Genel olarak Ortadoğu’da, özel olarak Türkiye’de ve Kürdistan’da, önemli gelişmeler yaşanıyor. Ortadoğu, her geçen gün genişleyen ve derinleşen bir sıcak savaş alanıdır artık. İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan ve Sovyetler Birliği’nin yıkılışına kadar iki sistem tarafından korunan statüko gelinen aşamada dağılıyor, haritalar değişiyor ve yeni siyasal sınırlar çiziliyor. Artık önüne geçilemez bu değişim sürecinin ardından dünya yepyeni bir Ortadoğu ile yüz yüzedir. Bundan etkilenen ülkelerden biri de Türkiye’dir. Bölgedeki gelişmelerin de etkisiyle, Türkiye, tarihinin en buhranlı ve en tehlikeli dönemlerinden birinden geçiyor. Kürdistan’a gelince, her dört parçada Kürt ulusal hareketi olumlu ve olumsuz gelişmelerin iç içe ve birlikte yaşandığı tarihi bir dönemeçten geçiyor. Bölgede yaşanan bu yeni süreçte önemli bir güç haline gelen Kürtler süreçte mutlaka hesaba katılması gereken bir aktör haline gelmişler.
Türkiye, aklı başında her insanın az çok sonucunu kestirebildiği ve büyük kaygı duyduğu gelişmelere gebedir. Türkiye, adeta freni boşalmış ve yokuş aşağı hızla ilerleyen bir kamyon gibidir. Direksiyonunda kendisini neredeyse Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olarak gören o malum diktatör var. Her kes bu kamyonun nereye çarpacağını, kimi/kimleri ezeceğini seyre koyulmuş durumda. Maalesef, iktidar katında, bu malum şahsın çevresinde ve hatta koskoca bir ülkede takoz koyacak, kamyonun yönünü değiştirecek, gerekli önlemleri alabilecek bir güç de yok. Kamyon, ya yoldan çıkıp uçuruma yuvarlanacak ya da şehrin kalabalığına dalacak, başkada bir yolu yok.
Tarih, elbette tekerrürden ibaret değildir, ancak yaşananlar Osmanlı İmparatorluğu’nun parça parça dağıldığı Birinci Dünya Savaşı öncesini ve savaş yıllarını hatırlatıyor. Üç kıtada hüküm süren imparatorluk tarihsel olarak kaçınılmaz sonuna yaklaşırken ve imparatorluk bakiyesi topraklar bölüşülürken İttihat ve Terakki şürekâsı Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Türklük yurdunu kurtarmak ve büyük Turanı kurmak emelleri peşindeydi.
Peki, ne oldu?
Koskoca imparatorluktan kala kala Türkiye devletinin bugünkü sınırları içindeki topraklar kaldı. Enver Paşa, Talat Paşa ve şürekâsının akıbetine ise tarih şahittir. Merak edenler bu dönemin perdelerini aralayıp bir göz atabilirler.
AKP, İttihat ve Terakki misyonuna soyunurken, Recep Tayip Erdoğan, Enver Paşa’nın rolünü oynuyor. Tarihte imparatorluklar kurmuş veya büyük bir güç olarak ortaya çıkmış her toplumda dönem ve koşullara bağlı olarak fırsatını buldukça emperyal hevesler her zaman ortaya çıkabiliyor. Türkiye’yi yönetenler 21. yüzyıl koşullarında yeni bir Osmanlı imparatorluğu rüyasını görüyorlar. İttihat ve Terakki misyonuna soyunan mevcut iktidar ve Enver Paşa’nın rol figüranlığını oynayan malum adam yeni emperyal emeller peşindedirler. Bu yeni Osmanlıcılar her fırsatta emperyal heveslerini dile getirmekten üstelik zevk alıyorlar. Şam’da, Ümeyye Camisi’nde Cuma namazını kılmak isteyen bu zevat, bugün de Misak-Milli sınırlarını Halep’ten Güney Kürdistan’a kadar uzatarak, ”Musul ve Kerkük bizimdir, buralarda hiçbir oluşuma (Kürtlerin kazanımlarına) asla izin vermeyiz”, diyorlar.
