Cano Amedî
Her şeyden önce ben bir hukukçu değilim ve hukuk konusunda genel geçer bilgiler dışında bir birikim ve bilgi sahibi olmadığımı ifade ederek konuyla ilgili düşüncelerimi kamuoyuyla paylaşmak istedim.
Her türlü hukuksuzluğun kol gezdiği, insani değerlerin yok sayıldığı bir coğrafyada her nedense en fazla dile getirilen kavramların başında “hukuk” ve “demokrasi” gelmektedir. Yazılı ve sözlü metinlerin başına “demokratik” kavramını ekleyerek değişim ve dönüşümden yana olan toplumsal dinamikleri kandırmanın yegâne sakızı… Bir başka değişle, özü boşaltılan her derde deva gibi gösterilmeye çalışılan uyutan-uyuşturan sihirli kavramlar. Bütün diktatörlerin vazgeçemediği, yalan, işkence, katliam ve soykırımları gizleme, yok saymanın “hukuki” kılıfı..
Evet. hukukçu değilim, ancak kişisel yaşamımın 35 yılını gasp eden, bana ve içinde yaşadığım topluma her türlü işkence, eziyet, zülüm ve barbarlığı reva gören; yaşamımızın körpe baharında, bana ve benim gibi milyonlarca insanın hayatını karartan, yaşam rotamızı değiştiren, insanlık değerlerine aykırı Nazi ve İtalyan faşist hukukun bir sentezi olan sömürgeci bir sisteminin ”hukuk” mağduru olarak konuyla ilgili düşüncelerimi, fikrimi ve tepkimi dile getirme hukukuna sahip olduğumu düşünüyorum.
Her şeyden önce bizler, hukuk ve adaletin olmadığı bahtsız bir coğrafyanın en kadim ve yerleşik halkı olarak, ülkesi sömürge ötesi, statüsüz bir halkın bireyleriyiz.
Baba ve Annelerimizden; dede ve ninelerimizden dinlediklerimiz… Acı ve katliamlarla, sürgün ve trajedilerle dolu ölüm koridorunun derinliğinde sonu gelmez yıkım dalgaların ardından ufukta ışığı görmenin sevinciyle ayağa kalkan bir kuşağın ferdi olarak, elbette daha söylenecek çok sözümüz vardır.
Kısacası bin yıl gerilere doğru gidildiğinde barbar ve istila ordularının, vahşi ve yok edici zülüm imparatorluklarının savaş meydanına dönüştürülen Kadim Kürdistan’ın mazlum halkıyız.
Bizim coğrafyamız, insanlık tarihinin bütün evrelerine tanıklık etmiş ve her türlü saltanatı, düzeni ve zülüm şatolarının yerle bir olmasına ebelik etmiştir.
Kürdistan, tarihin lanetli sayfalarında yer edinen imparatorların, padişahların ve diktatörlerin gazabına uğramış bir coğrafyanın kalbidir.
Dolaysıyla adalet ve özgürlüğe en fazla ihtiyaç duyulan bu coğrafya da özgür ve sağlıklı düşünebilen her birey, vicdan ve cüzdan girdabında gizlenmeden bu hakkı teslim etmek zorundadır.
Kürd halkı, bu coğrafyada, sayısız barbar ve işgalci egemenliklerin saldırılarına maruz kaldı; ırkçı ve faşizan hukuk sistemleri gördü, dinsel ve ideolojik kıyafetler içinde eli kanlı diktatörleri tanıdı.
Hukuk, tarihin bütün zamanlarında iktidarı elinde bulunduran egemen güçlerin bir aracı olmuştur.
Evrensel hukuk normların dışında hareket eden ülkeler, siyasal iktidarlarını sürdürmek isteyen egemen güçler, halkın istem ve taleplerini bastırmak için daima mahkeme ve yargıçların köle ruhlu bir tarzla hizmet etmelerini sağlamışlardır.
Hukuk tarihinin sayfalarını çevirdikçe, insanlığa karşı suç işleyen diktatörlerin ne denli sadist, korkak ve köle ruhlu olduklarını göreceğiz.
Bugün yaşadığımız coğrafyada geçmişin hukuksuzluklara taş çıkartacak yeni yetme diktatörlerin kol gezdiğini biliyoruz.
