Çetin Çeko
Türkiye’nin Güney Kürdistan’daki varlığı, yalnızca yayılmacı ve işgalci politikalarıyla değil, aynı zamanda bölgedeki ana akım Kürdistanlı hareketlerin stratejik hatalarıyla da ilişkilidir. Bu hatalar, Türkiye’nin bölgeye daha kolay nüfuz etmesine zemin hazırlamıştır. Kürt-Kürt diyaloğu ve dayanışmasının olmaması, Türkiye’nin “böl ve yönet” taktiğini uygulamasını kolaylaştırmıştır.
Ankara’da 15 Ağustos’ta dördüncü kez düzenlenen Türkiye-Irak güvenlik zirvesinde taraflar, “Askeri, Güvenlik Koordinasyonu ve Terörle Mücadele Mutabakat Zaptı” imzaladı. Güvenlik zirvesine Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ile Irak’ın Kürt Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Fuad Hüseyin başkanlık etti. Söz konusu anlaşma, sınır güvenliği konusunda Ankara ile Bağdat arasında imzalanan ilk mutabakat zaptı değil.
Türkiye ile Irak arasında ilk sınır güvenliği anlaşması, 15 Ekim 1984’te, dönemin Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in Dışişleri Bakanı Tarık Aziz ile Türkiye Başbakanı Turgut Özal’ın Dışişleri Bakanı Vahit Melih Halefoğlu arasında imzalanmıştı. O dönemde anlaşmanın detayları kamuoyuyla paylaşılmamıştı. Basında yer alan sınırlı bilgilere göre, Türk ordusunun Irak siyasi sınırından yaklaşık 5 kilometre kadar ilerlemesine izin verilmiş ve anlaşmanın geçerlilik süresi bir yıl olarak belirlenmişti.
Türkiye, Irak ile arasında henüz herhangi bir sınır güvenliği anlaşması bulunmazken, 26 Mayıs 1983 tarihinde Güney Kürdistan’a 6 bin askerle sınır hattından yaklaşık 3 kilometre içeriye girerek bir askeri operasyon gerçekleştirmiştir. Operasyonun gerekçesi olarak, 10 Mayıs 1983’te sınırda devriye gezen bir Türk birliğine düzenlenen saldırıda üç Türk askerinin hayatını kaybetmesi ve üç askerin de yaralanması gösterilmiştir.
Türk basını, operasyonu “Ordumuz Irak’ta! Apocuların yanı sıra, Kawacılar ve bu iki grupla işbirliği hâlinde olan ASALA (Ermeni örgütü) militanlarına karşı harekat yapılmıştır” şeklinde duyurmuştur. Ancak Türkiye’nin askeri operasyonunda hedef alınan asıl güç, Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) olmuştur. KDP, bu operasyonu Kürdistan ulusal kurtuluş hareketine yönelik bir komplo olarak değerlendirerek, Türkiye’nin asıl hedefinin bölgedeki peşmerge üsleri olduğunu iddia etmiş ve saldırıyı sert bir dille kınamıştır.
Türkiye’nin Güney Kürdistan’a yönelik sınır ötesi operasyonları, PKK’nin 15 Ağustos 1984’te Eruh-Şemdinli baskınlarından sonra artış göstermiştir. Genelde vurulan hedefler KDP’nin karargâhları olmuştur.
Örneğin, PKK’nin Eruh-Şemdinli baskınından iki yıl sonra, 15 Ağustos 1986’da Türk savaş uçaklarının Güney Kürdistan’a düzenlediği hava saldırısında yaklaşık 150 KDP Peşmergesi hayatını kaybetmiştir. Bu olay sonrası Mesud Barzani, Türkiye’den bu kayıpların hesabının sorulacağını açıklamıştır.