Mevcut uluslararası durumda ve var olan bölgesel güç dengelerinde bu emperyal heves ve emellerin hayata geçirilmesi elbette mümkün olmayacaktır. Ancak ve anlaşılan o ki, bu tür emellerin yanında korkudan ne yapacağını bilemez duruma gelen, akıl ve izandan yoksun, gözleri kan bürümüş mevcut yöneticiler, her şeyi yapmayı göze almışa benziyorlar, buna kendilerini mecbur hissediyorlar. İçeride savaş, dışarıda savaş hazırlıkları Türkiye’nin nasıl bir yola sokulmak istendiğinin manzarasıdır. Bilinen bir şeydir, diktatörler ve diktatoryal rejimler genellikle korkak olurlar, iktidarlarını güçlendirmek ve korumak için her yola başvururlar, buna kendilerini bir bakıma mecbur hissederler. Bir yönüyle Türk devletini yöneten mevcut yöneticilerin haleti ruhiyesi de budur. İktidarlarını daha da güçlendirmek ve korumak için içeride ve bölgede ne yapmaları gerekiyorsa, onu yapmak istiyorlar.
Gerçekte ne yapılmak isteniyor? Türkiye nereye gidiyor?
İçine girilen süreçte Türkiye’nin önünde iki olasılık ve iki tehlike var. İlhakçı emeller peşinde koşan Türkiye, görünen o ki, ya Ortadoğu’da süren yıkıcı bir savaşın içine çekilecek, ya da kanlı bir iç savaşa sürüklenecektir.
Belirlenen hedeflere varmak için içeride var olan engellerin ortadan kaldırılması gerekiyor. Kimlerdir, nedir bu engeller? Siyasi, etnik, dini, mezhebi, toplumsal olarak muhalif olan her güç, her kesim ve hatta AKP iktidarına biat edip sadakatini ispatlamayan her kes. Bunun planı 7 Haziran seçimlerinden önce yapıldı, bugün yapılanların yolu açıldı, startı verildi. Bu plana göre 15 Temmuz darbesi iyi kurgulanmış bir senaryo olarak başarılı bir biçimde hayata geçirildi. İşte kontrollü 15 Temmuz darbesinden bu yana Türkiye fiilen böyle bir yola girmiş bulunuyor. Azgın ve saldırgan olan dini ve milliyetçi bir söylem üzerinden geliştirilen emperyal hevesli faşist bir diktatörlüğe doğru hızla yol alınıyor. Kurumsallaştırılmak istenen rejimin şimdiden iki belirgin rengi vardır, din ve Türk milliyetçiliği. Bilindiği üzere din ve milliyetçilik, her iki olgu da, Türk toplumunda öteden beri güçlü olan motiflerdir. Ancak, bu sürecin siyasi, dini ve ideolojik olarak toplumsal zemininin hazırlanmasında İslam dininin kullanılması hem kısmen yeni, hem ucuz ve kolaylaştırıcı bir fenomendir, hem de son derece tehlikeli bir süreçtir. İktidar, kitleleri tam da bu temelde harekete geçirerek, kendisine toplumsal bir kitle tabanı oluşturuyor. Din ve milliyetçilik adına karar vermek, kitleleri harekete geçirmek, insanları katletmek/katlettirmek en kolay, en etkili, en hayırlı ve dinen caiz olan yollardan biridir. Üstelik bu anlayışa göre din adına hem ölmenin hem de öldürmenin büyük sevabı vardır. Acı bir gerçektir ki bunun günümüz Türkiye’sinde toplumsal planda da bir karşılığı vardır. Gelinen aşamada Türkiye adeta toplumsal bir çılgınlık histerisi içindedir; maddi ve uhrevi çıkar ve beklentiler adına belli toplumsal kesimler sırf yakmak, yıkmak ve öldürmek isteyen bir toplumsal ruh haline hazırlanıyor.
Peki, hedefte kimler var?
