Şefik ÇOLAK
Yalana ve algıya dayalı politika yapmak haksızların işidir. Haklı olanın buna ihtiyacı yoktur. Haksızlıkların üstünün örtülmesi için sürekli gerçeği saptırma yoluna gidildiği gibi, aynı zamanda, karşıtlar da suçlamış ve suçlanmaya devam edilmekte. Bunu yaparken asıl suçlarını karşıtların üzerine bırakmak için azami çaba sarf edilir. Bunu siyasette en çok yapanlar da aslında Emperyalizm ile yakın ilişki içinde olanlardır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda merkezîleşmek politikasının başlaması (1800 yılların başı) ile yürürlüğe giren politika T.C. döneminde de aynen fakat daha katı ve acımasız olarak yürütüldü ve hala aksatılmadan sürdürülmektedir. Bu anlayışın ana özü: Halkların tarihlerini, birikimlerini yok ederek kendilerine bağlı köksüz ve alternatifsiz toplum yaratmaktır. Geçmişlerinden kopartılan toplumlar gasp edilen mal ve emeklerine de sahip çıkamazlar.
İttihat ve Terakki ile başlayıp ve onlar derin yapıları tarafından kurulan T.C. de yapay ve hayali bir tarih yaratma yoluna gitti. Bu işi bir mühendislik projesi gibi titiz bir plan dâhilinde yürüttü ve hala yürütmeye devam etmektedir. Bu işi belirli kurumların (Türk Tarih Kurumu, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Arşivleri genel Müdürlüğü, İstihbarat teşkilatı, Genel Kurmay Başkanlığı ve bünyesindeki yeni adı Seferberlik Tetkik Dairesi Başkanlığı ve bazı üniversitelerin Tarih Bölümleri bu işle görevli kurumlardır. Sistem gereği diğer kurumlar da bu projenin zorunlu destekçileridir.) kontrolü ve yönlendirmesi ile yaptı ve hala aynı yapılar görevlerini yapmaya devam etmektedirler. Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlayarak sistemin istediği gibi tarih yazıcılığı yapanların büyük çoğunluğu bu kurumlarla resmi veya gayri resmi ilişki içinde olan kişilerdir. Fiilen ilişki içinde olmayanlar da ne yazık ki yaratılan sistemin esiri olan belirli düşünceye bağlı robotlaşmış olanlardır veya Resmi Tarih Tezi işine gelenlerdir. Ekonomik alanda ve eğitim alanında Resmî ideoloji tezi o kadar katı ve sürekli işlendi ki toplum da normal olan soruları sormadan söylenileni aynen kabul eder hale getirildi. T.C.nin vatandaşları soru sormayı öğrendikleri anda Resmî İdeoloji buz gibi eriyip yok olacaktır. Çünkü bilimsellikten uzak ve veri dayanaksızdır. Egemenler bunu bildiği için aynı şeyleri aralıksız tekrarlamakta ve sürekli üstüne yeni şeyler eklemektedir. Farklı düşünce gurupları içerisinde yer alan kişiler aracılığı ile bu çalışmayı yapmaya da özen gösterilmektedir. Böylelikle iyi niyetli ve gerçekten araştırmacı sorumluluğu taşımaya çalışanlar da kısır döngüye mahkûm edilebilinmektedir.
Özellikle Yakındoğu’da yaşayan kadim halkların tarihleri yokmuş (Ret ve İnkâr) gibi davranılmakta, gerçekler saklanmakla kalınmamakta, gerçekler Resmî İdeoloji ’ye hizmet edecek şekilde revize edilerek yeni bir şekilde topluma sunulmaktadır. Bu yolla sistemin devamı için yürütülen şiddet meşru hale getirilmekte, toplumların ve halkların miraslarına el konulması ve egemenlerin hizmetine tahsis edilmesi işine de altyapı oluşturulmakta ve meşrulaştırılmaktadır. Red ve İnkâr ederken yerine sahte bir tarih koymak gereklidir. Hayat boşluk kabul etmiyor. Bu nedenle sadece yokmuş gibi davranılmamakta aynı zamanda halkların tarihinde var olan değerleri de egemenlerin tarihiymiş gibi kısmı değişiklikler yaparak topluma mal edilmektedir. Örnek Köroğlu, Zaloğlu Rüstem, Kara Fatma vb.