Uluslararası arenada Türkiye’nin saldırılarına en sert tepkilerden ikisi Libya ve İran’dan gelmiştir. Dönemin Libya lideri Muammer Kaddafi, Türkiye Cumhurbaşkanı Kenan Evren ve Başbakan Turgut Özal’a gönderdiği mesajda, Güney Kürdistan’a yönelik operasyonu tam anlamıyla bir imha eylemi olarak nitelendirmiştir. Kaddafi, Türkiye’nin bu eylemlerini, dönemin ırkçı Güney Afrika apartheid rejiminin ve İsrail’in uygulamalarına benzeterek şiddetle kınamıştır.
İran Dışişleri Bakanlığı sözcüsü de yaptığı açıklamada, saldırıda çok sayıda Kürt sivilin hayatını kaybettiğini belirterek Türkiye’yi kınamıştır. Sözcü, Türkiye’nin Bağdat rejimine karşı savaşan Irak Kürtlerinin meşru mücadelesini engellemekten vazgeçmesi çağrısında bulunmuştur.
Şüphesiz İran’ın bu tepkisi, geçmişte Türkiye’nin İran-Irak Savaşı sırasında Bağdat yönetimine verdiği destek ve İran’ın da Güney Kürdistanlı grupları Bağdat’a karşı bir müttefik olarak görmesinden kaynaklanmaktadır.
Irak-İran Savaşı nedeniyle Saddam Hüseyin, Güney Kürdistan’daki kontrolünü sağlamada zorluk yaşadı. Bu durum, Saddam’ı Türkiye-Irak siyasi sınırının güvenliğini Ankara’ya bırakmaya itti. Türk devletinin hedefi hem KDP hem de PKK’yı etkisiz hale getirmekti. KDP, 1983’te PKK ile bir ittifak kurmuştu. Bu ittifak sayesinde PKK, Güney Kürdistan’a girerek lojistik destek sağladı. Ancak bu ittifak 1986’da sona erdi.
Türk ordusu KDP-KYB çatışmasını durdurmak adına Kürdistan’a girdi.
Türk ordusunun Güney Kürdistan’daki kalıcı varlığının ilk adımları, Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ve Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) arasında yaşanan (1994-1997) ve daha sonra PKK’nin de dahil olduğu kanlı iç savaşla atıldı. Bu çatışmada yaklaşık 5 bin kişi hayatını kaybetti. İç savaşın başlıca nedeni, sınır kapılarından elde edilen gelirler başta olmak üzere, güç ve yetki paylaşımı konusundaki anlaşmazlıklardı.
KDP ve KYB arasındaki sorunların temelini, hala yetki, güç ve gelir paylaşımındaki anlaşmazlık oluşturmaktadır. Bu siyasi güçlerin jeopolitik konumları göz önüne alındığında, sorun ideolojik bir zeminde değil, idari, askeri ve ekonomik kaynakların kontrolü ve paylaşımı üzerinde yoğunlaşmaktadır.
KDP ile KYB arasındaki çatışmaları durdurmak amacıyla ABD, Fransa ve İngiltere arabuluculuk girişimlerinde bulundu. İlk müzakere, Temmuz 1994’te Paris Kürt Enstitüsü’nün teşebbüsüyle, dönemin Fransız Cumhurbaşkanı François Mitterrand başkanlığında gerçekleştirildi. Ancak bu girişim sonuçsuz kaldı. Türkiye ise “büyük Kürdistan kuruluyor” endişe ve korkusu ile görüşmelere şiddetle karşı çıktı.
Paris görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından ABD, Ağustos 1995’te Dublin’de taraflar arasında yeni bir müzakere süreci başlattı. Türkiye’nin tepkilerini dindirmek amacıyla, Ankara’yı toplantılara gözlemci olarak davet etti. Ancak, Dublin görüşmelerinde de bir uzlaşı sağlanamadı. Bu durum üzerine, tribünde oturan Türkiye, sahaya inerek müzakereleri Ankara’ya taşıdı.