Hangi etnik, dini, mezhebi, sınfsal ve toplumsal kesimler?
Faşizan ve diktatoryal iktidarlar mutlak hükümranlık isterler, iktidarı sonuna kadar merkezileştirmek isterler, bu nedenle gücü başkalarıyla paylaşmak istemezler. Bu anlamda mevcut iktidar önünde engel olarak gördüğü güçleri kategorik olarak sıraya koymuş bulunuyor. Fethullah Gülen Cemaatiyle olan kavgaları aslında bir iktidar kavgasıdır. Devlete tam olarak sahip oluncaya kadar ittifak yapılan Fethullah Gülen ve Cemaati şimdi yok edilmesi gereken bir güçtür. Yoksa uzun yıllar içinde ayaklarının altına kırmızı halılar serilen, önünde el pençe durulan, kendisine devletin her kademesinde sonuna kadar olanaklar sunulan, aynı dini ve milliyetçi damarlardan beslenilen Gülen Cemaati’ne karşı bugün yapılanların daha akılcı başkaca bir izahı yoktur.
Peki, sırada kimler ve hangi güçler var?
Açıktır ki hedeflenenlerin başında Kürtlerin dize getirilmesi ve Kürt ulusal hareketinin yok edilmesi geliyor. Zira Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerden dolayı ortaya çıkan boşluklardan da yararlanan Kürt ulusal hareketi son dönemde hızlı bir yükseliş içindedir, uluslararası alanda eskisine oranla giderek daha çok sempatiyle bakılan ve kabul gören bir aşamaya gelmiştir. Bu süreçte diğer parçalarda ve Kuzey Kürdistan’da yaşanan gelişmelerden dolayı Türk devleti ve onun yöneticileri kahredici bir çaresizlik içinde ne yapacaklarını bilemez duruma gelmiştir. Türk devletini yönetenler ve Türk toplumu adeta bir travmayı yaşıyor. Türkiye’nin yakın gelecekteki kaderi ve hatta bekası tartışılıyor. Böylesine sosyo-psikolojik bir siyasal ortamda bütün kötülüklerin kaynağı olarak içeride Türkiye’yi bölmek ve parçalamak isteyen, dışarıda da Türkiye’yi yok etmek isteyen güçlerin piyonu olarak görülen Kürtler gösteriliyor. Bu nedenle öncelikli hedef Kürtler ve Kürt ulusal hareketidir diyoruz.
Kontrollü 15 Temmuz darbesiyle başlayan süreçte Cemaatçilerden sonra sıranın Kürtlere geleceği bilinmeyen bir şey değildi. Sorun sadece bir zamanlama sorunuydu. Kontrol sağlandıktan sonra ve koşulları oluşturulduğunda iktidar Kürtlere ve Kürt ulusal hareketine yönelecekti. Ama, bu sefer çok daha farklı bir temelde ve farklı bir yaklaşımla. Ve böyle de oldu. TC devleti içeride ve dışarıda Kürtlere karşı topyekun bir saldırı ve yok etme savaşını gündemine almış bulunuyor. Bu yeni bir savaş konsepti ve yeni bir savaş stratejisidir. Bu yeni savaş stratejisinde ayrım yok, sadece silahlı mücadele içinde olan örgüt ve onun legal alandaki uzantıları hedeflenmiyor, aksine Kürtler bir bütün olarak hedeflenmiştir. Hangi toplumsal kesimden olursa olsun, hangi örgütten olursa olsun, dini ve mezhebi inancı ne olursan, ben Kürdüm diyebilen her kes hedeftir. Bazıları sıra bana gelmez, bana dokunmazlar, türünden avuntularla kendilerini kandırabilirler. Olası bir iç savaşta alevisi ve sünnisi, Kürtlüğünü kabul eden veya etmeyen, yurtsever olsun veya işbirlikçi olsun, Kürt olduğuna inanılan her kes düşmandır. Faşizmin iktidar olduğu ülkelerde bunun birçok örnekleri yaşanmıştır. Almanya’da bazı Yahudiler gerçek birer Alman olduklarını belgelerle ispatlamak için büyük miktarda para ödemek dahil bir çok yola başvurdular, ama yine de katliamdan kurtulamadılar. Cemîlê Çeto olayında gördüğümüz gibi bizim tarihimizde de bunun birçok örnekleri vardır. Atatürk’ün özel ilgi ve muhabbetine mazhar olanlar ve hatta özel madalyalarla taltif edilen bazı işbirlikçi Kürtlerin acı akıbeti biliniyor. Bugün en başta devletin birçok kademesinde görev yapanlar, AKP saflarında yer alan milletvekilleri ve parti yöneticileri bunu düşünsünler. Sıranın bir gün onlara gelmeyeceğinin garantisi yoktur. Sonra, kademe kademe TC devletine ve onun bugünkü yöneticisi olan AKP’ye hizmet edenler, Korucular, aslını inkar eden ruhları körelmiş Kürtler düşünsünler. Gaflet ve delalet içinde olanların akıbeti daha acı olacaktır.
