KÜRDLÜĞÜN YOKLUĞUNDA UZLAŞAN İKİ TEZ

Celâl Temel

Osmanlının son yüz yılında, Türk, Kürd ve Ermeni ulusları arasında çarpıcı ilişkiler gelişti. Üç ulusu etkileyen ilişkilerle ilgili çokça çalışmalar yapıldı. Bu çalışmalar, Türk Tezleri ve Ermeni Tezleri şeklinde iki ana gruba ayrılabilir. Bu konuda Kürd Tezleri diye adlandırabilecek çalışmalar yok denecek kadar azdır. 19. yüzyılın ortalarından itibaren şekillenen, Osmanlı-Türk Tezleri ve Ermeni-Hristiyan Tezlerinin ortak yanı, Kürd milletinin varlığının inkarıdır.

Geç Osmanlı Döneminde, II. Abdülhamid ve İttihat-Terakki dönemlerinde, Kürdlerin varlığı, Osmanlı-Türk yöneticilerini ciddi bir şekilde rahatsız etmeye başlarken doğrudan Kürd inkârı henüz yoktu. Aynı sıralarda Ermeni ulusunun Osmanlıya karşı özgürlük mücadelesi devam ediyordu. İşin ilginç yanı, o sırada, Osmanlıdan çok, Ermeni örgüt ve aydınları, Kürd ulusal varlığını kendileri için engel görüyor, beraber yaşadıkları coğrafyada, Kürdleri bir millet olarak görmek istemiyorlardı. Elbette farklı olan ama Kürdlüğün inkârda uzlaşan bu iki teze kısaca bakalım.

 Osmanlı-Türk Tezleri

Dünden bugüne, üçlü ilişkilerdeki Osmanlı-Türk Tezleri, Ermeniler ve Kürdler arasındaki çelişkilerden yararlanma üzerine kuruldu. Osmanlı, zaman zaman, bu iki halktan birine yakın, diğerine uzak dururken genel olarak Kürdleri kendinden (Müslüman) bir unsur, Ermenileri Batı’nın etkisinde, kendinden olmayan (Hristiyan) bir unsur olarak görüyordu. Buna karşın Osmanlıda, Ermeniler için Millet-i Sadıka (Sadık Millet), Kürdler için Sadakat-ı Meşkuk (Sadakati şüpheli) şeklinde bir anlayış vardı. Merkezileşme ve Batılılaşma politikalarının gündeme gelmeye başladığı 19. yüzyıl başından itibaren, özellikle ulusal aidiyetlerin belirlemesiyle beraber, Osmanlı, kalabalık aidiyet gruplarını, imparatorluğun birliği önünde engel olarak gördü.

Ermeni milliyetçiliğinin yükselmeye başladığı II. Abdülhamid döneminde, Osmanlı, Kürdleri Müslüman unsur olarak görürken ayrı bir millet olarak görmek istemiyordu. Hristiyan Batı ve Rusya Ermenileri desteklerken Abdülhamid, “Anadolu’daki Türk unsurunu kuvvetlendirmek ve her şeyden önce Kürdleri Müslümanlık potasında yoğurup, kendimize mal etmeliyiz” anlayışıyla hareket etti.[1]

Bu süreçlerde, Türk-Osmanlı görüşü, Kürdlerin ayrı bir millet olmadığı, Müslüman kardeşi olduğu şeklindeydi. Osmanlı, Kürdlerin bir ulus olarak kategorize edilmesini istemiyordu. Bazen var, bazen yok ama ulusal hakları yok dendi.  Bu anlayış, günümüze kadar, neredeyse iki yüz yıldır, değişmeyen genel bir Türk anlayışı, bir Türk tezi olarak devam etti.