Ankara sürecine ABD ve İngiltere de dahil oldu. Bu ülkeler, tarafların değerlendirmesi için 22 maddelik bir protokol metni hazırlayarak sundular. Protokolün içeriğiyle ilgili olarak, KDP sadece 5 maddeyi kabul ederken, KYB tüm maddeleri onayladı.
KDP ile KYB arasındaki silahlı çatışmaları önlemek ve bu konuda raporlama yapmak amacıyla, 15 Nisan 1997’de Asuri ve Türkmenlerden oluşan 800 kişilik bir Barış İzleme Gücü (Peace Monitoring Force – PMF) kuruldu. Bu gücün yönetimi ve donanımı Ankara tarafından üstlenilecekti.
Bu karar, Türkiye’nin istihbarat ve askeri birimlerinin Güney Kürdistan’ın sadece sınır bölgelerine değil, iç bölgelerine de girişini resmileştiren önemli bir adım oldu. Günümüzde Güney Kürdistan’da bulunan Türk ordusunun ilk askeri ve istihbarat üsleri, o dönemde KDP-KYB çatışmasını önleme gerekçesiyle inşa edildi ve kalıcı hale geldi.
Günümüzde Türkiye’nin Güney Kürdistan’da yaklaşık 110 askeri üs ve karakola sahip olduğu tahmin ediliyor. Bu üs ve karakollarda zırhlı araçlar, tanklar, toplardan oluşan bir donanımın yanı sıra helikopter pistleri bulunuyor. Türk ordusu, bölgede yaklaşık 200 kilometre eninde, 10 ila 40 kilometre derinliğinde bir alanı kontrol altında tutuyor.
Yaklaşık seksen yıldır, dört parçadaki Kürdistanlı ana akım güçler, dört sömürgeci devletin aralarındaki çatlaklardan faydalanarak diğer sömürgeci devletlere ve rakip gördükleri Kürdistanlı güçlere karşı mücadele ettiler. Bu ilişkiden hiçbir ana akım Kürdistanlı güç azade değildir.
Saddam’ın devrilmesi, Güney Kürdistan’ın statü elde etmesi ve Rojava Kürdistan’ında elde edilen kazanımlar, uluslararası toplumun desteğiyle mümkün oldu. Bu destek, Kürdistan ulusal demokratik hareketlerinin dört sömürgeci devlet ile arasına mesafe koymasına olanak tanıdı. Ancak, ana akım Kürdistanlı hareketlerin bu fırsatı ve konjonktürü ne kadar değerlendirdiği, dört sömürgeci devlete karşı ne denli mesafeli duruş sergilediği tartışma konusudur.
Özellikle Güney Kürdistan’da elde edilen kazanımların bağımsızlığa doğru evrilme ihtimali ve Rojava Kürdistan’ında fiili durumun statüye dönüşme olasılığı, Türkiye’yi endişelendiriyor. Bu nedenle Türkiye, Güney ve Rojava Kürdistan’ında kalıcı olmak için yoğun çaba sarf ediyor.
2008 yılından itibaren Kürdistan Bölgesi Yönetimi ile ekonomik ve siyasi ilişkiler geliştiren Türkiye, 2017’deki bağımsızlık referandumunda gerçek yüzünü ortaya koydu. Zaho’ya tanklarını konuşlandırarak, Kürtlerin bağımsızlık çabalarına karşı açık bir tehdit oluşturdu. Türkiye, Güney Kürdistan’ı işgal etmekle tehdit ederek, bağımsızlık referandumunun hayata geçirilmesi durumunda ne gibi sonuçlar doğuracağını gösterdi.