Resmî ideolojinin yarattığı kavramlar etrafında düşünmeye başladığımız zaman hemen yaratılan tuzağa düşeriz. Yalanı ve kurguyu tartışmak ve onun üzerinde analiz etmeye çalışmak, bilmeyerek ve kaçınılmaz olarak, egemenlere hizmet etmemizi sağlar. Egemen sistemin yoktan var ettiği verileri istemesek de kullanmak zorunda kalırız. Doğru analiz ancak gerçek veriler üzerinden yapılabilir. 100 yıldır egemen sistem doğru verilerin kullanılmasını başta şiddet olmak üzere çeşitli yollarla yasaklamış ve kullanılmaz hale getirmiştir. Bunun yasal altyapısını da oluşturmuştur. Takriri Sükûn Kanunu hala yürürlüktedir. Bu nedenle TC’nin kuruluş değerleri yasal olarak tartışılamamakta veya sorgulanamamaktadır.
TC, kurulduğu zaman, dünyadaki egemen sistemin bir projesi olarak kurulmuştur. Egemen devletlerin çıkarına uygun olarak aralarında tam bir mutabakat ile kurulmuş ve şekillendirilmiştir. Her ne kadar o tarihte Ekim Devrimi yapılmışsa da Sovyetler Birliği’nde egemen olan Rus Şovenistlerinin de işine gelmiş ve onlar da aynı projenin içinde, savunduklarını söyledikleri sosyalizm ile hiçbir ilişkisi olmamasına rağmen, aktif bir şekilde yer almışlardır. Bunun tartışmasız ve kuşkuya yer bırakmayacak kanıtı 1921 Moskova Antlaşması’dır.
TC’nin sistem partileri (veya sistem tarafından kurdurulan, resmi veya gayri resmi desteklenen her yelpazedeki partiler) ve devletin kendisi hiç ara vermeden hala sistemi sorgulayan herkesi veya düşünceyi emperyalizm ile ilişkilendirmeye çalışmakta, dış güçlerin oyunu olarak tanımlamakta ve toplumun öyle algılamasını sağlamaya çalışmaktadır. En büyük korkulardan biri sistemin ilişkilerinin ve özünün ortaya çıkmasıdır. Egemen sistemin veya destekçilerinin emperyalizm ile iş birliği içinde diye yaptığı her suçlamada bilin ki kendi durumlarını saklıyorlar ve büyük ihtimalle kendi suçlarını masumlara yüklüyorlar.
Bu yazının konusu olan Çanakkale Savaşı’na dönecek olursak farklı bir durumla karşı karşıya gelmiyoruz. Akıllı sorular ve kabul edilebilir veriler ile değerlendirme yapacak olursak anlatılanların ne kadar temelsiz olduğunu görebiliriz. Resmî ideolojinin bize söylediği şunlardır: Çanakkale Savaşı emperyalist işgale karşı verilmiş antiemperyalist bir savaştır. İşgal engellenmiştir ve emsali görülmemiş bir kahramanlık örneği gösterilmiştir. Anadolu ve Yakındoğu coğrafyasında yaşayan halklar gönüllü olarak bu savaşta yer almışlar ve milli (nedense kendilerinin değil de Türkler’ in, hatta devşirmelerin) hassasiyetlerini göstermişlerdir. Sanki Kadim halkların hassasiyetleri yokmuş ve olamazmış. Onlar sadece egemenlerin hassasiyetlerini peşinen kabullenmek zorundalarmış gibi algı yaratılmaktan da çekinilmemektedir.