Osmanlı-Türk aydınları ve gelişen Jön Türk hareketi, başlangıçta Kürdlere ilgisiz kaldı. Ancak 1908’de, II. Meşrutiyet sırasında iktidara gelen Jön Türk-İttihatçı hareketi, Kürdleri gelecekteki “büyük bir tehlike” olarak algılamaya başladı. Aşiret yapılanmasına karşıt anlayış, Kürd karşıtı bir anlayışa dönüştü. Genellikle ulusal bilinç sahibi Kürd aydınlarını yönetimden uzak tuttu. Bu sıralarda (1913-1918) oluşturulan İskân-ı Aşair ve Muhacirin Müdüriyeti ve Heyeti İlmiye gibi bazı kuruluşlar doğrudan Kürdlerle ilgilendiler. Batılı kaynaklardan da yararlanarak, sosyolojik bazı çalışmalar yapıldı. Bu sırada, Mehmet Ziya (Gökalp) gibi bazı aparatlar da kullanıldı. Kürdlerin ayrı bir ulus olmadıkları şeklinde teoriler geliştirildi.

Birinci Dünya Savaşı sırasında da bu çalışmalar devam etti. Başında Ziya Gökalp’in bulunduğu Heyeti İlmiye Cemiyeti, konuyla ilgili bazı kitaplar yayımladı. İttihat-Terakki iktidarının son günlerinde, 1918’de, yazarının “Dr. Friç” olduğu, “Kürdler, Tarihi ve İçtimai Tedkikat” adıyla yayımlanan bir kitapta, Kürdlerin Türk olduğu ve Kürdçe diye bir dilin olmadığı iddia edildi. Bu kitap, günümüze kadar, Türk araştırmacılarına, hatta Kürd aydınlarını yargılayan mahkemelerin ilham (!) kaynağı oldu.[2]

Osmanlının son iki iktidarı, Abdülhamid ve İttihat-Terakki, Kürdleri ulus olarak görmek istemese de Kürdler tamamıyla inkâr edilmiyordu. Tam inkâr, Lozan Antlaşması sonrası, Türkiye’nin kuruluşuyla başladı. 1924’ten itibaren bir anayasa maddesi olarak geliştirilen “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” ifadesi, gizli Türklük Sözleşmesi esasları içinde, Kürd ulusal varlığı doğrudan inkâr edildi. Bu tez, Kürdleri Türklüğe asimile etme hedefiyle geliştirildi; 12 Eylül 1980 Darbesi sürecindeki “Kart-Kurt” teorilerine kadar ulaştı.

      Kürdlerin bir ulus olarak var olmadığı veya Türk olduğuyla ilgili olarak, Türkiye üniversiteleri, Türk akademisyen ve aydınları, Türk tarihçileri, binlerce çalışma yaptılar. Genel Kurmay, Türk Tarih Kurumu gibi devlet kuruluşları da bunlara katıldılar.

Kısacası, Kürdleri bir ulus olarak görmeme şeklindeki Türk tezi, önceleri Abdülhamid’le İttihatçıların, sonra da Kemalistlerle İslamcıların uzlaşma noktası oldu. Günümüzde hâlen, “söz konusu vatansa gerisi teferruattır” anlayışıyla bu tez devam etmektedir.

 

Ermeni-Hristiyan Tezleri

Ermeniler, 1878-1915 sürecinde, Osmanlıyla bir denge unsur şeklinde ilişkilerini sürdürürken asıl olarak Kürdlerin varlığından rahatsızdılar. Bir taraftan Kürdlerin bir millet (ulus) olmadığı ileri sürülüyor; Ezidî Kürdler, Kızılbaş Kürdler ve Zazaca lehçesi konuşan Kürdler, Kürd sayılmıyordu. Kürdlerin, küçük, göçebe, vahşi bir topluluk olduğu iddia edilirken Ermeni devleti tasarısı önündeki en büyük engel olarak görülüyordu.

Şark vilayetlerinin “Vilâyat-ı Sitte” adıyla Ermeni reform bölgesi olarak ilan edilmesinden sonra, Kürdleri yok sayma ya da vahşi yaratıklar olarak görme anlayışı, patrikhane çevreleri ve Ermeni önderleri arasında oldukça yaygınlaştı. Ermenilerle Batılıların yakınlaşması karşısında, Kürdler Abdülhamid’e sığındı ve Hamidiye Alayları’na giden süreç başladı.