ABD ve Avrupa Birliği, PKK’yı ’terör örgütü’ olarak kabul etmesine ve Türk ordusu ile çatışmasına rağmen, Türkiye’nin Güney Kürdistan’daki askeri operasyonlarının bölgedeki istikrarı tehdit ettiği gerekçesiyle Ankara’yı defalarca uyardı. Bu diplomatik uyarılar, sonuçta eyleme dönüştü. 4 Temmuz 2003’te ABD askerleri ve Peşmerge güçleri, Süleymaniye’deki Türk ordusuna ait bir karargâha baskın düzenleyerek 11 Türk askerinin başına çuval geçirerek gözaltına aldı. Bu hadise, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri ciddi şekilde gerdi. Aradan geçen 21 yıla rağmen, ‘çuval olayı’ olarak bilinen bu vaka, iki ülke arasındaki ilişkilerde hala derin izler bırakmaktadır.
PKK, neden silah bırakmalı?
Türk devletinin PKK’yı sürekli bir şiddet sarmalında tutması, devletin Kürt sorununu ’terör’ olarak tanımlamasına ve uluslararası alanda bu şekilde sunmasına neden olmuştur. Örgütün silahlı mücadeledeki ısrarı, bu durumu daha da derinleştirmiştir. Ayrıca, PKK’nin Kuzey Kürdistan’daki askeri gücü önemli ölçüde azalmıştır. PKK, silahlı mücadele ile siyasi çözüm arayışları arasındaki dengeyi kuramamıştır.
Avrupa Polis Teşkilatının (Europol) 2023 raporunda, PKK’nin “Terör Örgütleri Listesi”nden çıkarılması ve Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılması için Avrupa Birliği’nde lobicilik faaliyetlerini yoğunlaştırdığı belirtildi.
PKK’nin ’terör örgütü’ olarak etiketlenmesinden kurtulması ve uluslararası toplum tarafından tanınması için şiddeti tamamen durdurması gerekmektedir. PKK, silahlı mücadeleden vazgeçerek, İran gibi vekil güçleri kullanan bölgesel aktörlerle ilişkilerine mesafe koyabilir.
Öte yandan, PKK’nin bağımsızlık talebinden vazgeçmesiyle birlikte, özerklik için silahlı mücadeleye gerek olmadığı uzun süredir tartışılmaktadır. Kürdistan’da zaten özerklik talebinde bulunan ve PKK’ya yakınlığı bilinen yasal bir parti mevcuttur. PKK’nin bu parti üzerindeki etkisini azaltması, siyasi çözüm sürecine katkı sağlayabilir.
PKK’nin, Doğu Kürdistanlı diğer partiler ve gruplar gibi, Kürdistan Bölgesi Yönetimi’nin (KBY) egemenliğini ve hükümdarlığını tanıması, KBY’nin kararlarına saygı göstermesi gerekmektedir.
İran, Doğu Kürdistanlı grupları kendine tehdit olarak algıladığından, Mart 2023’te Irak ile Türkiye arasındakine benzer bir güvenlik anlaşması imzaladı. Bu anlaşma sonucunda, başta İran Kürdistan Demokrat Partisi, Komele ve Kürdistan Özgürlük Partisi olmak üzere, Doğu Kürdistanlı partilerin kampları İran siyasi sınırından uzaklaştırıldı. Silahsızlandırılan ve bölgeden tahliye edilen bu gruplar, Birleşmiş Milletler (BM) gözetimindeki Koy Sancak kamplarına yerleştirildi. Doğu Kürdistanlı partiler, Kürdistan Bölgesi Yönetimi’ni zor durumda bırakmamak için karara uydular.
Türkiye, KBY’nin kazanımlarını ve bağımsızlık yönündeki adımlarını yakından takip etmekte ve bu durumdan rahatsızlık duymaktadır. Bu nedenle, PKK’nin Güney Kürdistan’daki varlığını bahane ederek bölgede askeri güçlerini muhafaza etmeye çalışmaktadır.
Hem KDP ve KYB hem de PKK, Türkiye’nin neyi amaçladığını bilmektedirler. Bu çerçevede, KDP, KBY ve PKK Türkiye ve İran’ın bölgedeki etkisini artırmasına ve Kürtlerin birlik ve beraberliğini bozmasına yönelik provokasyonlardan kaçınmalıdır. Bölgedeki tüm taraflar, ortak çıkarları gözeterek barışçıl çözümler üretmeye odaklanmalıdır.
