği politikaları açısından doğrudan bir meydan okuma olarak değerlendirmektedir. Bu nedenle, söz konusu modelin hayata geçirilmesi, yalnızca Kürtler açısından değil, bölgesel güç dengeleri ve uluslararası diplomasi bağlamında da önemli sonuçlar doğurabilecek potansiyele sahiptir.
Şam yönetiminin federalizm modelini ya da herhangi bir Kürt özerk yönetimini kesin biçimde reddettiği göz önünde bulundurulduğunda, geleceğe ilişkin çeşitli olasılıklar ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda en olası senaryolardan biri, Kürt bölgelerinin Suriye devlet yapısına entegre edilmemesi ve bu durumun silahlı çatışmaların yeniden alevlenmesi riskini doğurmasıdır. Özellikle Türkiye’nin, Kürtlerin kontrolü altındaki bölgelerde askeri ve siyasi baskıyı artırması -doğrudan müdahalelerle ya da yerel vekil güçler aracılığıyla- ihtimal dahilindedir. Bu tür bir gelişme, yalnızca Rojava Kürdistanı’nda değil, aynı zamanda Suriye’nin Alevi ve Dürzi nüfusun yoğun olarak yaşadığı bölgelerinde de istikrarsızlığı derinleştirebilir. Merkeziyetçi ve dış yönlendirmelere açık bir siyasal yaklaşımda ısrar edilmesi, ülkede kapsamlı bir barış sürecinin önünü tıkayacağı gibi, iç savaşın yeniden tırmanmasına da zemin hazırlayabilir.
En iyimser senaryo ise Şam yönetiminin Ankara’nın doğrudan ve dolaylı etkisinden sıyrılarak, Kürtler, Dürziler, Aleviler ve seküler Araplarla gerçek anlamda bir güç ve yetki paylaşımına yönelmesidir. Bu yaklaşım, yalnızca etnik ve mezhepsel gruplar arasında temsil eşitliğini sağlamakla kalmayacak, aynı zamanda Suriye’nin uzun vadeli istikrarını ve toplumsal barışını tesis etmenin de anahtarı olacaktır.
Bu tabloya rağmen, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere bazı uluslararası aktörlerin sahadaki varlığı, hem dış arabuluculuk potansiyelinin devam ettiğini hem de Kürtlerin belirli bir düzeyde korunabildiğini göstermektedir. Uluslararası toplumun taraflara yönelik artan diplomatik baskıları, Kürtlerin taleplerini Suriye’nin diğer etnik ve mezhepsel topluluklarının çıkarlarıyla dengeleyen bir çözümün geliştirilmesini teşvik edebilir.
Kürt Birlik Konferansı, Suriye’nin siyasi geçiş sürecinde kritik bir dönüm noktasını teşkil etmekte ve daha kapsayıcı, çok merkezli bir yönetişim modeline geçiş açısından önemli bir fırsat sunmaktadır. Bu bağlamda, Kürt siyasi aktörlerin mevcut kazanımlarını koruyarak kalıcı bir statüye dönüştürebilmeleri, ortak bir ulusal vizyon etrafında kenetlenmeleri ve müşterek taleplerde uzlaşmalarıyla doğrudan ilişkilidir. Farklı ideolojik eğilimlere sahip Kürt siyasi yapılarının tarihsel ayrılıkları bir kenara bırakarak ortak temsil mekanizmaları ve uyumlu siyasi stratejiler geliştirmeleri, sadece Kürt halkının ulusal ve demokratik hak taleplerini güçlendirmekle sınırlı kalmayacak, aynı zamanda Suriye’de sürdürülebilir ve barışçıl bir çözüm sürecinin önünü de açacaktır.
X: @cetin_ceko