1894-1896 olaylarından sonra, Bedirxan kardeşlerin öncülüğünde 1898 yılında, yayımlanmaya başlanan Kürdistan gazetesi çevresi, özellikle Abdurrahman Bedirxan, Hamidiye Alayları’ndan dolayı meydana gelen bazı olumsuzlukları de gidermek üzere, Kürd-Ermeni dostluğu için büyük çabasına, II. Meşrutiyet’e giden süreçte ve sonrasında, Kürd aydınlarının Ermeni dostluğu girişimlerine karşın Ermeni örgütleri, Ermeni aydınları, Kürdleri bir ulus olarak kabul etmedi.

İşin ilginç yanı, Ermenilerdeki Kürd düşmanlığı ve nefreti, 1915 Tehciri dolaysıyla değil, esas olarak çok öncesinde başladı. Bölgede Ermeni nüfus, Kürd nüfusa göre azdı. Bu durum, Ermeni yurdu kurmanın önündeki en büyük engel olarak görülüyordu. Bunun sonucu olarak, Ermeni komiteleri, bölgeyi Ermenileştirme girişimlerinde bulundular. Patrikhane çevreleri, Ermeni komiteleri, öncü Ermeni aydınları Kürdlerin ulusal varlığını inkâr ederken Ermeni yayınlarında da çokça Kürd aleyhtarı yazı ve şiirler yayımlandı. Osmanlının paramiliter gücü Hamidiye Alayları’ndan dolayı, Ermeni katliamları ve bölgedeki olumsuzluklar, büyük oranda Kürdlerin üstüne atıldı ve Ermenilerde büyük bir Kürd nefreti yaratıldı.

1898-1913 yılları arasında, Taşnaksutyun yayın organı Troşak (Bayrak) ve diğer Ermeni yayınlarında, Ermenilik duygusu işlenirken Kürdleri hep vahşi yaratıklar olarak gösteren öyküler yayımlandı. Türkçeye de çevrilen “Fedailer Özgürlük Yolunda” adlı kitaptaki öykülerin çoğunda Kürd aşağılamaları vardı.[3]

Troşak gazetesinin, 1901 yılı haziran sayısında yayımlanan baş yazıda şöyle deniyordu: Gerçekten bize sorarsanız, Ermeni Ulusu’na -en azından 19. yüzyıldan itibaren- sürekli hangi halk daha çok zarar vermiştir diye sorulsa, ‘Kürdlerdir’ cevabını vermeyecek Ermeni yoktur. Bizi kesen, ırzımıza geçen, işkenceye tabi tutan ve bizi vatanımızdan göç ettiren, kanımızı emen, tek bir deyişle Ermenileri asan ip Kürtlerdir.” [4]

– 1915 öncesinde Ermeniler arasında, “Sadakat sembolü köpek bile olsa Kürd’e aitse vefasızdır.” anlamında bir söz çok yaygındı. Erzurum bölgesindeki Ermeniler arasında, “Kürd’ten evliya koyma avluya ya samiyi çalar ya sanbağını” şeklinde söylenirdi.[5]

1912’de basılan, Nor Knar (Yeni Çalgı) adlı bir kitapta, Kürdlere düşmanlık ifade eden çok sayıda, yazı ve şiir vardı. Mikael Nalbandyan, Kamar Katiba, Avetis Aharonyan gibi Ermeni yazarların, Kürd nefreti dolu yazı ve şiirleri, Ermeni okullarında da okutuluyordu.[6]