Toplumu iki bin yıl öncesinin karanlığında hipnoz etmekle meşgul olan güçler, tekçi BAAS ideolojisinin yol güzergâhında, İttihat ve Terakki örgüt sarmalının Türkçü gıdasıyla beslenerek yaşamı karartmaya, insanları kul, köle etmeye çalışıyorlar.
Dolaysıyla onların lügatinde, hukuk diye bir kavram yer almamaktadır. Onlar sadece ve sadece biat etmeyi, her türlü kötülüğe kılıf bulmayı ve takiye yapmayı bir meziyet bilirler.
Ancak tarih ispatlamıştır ki, hukuk en çok topluma tek tip deli gömleğini giydirmeyi arzulayan diktatörlere ve kukla aktörlere lazımdır.
Bugünü daha iyi anlamak için Nazi Almanya’sına doğru yolculuk yapmak ve bir takım bilgilerimizi güncellemek gerekiyor!
Almanya’da Adolf Hitler iktidara geldikten kısa bir süre sonra parlamento binasının önünde yandaşlarına yaptığı konuşmada: “ Ben Almanya’nın en büyük yargıcıyım!” diye devam eden uzun bir konuşma yaptığını tarihçiler yazmaktadırlar.
Nazi Almanya’sı, Faşizmin taşlarını sokakta tek tek döşeyerek hem insanlık ailesini büyük bir felakete sürüklediler. Hem de, Alman halkının boynuna tarihsel bir utanç madalyasını takarak, kendi sonlarının zemini yarattılar.
Naziler, zamanla anayasayı rafa kaldırıp, Hitler’in o hastalıklı her türlü beyanatlarını ve fikirlerini birer yasa olarak benimsettiler ve uyguladılar. Böylelikle Alman toplumunun yaşamını cehenneme dönüştürdüler.
Dönemin yargıçları, hukukçuları vicdan ve cüzdan seçeneğini karıştırdıklarından dolayı her şeye “Evet efendim! Başbuğ Hitler! Yaşa var ol FÜHRER! Kitlelerdeki bu güce tapma saplantılarını fazla ciddiye aldıklarını görüyoruz, bu tür saplantıların bütün zamanlarda dünya genelinde bir sarmaşık gibi dal budak saldığını biliyoruz.
Tecrübe ve yaşanmışlıkları göz ardı eden toplumlar, aklını ve iradesini diktatörlerine teslim ederek, kendi diktatörlerini Tanrının yeryüzündeki temsilcisi sıfatıyla, ödüllendirme yolunu tercih ettiklerini çok iyi biliyoruz.
Diktatörler ise: “güç bende, iktidar bende” ruh haliyle toplumda oluşturdukları algılarla “reis-başkan-padişah” hayallerini saltanatlarından aldıkları güçle diktatörlüklerini sürdürmeyi ve toplumu esir almayı gelecekleri için olmazsa olmaz şartı olarak görüyorlar. Toplumu popülizmin büyüsüyle korku ve despotizm çarkı arasında uyuşturarak teslim almayı çok iyi biliyorlar. Şatolarının yaldızlı pencerelerinde, kan deryasının orta yerinde kendilerini şah-ı cihan ilan ederler.
Diktatörlüğün ve despotizmin gelmiş geçmiş yığınca örnekleri mevcuttur: Yakın tarihte en kapsamlı ve en yıkıcı boyutuyla Nazi Almanya’sındaki uygulamalardır. Dolaysıyla bugünü anlamak için dünü bilmek gerektiğini düşünüyorum.