Kürtlerden sonra sırada Aleviler ve diğer azınlık din ve mezhep mensupları var. Öncelikle de Kürt kökenli Alevi kitlesi hedeftedir. İŞİD’in Suriye ve Irak’ta öncelikle Yezidi Kürtlere saldırması bu anlamda ders çıkarılması gereken önemli bir olaydır, savaşta bir nevi hedefi daraltma stratejisidir, gelecekte olabileceklerin canlı bir örneğidir. Ankara, Antep ve diğer yerlerdeki İŞİD saldırılarının öncelikle Kürt, Alevi ve demokrat kesimlere yönelik olması izlenecek stratejinin yönünü ve kapsamını ortaya koymuştur. Bütün bunların arkasında mevcut iktidarın olduğu ve bugün hala içeride ve dışarıda Kürtlere karşı İŞİD çetelerinin kimler tarafından kullanıldığı dünyada iyi bilinen bir durumdur. Son dönemde emperyal ve ilhakçı bir siyasetin yanında Şii-Alevi karşıtı Sünni İslam eksenli bir politikanın izlenmesi ülkede ve bölgede nelerin hayata geçirilmek istendiğinin verilerini yeterince ortaya koymuyor mu? Alevilerin bir kısmı, özellikle Kürt kökenli Alevilerin önemli bir kesimi, kısmen de olsa bu stratejinin farkına varmıştır. Bu durumun kısmen de olsa Alevi kitlesi nezdinde bilince çıkarılması elbette olumlu bir gelişmedir. Ama, bilinmelidir ki tek başına bilince çıkarmak, tehlikenin farkına varmak yetmiyor, önemli olan güncelde ve gelecekte zamanında ve doğru yerde konum almaktır. Türkiye’de, öncelikli hedef Kürtler ve Aleviler olduğuna göre, yine öncelikle ve ivedilikle birlikte mücadele etmesi gerekenler yine Kürtler ve Aleviler olmalıdır. Irak’ta ve Suriye’de mücadele eden Kürtler aynı zamanda diğer milli, dini ve mezhebi azınlıkların da mücadelesini verdiler, veriyorlar. Kürdistan, zulüm ve savaştan kaçan ve varlığını korumak isteyen her milletten, dinden, mezhepten ve kökenden insanların sığındığı bir kale oldu onlar için.