– Dönemin Ermeni önderlerinden Krikor Zohrab[7], 1913 yılında Fransa’da “Marcel Lêart” takma adıyla yayımladığı, büyük yankı uyandıran kitabında, 19. yüzyıl sonlarında bölgedeki (Altı vilayet) Ermeni nüfusun iki milyona yakın, Kürd nüfusun 200 bin civarında olduğu iddia ediliyordu. Yani Ermenilerin, Kürdlerin on katı bir nüfusa sahipti! Kürdler, Yerleşik Kürdler, Göçebe Kürdler, Êzidiler, Kızılbaşlar ve Zazalar şeklinde sınıflandırılıp esas Kürdlerin bir avuç, vahşi eşkıyadan ibaret olduğu belirtiliyor, Zazaca konuşanlar için şöyle deniyordu: “Zazalar bize göre haksız olarak Kürt kavminden kabul edilmektedir. Zazalar, İslam’a ihtida (dönmüş) etmiş Ermenilerdir.”[8]

– Patrikhane daha da ileri giderek şöyle diyordu: “Batı Ermenistan’ın 6 vilayetinde bir milyon 630 bin Ermeni yaşıyordu.[9] Kürtlerin sayısı ise yalnızca 100 bindi…” [10]

  Sonraki dönemlerde de gerek sözlü anlatımlarda gerek yazılı belgelerde hep Kürdlerle ilgili önyargılar vardı. Ermeni diasporası, misyonerler, kilise çevreleri ve Ermeni araştırmacılar tarafından, dünyanın pek çok yerinde, Hristiyan-Ermeni bakışıyla yapılan değerlendirmelerde, Kürdler hep günah keçisiydi. Bu iddialara göre, Ermenilerin yerinden yurdundan edilmesinin müsebbibi devlet değil, Kürdlerdi.

Günümüzde bile, hâlen Ermenistan Cumhuriyeti’nde ve diasporadaki Ermeni toplumu içinde Kürdlere karşı büyük kin ve nefret var. Erivan (Yerevan) Devlet Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Garnik (Harnik) Asatryan, Golos Armenia (Ermenistan’ın Sesi) gazetesi ile 19 Kasım 2009’de yaptığı röportajın bir bölümünde şöyle diyor:

 “Tarihi Ermeni topraklarındaki (Batı Ermenistan) etno-demografik durum oldukça karmaşıktır… Bugün ise Türkiye’nin toprak bütünlüğü ve istikrarı Ermenistan’ın çıkarınadır. Türkiye’nin parçalanması ve batımızda bir Kürt devletinin kurulması Ermenistan’ın ulusal güvenliği için ciddi bir tehlike olacaktır. Bu durumda sınırlarımızda aşırı saldırgan ve nasıl davranacağı kesinlikle önceden kestirilemeyen etnik bir afetin bileşiminden oluşan bir devlet peyda olacaktır…”[11]

Dünden bugüne Kürd çevreleri Ermeni varlığını reddetmezken nerdeyse tüm Ermeni çevreleri, Kürdleri bir ulus olarak görmek istemediler. Kürd aydınları ve genel olarak Kürd halkı hep Ermenilerin başına gelenleri üzüntüyle karşıladı, kendi başına gelenleri dillendiremedi. Kürdler arasında bir Ermeni düşmanlığı yayılmadı. 1915 olayları, Ermeni katliamları, Kürd katliamları uzun konu, bu yazının konusu değil. Konuyla ilgili pek çok yanlış, doğru ezberler var. Pek çok Kürd aydını bu konuyla yüzleşip bazen atalarının yapmadıkları için bile özür dilerken kimse 1916 Kürd Tehciri’ni görmek istemedi. Ermeni tezleri sahipleri hiçbir yüzleşmeye yanaşmadılar,

 

Kürdlerin Yokluğunda Uzlaşan İki Tez   

Kürdlerin yokluğunda uzlaşan bu iki tez, tabii ki, aralarındaki ikili konularda, tam bir zıtlık içindedirler. Bir tarafta, ”Sözde Ermeni iddiaları, devlete karşı isyan ettiler, hainlik yaptılar o yüzden göç ettirildiler, karşılıklı çatışmalar oldu.” şeklinde özetlenen, felaketleri ve acıları öteleyen söylemlerin, bir ulusun topraklarından ebediyen kopartılmasını anlamak istemeyen Türk resmi görüşü; diğer tarafta, “Bir buçuk milyon Ermeni öldürüldü.” şeklinde özetlenen ve “soykırım” söylemi dışında hiçbir tanımı kabul etmeyen, acıyı tamamıyla politik-ideolojik malzeme olarak gören, Kürdleri sürekli suçlayan abartılı Ermeni görüşü. İki tez de pek çok yanlış ve ezberi içinde barındırıyor ve ilişkilerin objektif olarak değerlendirmesini engelliyor.