PKK, Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ve Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) arasındaki iç anlaşmazlıklara müdahil olmak yerine, bölgedeki istikrarı güçlendirecek yapıcı bir tutum benimsemelidir.
KYB-PKK ilişkisi ve yansımaları
KYB-KDP rekabetinde PKK faktörü, KYB’ye belirli bir avantaj sağlamaktadır. PKK, bu iki hareket arasındaki çatışma ve rekabeti de kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktadır. KYB’nin Rojava Kürdistanı’ndaki YPG’ye verdiği desteğin bir boyutu da KDP’yi bölgede yalnızlaştırma amacı taşımaktadır.
Merhum Celal Talabani, KYB-PKK ilişkilerinde önemli bir köprü görevi görmüştür. Benzer şekilde, PKK’nin Ankara ile ilişkilerinde de Talabani’nin önemli bir rolü olmuştur. Buna rağmen, her iki güç arasındaki ilişkiler inişli çıkışlı ve karmaşık bir seyir izlemiştir.
KYB ile KDP arasındaki silahlı çatışmaların sona ermesinin ardından, KYB lideri Celal Talabani, Ankara ile resmi ilişkiler kurmaya yönelik adımlar attı ve böylece PKK ile arasına mesafe koymaya çalıştı. Bu durum, KYB ve PKK arasında yeni bir silahlı çatışmaya zemin hazırladı. Öte yandan, Ankara ile Süleymaniye arasındaki ilişkilerde de önemli gelişmeler yaşandı ve KYB’nin Türkiye’de bir temsilcilik açmasına kapı aralandı.
Celal Talabani’nin 2005-2014 yılları arasında Irak Cumhurbaşkanı olmasıyla, KYB’nin Ankara ile ilişkilerinde daha rahat bir duruş sergilemesi mümkün oldu. 2007 yılında Türkiye, KYB ve KDP’den PKK savaşçılarının teslim edilmesini talep etti. Ancak Celal Talabani, “Hiçbir Kürt’ü, hatta bir Kürt kedisini bile Türkiye’ye teslim etmeyeceğiz” diyerek Türkiye’ye meydan okudu.
PKK’nin 2017 yılında Süleymaniye’de Türk istihbarat ajanı oldukları iddia edilen iki kişiyi kaçırması, Ankara-Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) ilişkilerinde ciddi bir gerilim yarattı. Türkiye, bu olay üzerine KYB’nin Ankara ofisini kapatarak temsilcisini ülkeden çıkardı ve Türkiye hava sahasından Süleymaniye havaalanına seferleri durdurdu. Ardından, KYB bölgesinde PKK kadrolarına yönelik yoğun bir insansız hava aracı saldırısı başlatıldı. Türkiye bu eylemleriyle, KYB’ye yönelik açık bir tehditte bulundu. “İstesek sizi de vururuz” mesajı verdi.
Bu gerginliğe rağmen, Ankara ve KBY arasında hem açık hem de gizli görüşmeler devam etti. Ağustos 2023’te Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ile KBY Başbakan Yardımcısı Qubad Talabani, Erbil’de bir araya geldiler.
KYB, Ankara’nın PKK’ya somut destek verdikleri iddialarının ‘temelsiz’ olduğunu söylüyor. Parti sözcüsü Saadi Ahmed Pire, KYB’nin PKK’yı Güney Kürdistan Bölgesi’ne davet etmediğini ve Türkiye’nin sınırlarına yönelik tehditlere göz yummadığını belirtti. Bu açıklamada vurgulanmak istenen, PKK’yı Güney Kürdistan’a getiren gücün KDP olduğu ve çatışmaların yaşandığı bölgenin de KDP kontrolünde olduğu mesajıdır.