Yaklaşık 170.000 kişinin öldüğü Çanakkale Savaşı’nın neden çıktığının iyi incelenmesinde ve analizlerin de ona göre yapılmasında ayrıca yarar vardır. Bu yazının konusu değildir. Bazı sorular ve cevapları ile Çanakkale Savaşı’na baktığımızda da Resmi (Egemen) İdeolojinin yalanları rahatlıkla görülebilir.
- Çanakkale Savaşı kimler arasında yapılmıştır;
Birinci Dünya Savaşı’nı sadece emperyal emeller peşinde koşan 2 blok arasındaki savaş olarak tanımlarsak kayda değer bir yanlışlık yapmayız. Bu savaşta 2 blok da paylaşım için her türlü kötülüğü yapmış ve mazlum halklara unutulmaz acılar yaşatmış. Kendi halkları da kısmı olarak bu acıları mutlaka yaşamışlardır. 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı da Almanya’nın içinde bulunduğu blokun (İttifak Devletleri) içerisinde yer almış ve taraf olmuştur. O dönemin yöneticilerinin beyanlarına bakacak olursak Osmanlı da emperyal amaçlara göre hareket etmiştir. Enver Paşa ve diğer yetkili konumda olanlar Yakındoğu’daki mevcut işgalin güçlendirilmesini ve Turan emelleri ile Kafkasların işgal edilmesini istediklerini rahatlık söyleyebilmişler. Yani, savaşta yer alan Osmanlı İmparatorluğu da emperyalist paylaşımda yer ve pay kapmak için bu savaşa girmiştir.
Savaşın olduğu yerde her şey planlandığı veya planlandığı sanıldığı gibi gitmemektedir. Ruslara saldırmaya giden Almanya’nın gemilerini engellemeye çalışan İngiltere ve Fransa gemileri saldırı yeri olan Karadeniz’e geçmek için Çanakkale’ye gelmiş ve kaçınılmaz olarak savaş olmuştur. 2. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın Cumhurbaşkanı ve öncesinde de Almanya Donanma Komutanı olan ve Çanakkale Savaşı sırasında ve öncesinde görev yapan Karl DÖNİTZ ve TH. KRAUS tarafından yazılan KADER GEMİLERİ Yavuz ile Midilli (İlgi Kültür ve Yayıncılık) kitabında bu savaşa nasıl gidildiği görülebilir. Onların savaş planında o zaman için İstanbul’un işgal edilmesi yoktur. Daha sonra bu işgali istemeyeceklerini söyleyemeyiz. Zaten kayda değer kara savaşı da olmamıştır. İşgale gelenlerin neden karaya birlik çıkarmadıklarına nedense bakılmaz. Boğazlardan geçme savaşı olmuştur.
Bir savaşı anlamak için önce o savaşın komuta kademesine bakmakta yarar vardır. Çanakkale Savaşı’nda Osmanlı’nın Genelkurmay Başkanı bir Alman’dır. Çanakkale’deki savaşın Osmanlı tarafındaki komutanı ve 3 yardımcısından ikisi Alman’dır. Bunun dışında Almanlar komuta kademesinin değişik seviyelerinde de yar almışlardır. O zaman savaşta yer alan Almanya askerlerinden bazılarının sonradan yazdıklarından bunu rahatlıkla görebiliyoruz. Yani emperyalizme ve işgale karşı verildiği söylenen savaşın içinde Almanlar var, yönetmekte ve yönlendirmektedirler. TC’nin Resmi Tarihi bunu görmezden gelmekte, ırkçılaşanların da bunu görmemesi işlerine gelmektedir. Almanları halklar arası dayanışma duygusu ile oraya gelmiş olarak kabul edecek miyiz? Bu tek başına savaşın emperyalizme karşı verilen bir savaş olmadığını emperyalist bloklar arası bir savaş olduğunu bize göstermektedir.
- Çanakkale Savaşı’na coğrafyada yaşayan halklar gönüllü olarak katılmışlar mı?