Türk- Ermeni ilişkilerini değerlendiren çalışmalar, hacimli bir literatür oluştururken konun tam ortasındaki Kürdler ya hiç yok ya da suç aleti gibi olumsuz bir tabloda var. Tartışma ve polemiklerde, Kürdlerin bir ulus olarak görülmemesi ya da günah keçisi olarak görülmesi, karşıt iki tarafın ortaklaştığı bir durumdur. İki taraf da Kürdleri hedefleri önünde engel olarak görürken Kürdlerin bir ulus olarak varlığını kabul etmedi/etmiyor.    

Açıktır ki, Kürdlerin bugün içinde bulunduğu durum, uluslararası bir statüye, bir devlet yapılanmasına sahip olamamasında, Kürdlerin kendi hataları yanında, bu iki güçlü akımın, bu iki tezin büyük etkisi vardır…

/CT/

[1] Sultan Abdülhamid, Siyasi Hatıratım, Dergâh Yayınları, 1975, s. 73-74

[2] Bu kitap, günümüzde de zaman zaman basılıyor. Aslında kitabı yazan Naci İsmail (Habil Adem) adlı bir İttihatçıdır. Ancak kitaba bilimsel vermek için kitabın yazarı Dr. Fritzh (Friç) ve yayıncı Berlin Şark Akademisi gösterilmiş. Tam bir sahtekarlık örneği.

[3]  Avetis Aharonyan, Fedailer Özgürlük Yolunda, Belge Yayınları, 2001

[4]  Garo Sasuni, Kürt Ulus Hareketleri ve 15. Yüzyıldan Günümüze Kürt-Ermeni İlişkileri, Med Yayınları, 1992, s. 201-204

[5]  Melek Sarı Güven, Kürt-Ermeni İlişkileri, Doktora Tezi, Ankara, 2012, s.192-193 (Burada kullanılan “sami” sözcüğü öküzün boynundaki demir, “sanbağı” ise bu demirin iki ucunu bağlayan kayış anlamına geliyor.)

[6] Jean-Louis Mattei, Belgelerle Büyük Ermenistan Peşinde Ermeni Komiteleri, Bilgi Yayınevi, s.185

[7] Krikor Zohrab, 1908-1914 yılları OMM İstanbul Mebusu ve Ermeni grubu lideriydi. 1913’te, Fransızca yazdığı, “La Question Armênienne A la Lumiêre Des Documents” adlı kitabı, Paris’te, Marceal Lêart imzasıyla yayımladı. Bu kitap, 2015’te Türkçe olarak da yayımlandı. Zohrab, 1915’te, İstanbul’dan Diyarbekir Harp Divanı’na gönderilirken yolda, Çerkes Ahmet çetesi tarafından hunharca katledildi.

[8]  Krikor Zohrab (Marcel Lêart), Belgeler Işığında ERMENİ MESELESİ, İletişim Yayınları, 2015, s. 54

[9] Gösterilen kaynak: R. P. Hovhannisyan, Batı Ermenilerinin Ulusal Kurtuluş Mücadelesi ve Erzurum Vatan Koruyucuları Örgütü, s. 333

[10] Gösterilen kaynak: Hampurtsum Yeremyan, Van-Vaspuragan Anıtı, 1. Cilt, s. 130

[11] Gayane Sarmakeşyan’ın, Harnik (Garnik) Asatryan ile yaptığı 11 Nisan 2010 tarihli söyleşi.

 

Geef een reactie

Je e-mailadres wordt niet gepubliceerd. Vereiste velden zijn gemarkeerd met *