Türkiye-Irak mutabakat zaptı
“Ortadoğu’da imzalanan yazılı anlaşmalar sonuç getirmez” şeklinde yaygın bir görüş vardır. Türkiye ile Irak arasında imzalanan mutabakat zaptı da bu görüşü akla getiriyor. Mutabakat metninin büyük ölçüde Türkiye tarafından kaleme alındığı yorumları yapılıyor.
Söz konusu anlaşma, Türkiye’nin Güney Kürdistan’a düzenlediği sınır ötesi harekâtların uluslararası hukuka aykırılığını gizlemeyi amaçlamaktadır. Bağdat, Irak ordusunu Kürdistan Bölgesi Yönetimi (KBY) sınırlarına konuşlandırarak, KBY’nin özerk yönetimini ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Bu durum, 2017 bağımsızlık referandumundan sonra Bağdat’ın benimsediği strateji ile uyumludur.
Saddam Hüseyin rejiminin 2003’te yıkılmasından bu yana Türkiye’nin gerçekleştirdiği tüm sınır ötesi operasyonlar, Irak hükümetinin izni olmadan yapılmıştır. Bağdat, bu operasyonların Irak’ın toprak bütünlüğünü ihlal ettiğini, sivillerin, doğal çevrenin ve hayvanların zarar gördüğünü belirterek Türkiye’yi defalarca uyarmış ve protesto etmiştir.
Saddam Hüseyin rejimi döneminde Türkiye, sınır ötesi operasyonlarda bulunmak için Irak’tan önceden izin almış ve Bağdat’ı operasyon hakkında bilgilendirmiştir. Bu dönemde Türkiye, gerçekleştirdiği operasyonların Irak’ın bilgisi dahilinde ve izniyle yapıldığını açıkça belirtmiştir.
2003 yılından sonra ise Türkiye, Birleşmiş Milletler (BM) Şartı’nın 51. maddesi olan meşru müdafaa hakkına dayanarak sınır ötesi operasyonlarını meşrulaştırmaya çalışmıştır. Ancak BM Şartı’na göre, meşru müdafaa hakkını kullanan bir devlet, BM Güvenlik Konseyi’ni bu durum hakkında derhal bilgilendirme zorunluluğu taşır.
Türkiye, şimdiye kadar gerçekleştirdiği sınır ötesi operasyonlar konusunda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni resmi olarak bilgilendirmemiştir. Bunun başlıca üç nedeni bulunmaktadır. Birincisi, Kürt meselesinin uluslararası kuruluşların gündemine taşınmasını istememesi. İkincisi, PKK’nin uluslararası arenada Türkiye’nin karşısına meşru bir aktör olarak konumlandırılmasını engelleme çabası. Üçüncüsü ise, Türk Silahlı Kuvvetlerinin bölgedeki varlığının uluslararası hukukta işgal olarak yorumlanabileceği endişesi ve BM’nin böyle bir duruma müdahale edebileceği kaygısıdır.
Söz konusu anlaşmanın 7. maddesinde yer alan “Uyuşmazlıkların Çözümü” başlıklı bölümde, “Uyuşmazlıklar, ulusal veya uluslararası mahkemelere başvurmadan, ilgili taraflar arasında görüşülerek çözülecektir” ifadesi yer almaktadır. Bu madde, Türkiye’nin sorunu uluslararası yargı mekanizmalarına taşımaktan kaçındığını ve diplomatik yollarla çözmeyi tercih ettiğini göstermektedir. Ancak, sorunun uluslararası kuruluşlara taşınması durumunda sadece PKK değil, daha geniş kapsamlı olarak Kürt meselesi ve Kürdistan’ın statüsü gibi konuların da gündeme geleceği açıktır.