Bir devletin ordusu içinde farklı halklardan gelen askerler gönüllü veya zorunluluktan dolayı bulunabilirler. Bu o halkların bu savaşta taraf olduğu veya gönüllü olarak katıldığı sonucunu doğurmaz. Bu konu için sahte kahramanlık söylevleri yaratan tarih yazma görevlilerinin (Tarihçiler diyemeyiz. Zaten bu kişiler hiçbir zaman tarihçi sorumluluğu ile hareket etmemişler.) söylediklerinin dışında başka bir kanıt da bulamıyoruz.
Savaşta İngiltere ve Fransa ordularında başka halklardan insanlar olduğu gibi (Ki bunlar da bir emperyalist bloka hizmet etmişler.) Osmanlı ordusunda da savaşın mağduru olan halklardan da asker olarak bulunanlar vardır. (Ki bunlarda aynı şekilde bir başka emperyalist blok için savaşmışlar.) Anzaklar olarak tanımlananlar güzel bir örnek olarak karşımızda duruyor. Son zamanlarda Kurdler ve Türkler (Diğer halklar için de aynı şeyler söyleniyor) Çanakkale’de ulvi değerler için birlikte savaştı tezi sadece programlanmış bir söylevdir. Günümüzde haksızlıkların üstünü örtmek için yoğun olarak kullanılmaktadır. Niyetlerinde en ufak bir kötülük olmayanlar da buna safça inanmakta ve Resmî İdeolojinin tuzağına düşmekten kendilerini kurtaramamaktalar.
- Anzaklar diye bir halk var mı? Bunlar bugün yüceltildikleri gibiler mi? Torunları hala anmaya geliyorlar mı?
Resmî İdeoloji, yaratmaya çalıştığı tarih konusunda, pervasızlıkta ve yalanda sınır tanımıyor. Bugün siyasi tartışmalarda iktidarın yalanla algı yaratmaya çalıştığından çoğunlukla bahsedilmektedir. Evet doğrudur. Gözden kaçırılan ise yalana dayalı algı yaratma düşüncesinin sadece mevcut iktidara ait olmadığıdır. Bu politika mevcut devşirmeler devletinin önemli karakterlerinden biridir. Son 2 yüzyıldır gerek Osmanlı’da gerekse de TC’de bu davranış kesintisiz olarak var olmuştur. Başka devletler de zaman zaman benzer şeyleri yapmışlar ve yapmaya devam ediyorlar. Yaptıkları işgallere ve sömürülere ulvi özellikler yüklemek Bizans ve devamı olan Osmanlı’nın hep yaptığı bir şeydir. Egemen anlayışa baktığımız zaman, bunlar, Osmanlı işgallerini ve talanlarını adalet ile açıklayabilmektedirler. Bu teze ancak kötü niyetliler inanabilir. İstanbul’un Fethi’ni kutlayanlar işgalleri kutsadıklarını bilmeliler. Tarihte iyi kötü bazı şeyler yaşanmıştır. Geri dönüş de mümkün değildir. Kimse Türklere İstanbul’dan çıkıp gidin demiyor. Bunun gerçekçi bir koşulu da yoktur. Bilmiyorum başka devletler ve halkları, daha önceleri, atalarının yaptıkları işgalleri kutluyorlar mı? Yoksa bu davranış sadece Türkiye’de mi var? Sadece bu bile bize yaratılan kötülüğün ve ırkçılığın ne boyutlara ulaştığını bize göstermektedir.