Sonra sıra sol ve demokrat çevrelere, CHP’ye, beyaz Türklere gelecek. Zaten şimdiden az sayıdaki namuslu Türk demokratları ya içeri alındı, ya yurtdışına kaçırıldı ya da teslim alındı. Muhalif tüm siyasi parti, örgüt ve çevreler susturulmaya çalışılıyor. Gazeteciler, aydınlar, akademisyenler hapse atılıyor. Sıranın CHP’ye gelmesi uzak değildir, bunun hazırlıkları yapılıyor, koşulları oluşturuluyor. CHP, sanki kaderine razı olmuşçasına başına gelecekleri beklemekten başka bir şey de yapmıyor. Bir devlet partisi olarak kurulan ve tarihsel misyonu Kemalist devleti korumak ve kollamak olan CPH, bugün de mevcut iktidarın değirmenine sürekli su taşımaktan öteye bir varlık gösteremiyor. Bu haliyle bile CHP, ”Ya tümden bize teslim olacaksınız, ya da sizler de Cemaatçiler gibi kaderinize razı olacaksınız” dayatmasıyla karşı karşıyadır bugün. CHP’den Kürtlere hiç bir dönemde hayır gelmedi bugün de gelmez. Kürt sorunu söz konusu olunca CHP’nin siyaseti mevcut iktidarın siyasetiyle uyum içindedir. Yıllardır oylarını CHP’ye veren Alevilere gelince, onlar da bilmelidir ki, gelinen aşamada CHP’nin onları koruyup kollayacak bir gücü ve konumu yoktur artık, CHP teslim olmuş, CHP teslim alınmıştır.
Türkiye’de yapılması gereken şey etnisitesi, dini, mezhebi, toplumsal konumu ve sınıfsal aidiyeti ne olursa olsun her kesin mevcut diktatörlük rejimine karşı mümkün olabildiği oranda ortak bir mücadele içinde yerini almasıdır. Türkiye’nin demokratikleştirilmesi mücadelesi elbette Kürtlerin asıl hedefi değildir, ancak, Kürtlerin bugünkü ve gelecekteki durumunu doğrudan etkileyen ve dolayısıyla ilgilendiren bir mücadeledir. Bu anlamda Kürtler, asıl hedef ve amaçlarına ters düşmemek şartıyla, hak ve hukukları gözetildiği oranda, Türkiye’de demokrasi mücadelesinde yerlerini alırlar ve almalıdırlar.
Mevcut diktatörlük rejimi asıl olarak bütün ağırlığıyla Kürdistan’a yönelmiştir. 21. yüzyılın Yavuz Sultan Selimi olan Recep Tayip Erdoğan yeni bir Kürdistan seferini başlatmıştır. Birçok Kürdistan şehri şimdiden yerle bir edilmiş, köyler, kasabalar, ormanlar ateşe verilmiştir. HDP milletvekilleri tutuklanmış, Kürdistan’da çok sayıda belediyeye el konularak kayyumlar atanmış, on binlerce öğretmen açığa alınmış, TV kanalları ve diğer basın ve yayın organları kapatılmış, en son olarak Türkiye ve Kürdistan’da 370 dernek ve sivil toplum kuruluşunun kapıları mühürlenmiş, OHAL idaresinde Kürdistan daha acımasız bir sömürge yönetimiyle kuşatılmıştır.
Kuşkusuz bununla kalınmayacaktır. İktidarın her kademesinden Kürt halkına yönelik düşmanlık, savaş ve katliam tehditleri gelmektedir. Bu kez bir bütün olarak Kürt halkı teslim alınmak, Kürtlere boyun eğdirilmek isteniyor. Diktatörlüğün başı hep bir ağızdan savaş borazanlığı yapan ırkçı TV kanallarından ”Tepelerine biner toplu olarak hepsinin başını ezeceğiz’” diyerek olanları ve de olacakları alenen tüm dünyaya ilan ediyor.