Anlaşmada dört ana aktör yer almaktadır: Ankara, Bağdat, Erbil ve Haşdi Şabi. Erbil’in anlaşmada ve ortak komitede yer alması olumlu bir gelişme olsa da, bu üç güçlü merkeze karşı etkili bir denge sağlayabileceği konusunda şüpheler bulunmaktadır. Bu tür anlaşma ve platformlarda Kürtlerin genellikle kaybetmesinin temel nedeni, uluslararası bir güç veya hakemin bulunmamasıdır. Günümüzde Erbil ile Bağdat arasındaki sorunların çözümünde üçüncü bir tarafın, tarafsız bir hakemin olmaması nedeniyle Erbil sürekli olarak dezavantajlı duruma düşmektedir.
Haşdi Şabi’nin ortak komitede yer alması, İran’ın da anlaşmada dolaylı olarak taraf olduğunu göstermektedir. Haşdi Şabi içindeki bazı milis gruplar, Türkiye’yi Irak’ta işgalci güç olarak görmekte ve bu nedenle Türkiye’nin Musul yakınlarındaki Başika askeri üssüne zaman zaman roket saldırıları düzenlemektedir. Ankara, ‘işgalci’ suçlamasından kurtulmak ve bu saldırıları önlemek amacıyla Haşdi Şabi’nin anlaşmaya dahil edilmesini özellikle talep etmiştir. Bu anlaşma aynı zamanda, hem Bağdat hem de Ankara’nın, Haşdi Şabi’nin Kürdistan Bölgesi Yönetimi’nin sınırları içine girmesine zemin hazırladığı şeklinde yorumlanabilir.
Anlaşmanın imzalanmasından iki hafta sonra, bir Türk Silahlı İnsansız Hava Aracı (SİHA) Irak tarafından Kerkük semalarında düşürüldü. Bu olay, Ankara ile Bağdat arasındaki anlaşmaya ne kadar bağlılık ve işbirliği olacağı konusunda ciddi soru işaretleri oluşturdu.
Öte yandan, Türkiye Milli Savunma Bakanlığı (MSB), bazı basın yayın organlarında yer alan anlaşma metninin gerçek dışı olduğunu ve imzalanan metinden farklılık gösterdiğini açıkladı. Rudaw’ın yayınladığı anlaşma metninde, ‘Amaç’ başlıklı birinci maddenin ikinci bendinde, “…Türk askeri güçlerinin Irak topraklarındaki varlığının sona erdirilmesi.” ifadesi yer alıyordu. Türkiye MSB’nin açıklaması büyük olasılıkla bu maddeyi yalanlamaya yönelikti.
Dikkatle takip edilmesi gereken bir diğer önemli nokta, ABD’nin söz konusu anlaşmaya karşı tutumu ve yorumudur. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü, Irak ile Türkiye arasında imzalanan mutabakat zaptından memnuniyet duyduklarını ifade ederek, “Sınır ötesi operasyonlarla ilgili olarak Türkiye hükümetinin Irak ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile koordinasyon sağlaması için teşvik etmeye devam edeceğiz” açıklamasında bulundu.
ABD’nin açıklamasındaki ‘koordinasyon’ vurgusu, Türkiye ile Irak arasında bir eşgüdümün olmadığı anlamına geliyor. Bu ifade ve anlaşmanın imzalanmasından sonraki iki hafta içinde yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin geçmişte olduğu gibi kendi politikalarını sürdüreceği şeklinde yorumlanabilir.
Türkiye’nin Güney Kürdistan’daki varlığı, yalnızca yayılmacı ve işgalci politikalarıyla değil, aynı zamanda bölgedeki ana akım Kürdistanlı hareketlerin yukarıda ifade etmeye çalışılan stratejik hatalarıyla da ilişkilidir. Bu hatalar, Türkiye’nin bölgeye daha kolay nüfuz etmesine zemin hazırlamıştır.
Bölgedeki Kürdistanlı hareketlerin bu stratejik hataları düzeltmesi, daha bütüncül bir yaklaşım benimsemesi ve Kürt-Kürt diyaloğunu güçlendirmesi, gelecekteki dengeleri değiştirebilir ve Türkiye’nin bölgedeki etkisini sınırlayabilir.
X: @cetin_ceko