Alman halkı, Hitler Almanya’sında baskıların giderekten hukuku bir kenara iterek, Naziler’in çağdışı, ırkçı uygulamalarına teslim oldular. Demokratik hak ve özgürlükleri askıya alarak “halk mahkemesi” (Volks Gerichtshof) adı altında kendi hukuklarını oluşturdular. Halk mahkemesinin dokuz üyesinden dördü partili hukukçu, beşi de ordu ve SS’lerden seçilmekteydi. Bu halk mahkemeleri tamamen militarist bir hiyerarşi içinde çalışmaktaydı. Bu mahkemelerin temel görevi toplumu susturmak, aydınlarını teslim almak ve rejime bağlılıklarını ifade etmelerini sağlamaktı. Toplum bu tekçi ve baskıcı sisteme fazla dayanamadı ve teslim oldu. Ancak Naziler, bu mahkemeleri yeterli görmediler ve onların yerine tamamen Nasyonal-sosyalist ilkeler çerçevesinde eğitilen parti militanlarından ve SS üyelerinden seçilen “ Sandergircht” adıyla, ölüm mangaları diyebileceğimiz özel mahkemeler kurdular. Bu özel mahkemeler her yönüyle Hitler’e doğrudan bağlı olduğu için SS “yargıç”ları FÜHRER’in beklentileri doğrultusunda karar vermekteydiler. Tıpkı İstiklal mahkemeleri gibi sanıkları savunacak avukatlar mahkemeye alınmazdı. Ekmek ve para muslukları Nazi’lerin kontrolünde olduğundan dolayı avukatların ezici çoğunluğu Nazi üyesiydi ve parti çıkarlarına göre davranıyorlardı. Aykırı davranan avukatlar ve yargıçlar toplama kamplarına götürüldüklerini biliyoruz. Nazi Almanya’sı çok kısa bir zaman diliminde, toplumun bütün dinamiklerini esir aldı. Avukat, yargıç, hukuk profesör, yazar, çizer kısacası toplumun vicdanı olan gerçek aydınları susturunca, Alman toplumu bir bütün olarak ruhunu Hitlere teslim etti. Toplum Hitlerin elinde basit bir oyuncağa dönüştü. Alman toplumu giderek ruhsuz bir ölüm makinesine dönüştü. Bu ölüm makinesi, Dünyayı kana buladı ve yaklaşık olarak 40 milyon insanın ölümüyle sonuçlanan İkinci paylaşım savaşının lanetli tarafı oldu.
Tarih, Naziler ve onların hukuku konusunda hükmünü verdi ve insanlığa karşı işlenen en büyük suç olarak tarihin beleğine kaydetti. Hitler’e uşaklık eden, palyaçoluk yapan ve kiralık katil gibi toplumu ölümcül bir köleliğe mahkûm eden yargıçları “hukukçu” diye kabul etmek insan vicdanına sığar mı? Dünün hukuk sistemini, bugünkü egemen olan hukuk sistemiyle kıyaslamaya çalışırsak acaba nelerle karşılaşırız?
Eğer oturduğunuz kürsü, sırtınızdaki cübbe evrensel hukuk normlarına uyum sağlamıyorsa varlığınız, sıfatınız ve kimliğiniz hiçbir şey ifade etmiyor demektir.
Eğer emir komuta zinciri içerisinde ya da yandaşı olduğunuz güç odağının çıkarları doğrultusunda, topluma deli gömleğini giydirmeye kalkarsanız, sonunuz Hitler, Mussoloni, Franko ve benzeri diktatörlerin sonu gibi olur. Sırtınıza cübbenizi giyip TV ekranlarında sokak holiganları gibi cepheye gitmeyi haykırmanız Hitler’in hukukçularını fersah fersah gerilerde bıraktığınız anlamına gelir.
Merkezi toplumsal linç organizasyonlar karşısında “hukukçu” kimliğinizle, sokaktaki mobilize ayak takımının duygularına hitap etmeniz son yüz yıllık hukuk sisteminizin geleneksel ırkçı ve faşizan grafiğini bir kez daha teyit ettiriyorsunuz.
Unutmayınız ki, 1927’lerde, piriniz, üstadınız ve adalet bakanınız Mahmut Esat Bozkurt, tıpkı sizin gibi kinini, öfkesini ve benliği teslim alan ırkçılık zehrini kusmuştu.
Hitlerin iki dudağı arasında çıkan ses tonuna göre karar veren köle ruhlu yargıçlardan, Hitler’in gözde yargıcı Ronald FREİSER’den ne farkınız var?
Hukuk bir kültür sorunudur, hukuk bir yaşam tarzıdır, hukuk insanlık ailesinin kendisi ve dışındaki canlılar karşısında yaşamı devam ettirme sorumluluğudur. Hukukun egemen olmadığı toplumlar, devletler, imparatorluklar kendi sonlarını yıkımlarla tayin ederler.
Hukuku kendisine rehber almayan bireyler, aileler, örgütler, partiler, cemaatler kısaca toplumsal dinamiklerin geleceği olmaz!
Celladına aşık olan bireyin ruh haliyle sömürgecisine/işgalcisine hayranlık duyan ve onu taklit etmeye çalışan her türlü toplumsal organizasyon er geç kendi diktatörünü yaratır.
Ne yazık ki içinde bulunduğumuz iklim toplumu kayıtsız, şartsız biat etmeye zorluyor. 01/10/2015