Bu tehditler, bu saldırılar, bu planlar sadece içeriye dönük de değildir. Kürtler içeride, bölgesel alanda ve hatta uluslararası düzeyde hedeflenmiştir. Batı Kürdistan’daki (Suriye’de) kazanımlara yönelik ilhakçı siyaset bunu gösteriyor. Yakında birçok Avrupa ülkesinde de toplu olarak veya nokta operasyonları şeklinde Kürtlere, Kürt kurumlarına, Kürt aydın ve siyasilerine yönelik saldırı ve provokasyonların başlatılacağını şimdiden hesaplamak ve buna hazırlıklı olmak gerekiyor. Zira Türk devleti, Kürt ulusal hareketini yeni provokasyonların içine çekmek istiyor. Amaç, bir yönüyle de buralarda Kürt ulusal hareketini kriminalize etmek ve örneğin PYD gibi güçleri de uluslararası alanda terörist örgütler listesine sokmak, Avrupa’da ve uluslararası alanda kazanılan sempati ve dayanışmayı yok etmek, dünyada Kürt hareketini yalnızlaştırmaktır. Her ne pahasına olursa olsun Türk devletinin bu oyununa gelinmemelidir, bu oyuna zemin hazırlayacak Kürtler adına hareket ettiğini söyleyen kimi çevrelerin olası şiddet eylemlerine karşı duyarlı olunmalıdır. Dolayısıyla başta PYD olmak üzere, Kürtlerin, tüm Kürt örgütlerinin son derece dikkatli ve sorumlu davranması gerekiyor. Kendini korumak, meşru müdafaada bulunmak elbette bir haktır, ancak bunun asla tasvip edilemez şiddet eylemleriyle karıştırılmaması gerekir. İster devletten gelsin, ister Kürtler adına herhangi bir örgüt veya çevreden gelsin, Kürtlerin bu tür provokatif eylemlere karşı durması gerekiyor. PKK’nin 1990’lı yıllarda Avrupa ülkelerinde yaptığı bazı şiddet eylemlerinin Kürt hareketine neler kaybettirdiğini biliyoruz. Her ne pahasına olursa olsun Kürtler olarak böyle bir oyuna gelinmemelidir.
Çok zor ve ağır bir dönemden geçiyoruz. Bunda her kes hemfikirdir. Kürtler, sadece Kuzey Kürdistan’da değil, diğer parçalarda da, ülke ve ulus çapında ağır bedeller ödüyor ve daha da ödeyecekler. Bunda da önünü görebilen her kes müttefiktir. Çok ağır koşullara rağmen ve büyük bedeller ödeme pahasına da olsa Kürtler asla teslim olmayacaklar, özgürlük ve bağımsızlık yolunda mücadeleye devam edecekler. Yüreğinde az da olsa Kürtlük ve Kürdistan bilinci ve inancı taşıyan her Kürt buna inanıyor. Doğu, Batı, Kuzey ve Güney Kürdistan’da dünyanın en barbar sömürge rejimlerine karşı on yıllardır mücadele eden bu halk boyun eğmedi. Bugün de sadece dört sömürgeci devlete karşı değil, aynı zamanda dünyanın 72 ülkesinden Cihatçı teröristlerin azgın saldırılarına karşı koyabilen Kürt ulusu tüm dünyaya ispatlamıştır ki özgürlüğü ve bağımsızlığı için ağır bedeller ödemeye hazırdır. Dünya bunun şahididir. Türk devleti ve onun uluslararası Cihatçı çeteleri ile bölgesel müttefikleri özgürlük ve bağımsızlığı için yola koyulmuş olan Kürt ulusunun mücadelesini durduramazlar.
Fakat, kahraman olmak, mücadele etmek, ağır bedeller ödemek, dünyanın takdirini kazanmak ve bunun gibi daha nice hasletler bir ulusun özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinde tek başına fazla bir şey ifade etmiyor ve yeterli değildir. Önemli ve belirleyici olan içeride kucaklayıcı ve birleştirici bir ulusal siyaset izlemek ve uluslararası düzeyde düşmanlarımızı azaltan ve dostlarımızı artıran, gerçekçi ve doğru bir politikaya sahip olmaktır. Bu pencereden bakıldığında içinden geçtiği süreçte Kürt ulusal hareketinin olumlu ve başarılı yanlarının yanında olumsuz bazı yanları da vardır.
Tek tek parçalarda olsun, Kürdistan genelinde olsun, Kürt ulusal hareketinin en büyük zaafı ve en zayıf halkası kendi içinde birlik ve beraberlik içinde olmaması, ittifaklar politikasından yoksun olmasıdır. Bununla beraber farklı parçalardaki kimi Kürt örgütleri arasında ciddi bazı sorunlar yaşanıyor ve maalesef potansiyel bir iç çatışma tehlikesinin koşulları var olmaya devam ediyor. Kürt halkının düşmanları zaten başından beri bunları biliyor ve kullanıyorlar. Bugün artık Kürt halkının dünyadaki dostları da bunu biliyor ve söylüyorlar. Bu nedenle ısrarla ”Kürtler, kendi aralarında birleşmezlerse, tarihi fırsatı kaçırmış olacaklar” diyorlar. Ancak, bu türden içsel sorunlarına ve dört yandan yaşanan ağır kuşatma koşullarına rağmen, Kürt ulusal hareketi bağımsızlık ve devletleşme sürecinde yeni bir tarihsel eşiği yakalamış bulunuyor.
Tarihsel olarak ve bölgedeki konjonktürel durumda bağımsızlığa en yakın olan parça Güney Kürdistan’dır. Dünyada birçok ülke buna sıcak bakıyor ve uluslararası koşullar oldukça uygun hale gelmiştir. Fakat, Kürt halkının düşmanları asla boş durmuyor. Kürdistan bağımsızlık hareketi yoğun bir kuşatma altındadır. Güney Kürdistan siyasal partilerinin birlik içinde olamaması ve hatta bu parçadaki kimi çevrelerin olumsuz politikaları düşmanın manevralarına imkân ve zemin hazırlıyor.
Bu yönüyle Kuzey ve Batı Kürdistan’da da durum iyi değildir. Otuz yılı aşkın bir süredir silahlı mücadele yürüten PKK’nin ulusal birlik konusundaki siyaseti bugün de asla tasvip edilecek bir siyaset değildir. Kendisi dışında Kürdistan’da başka hiç bir yurtsever gücün varlığını kabul etmeyen ve buna tahammül bile göstermeyen, başka hiçbir gücün söylediklerini kaale almayan, en masum ve dostane eleştirileri dahi düşmanca karşılayan bu siyasetin ülke genelinde yol açtığı tahripkar sonuçlar ortadadır. Kuzey Kürdistan’da yaşananlar şimdi de Batı Kürdistan’da tekrarlanıyor. Burada, Kürt olmayan birçok güce yer açılırken, bu parçanın yurtsever güçleri yaşanan sürecin dışında tutuluyor, baskı görüyor, tasfiye edilmek isteniyor. Kuzey’de en son olarak savaşın kentlere taşınması sürecinin (güncel literatüre ’Hendek Savaşı’ olarak geçen pratiğin) yol açtığı sonuçlar, bunun Kürt toplumunda yarattığı siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel ve manevi yıkımın boyutları artık gözler önündedir. Demokratik Cumhuriyet, Türkiye’nin demokratikleştirilmesi, özyönetim gibi ne olduğu belirsiz, Kürdistan’ın içinde bulunduğu durumla ve Kürt halkının ulusal talepleriyle asla uyuşmayan bu tür zorlama amaçlar uğruna bunca bedel ödettirmenin savunulacak hiç bir yanı yoktur. PKK kurmayları ve onların etki alanındaki belli bir çevre dışında başından beri bunun yanlış olduğunu her kes söylüyordu. Aklı başında Kürt aydınları, Kürt siyasetçileri, Kürt halkı yapılanları doğru bulmadı, olanları onaylamadı, dolayısıyla mesafeli davrandı. Ama, her zaman olduğu gibi kendisi dışında hiç kimseye kulak asmayanlar, haklılığını ve doğruluğunu gücünden aldığına inananlar, halkı sadece peşlerinden gitmeye mecbur kitle olarak görenler, bu olayda da bildiklerini okumaya devam ettiler. Bu yanlış, sorumsuz, hesapsız siyasetin sonucu fidan gibi yüzlerce yiğit Kürt genci toprağa düştü, onlarca Kürt şehri virane oldu.
Bundan en çok zarar gören siyasi partilerin başında da Kandil ile TC arasında sıkışıp kalan HDP oldu. Bugüne kadar eş başkanları dahil HDP’nin çok sayıda milletvekilleri tutuklanarak hapishanelere konuldu. Oysa, tüm eleştirilere rağmen HDP süreçte önemli bir rol oynayabilirdi. Ama önemli olan güncelde nelerin yaşandığı ve buna karşı ne yapılması gerektiği konusunda ortak bir paydada bir araya gelmektir. Elbette Kürt halkının oylarıyla seçilenlerin sahiplenilmesi, destek verilmesi ve savunulması gerekiyor. Türk polisinin Bingöl milletvekili İdris Bayülken’nin başını zorla eğmeye çalışması aslında Kürt halkına boyun eğdirmek isteyenlerin tüm Kürtlere vermek istedikleri açık bir mesajdır. Buna karşın İdris Bayülken’nin gösterdiği tepki ve onun dik duruşu Kürt halkına boyun eğdiremeyeceklerinin onurlu bir duruşu olarak görülmelidir. Hangi örgüt ve partiden olursa olsun, hangi gelenek ve düşünceden olursa olsun, bugüne kadar tutsak alınan ve daha da tutsak alınacak Kürt yurtseverlerinin onurlu duruşu halkımıza moral verecek, mücadeleye ivme kazandıracak ve herkes tarafından sahiplenilecektir. Her şeye rağmen halkımızın oylarıyla seçilen HDP milletvekilleri, belediye başkanları ve tutsak alınan tüm kadrolar sahiplenilmelidir. Çünkü, Kürt toplumunun ideolojik, politik, dini ve sosyal bir çok farklı renk ve seslerine sahip insanların oylarıyla seçildiler onlar. Bu işin militanlığını yapanlar da oy verdi, ”ne yapalım namus meselesidir” deyip oy verenler de oldu. Fakat, bu insanların iradesine saygı gösterilmedi; görüş, öneri ve eleştirilerine kulak asılmadı, hatta öfke ve kırgınlıkları görmezlikten gelindi. Peki ne oldu? Daha önce bir çağrıyla yüzbinlerin alanlara döküldüğü yerlerde bugün artık kızgınlık ve kırgınlık dolu bir sessizlik hakimdir. Elbette bütün bunların sorgulanması gerekiyor.
Benim bayrağım altında yürümüyorsan benden değilsin anlayışına son verilmeden ulus ve ülke çapında bir birliktelik zemini yaratmak, düşmana karşı ortak bir mücadele hattı oluşturmak, bir ulus gibi davranmak mümkün değildir. Doğu, Batı, Kuzey ve Güney’de; yani boydan boya vatan olarak bildiğimiz Kürdistan sathında, toprağa düşenler Pêşmerge olsun/Gerilla olsun, hepsi bu halkın evlatlarıdır, bu milletin şehitleridir, bu tarihin ortak değerleridir. Onlarca, yüzlerce, binlerce kez söylendi, yazıldı ve çizildi. Bir kez daha tekrarlamak zorundayız: Her parçasında ve Kürdistan genelinde ortak düşmana karşı Kürtler birlik, beraberlik ve dayanışma içinde olmak zorundadırlar. Bir halkın ulusal kurtuluş mücadelesinde önemli olan ortak hedef ve amaçlardır, bu ortak hedef ve amaçlar uğruna mücadele sürecinde hiç bir gücün başkalarını dıştalama ve kendisini dayatma hakkı yoktur.
Tarih, 21.yüzyılın başında Kürtlere yeni ve büyük bir fırsat sunmuştur. Kürtler, bu fırsatı değerlendirmek, dünyada özgür ve bağımsız uluslar topluluğu içinde onurlu bir yer edinmek istiyorlarsa, bunun hakkını vermek zorundadırlar. Bu da ancak toprakları üzerinde özgür ve bağımsız yaşamayı amaçlayan, devletleşmeyi hedefleyen, her parçada ve Kürdistan sathında her düzeyde ulusal birlik ve dayanışmaya dayalı uzun vadeli bir mücadeleyle mümkündür.
Mehmet Selim Uzun
17.11.2016