Algıda ve yalanda (Yalan ve algı olmadan Faşizmin olmayacağı da unutulmamalıdır.) sınır tanımayan egemen sistem Anzaklar diye bir halk yarattı. Bir emperyalist blok olan İtilaf Devletleri’nin müttefikleri veya zorunlu olarak yandaşları olan devletler arasında Yeni Zelanda ve Avusturalya’da vardı. Bu iki devlet de savaşa katılmak için İtilaf Devletleri safına yaklaşık 10.000 asker yollamıştır. Askerlik yapanlar bilir her askeri birliğin bir adı vardır. Genellikle bu birlikleri tanımlayacak semboller üniformalarına işlenir. Avusturalya ve Yeni Zellanda’dan gelen askerler için oluşturulan birliğe New Zeland and Australia Army Cooperation adı verilmiş ve üniformalarına bunların baş harfleri A.N.Z.A.C. işlenmiştir. Aslında birlik adıdır. O zaman Osmanlı Askerleri Anzac diye telaffuz edemedikleri için Anzak olarak telaffuz etmişler. Görüldüğü gibi yalanda sınır tanımayanlar bir birlik adından olmayan bir halk yaratmışlar. Bugün Türkiye’de halka sorarsanız en az %90’nı Anzak diye bir halkın olduğunu söyler. Kimse de böyle bir halkın olup olmadığını merak edip bakmaz. Unutmayalım ki egemen sistemin kavramlarına kuşku ile baktığımız zaman bu sistem kendiliğinden yıkılacaktır. Yeter ki egemen sistemin kavram çarkının içine şimdiye kadar düştüğümüz gibi düşmeyelim.
1914 yılında Anzaklar olarak tanımlanan ve savaşta bulunan askerler 16 ile 25 yaşları arasında olmalıdır. Bunların tamamına yakınının evli olmadığını ve çocuklarının olmadığını anlamak için müneccim olmaya gerek yoktur. Bu askerlerin çok azı savaştan sağ olarak kurtulmuştur. Babalarının dedelerinin mezarını ziyaret edenlerin oranı herhalde binde birin altındadır. Hatta dedelerinin mezarını ziyaret edenlerin oranının (ki ortak yaşanmışlıklar olduğu halde) %1’in altında olduğunu tahmin ediyorum. Buna rağmen hiç çocuklarının olmadığı muhtemel olan insanların torunları veya çocuklarının torunları aradan 60-70 yıl (şimdi 100 yıldan fazla geçti) geçtikten sonra atalarını keşfediyorlar ve binlerce kilometre uzaktan gelip haksız bir savaşta yer alan atalarının mezarlarını ziyaret ediyor. Gelenler üzerinde gerçek bir inceleme yapılır ise organizasyonun kimler tarafından yapıldığı ve amacı net olarak görülebilir. İnternet üzerinde Yeni Zelanda ve Avusturalya basınına baktığımda konu ile ilgili bir çalışma da göremedim. Türkiye’de Irkçılaştırılan halk buna inanmaya devam ediyor. Bu da egemenlere yetiyor. Şahidi olmayan insani diyaloglardan bahsedilmektedir. Bize de inanmak görevi verilmiş. Askerler tabiki masum insanlar olabilir. Zaman zaman insani davranışlar da gösterebilirler. Bu onların işlevini değiştirmez.
- Çanakkale Savaşı neden kutsal bir savaş olarak devlet tarafından lanse edildi.
Her devletin bir kutsalı vardır veya bir kutsal yaratmışlardır. TC’nin de dokunulmazı ve kutsalı Mustafa Kemal Atatürk’dür. O kadar kutsaldır ki yasa ile koruma altına alınması gerekli görülmüştür. Atatürk hakkında olumsuz imada bulunmak bile hapis ile cezalandırmak için yeterlidir. Bu sistem M.K.A.’ya her türlü olumlu özellikler yüklemiştir ve hala yeni keşfettikleri olumlu özellikleri geçmişte varmış gibi M.K.A.’ya mal etmeye devam etmektedir.
Büyük asker M.K.A.’nın muhteşem askeri başarısı (Resmî İdeolojinin söylemlerini kabul etsek de) 1919’dan önce yoktur. Suriye ve Libya’da bulunmuş ve oralarda, onların anlayışına göre de (Orada ne işleri vardı soruları sorulmasa da) askeri bir başarı yoktur. Ama M.K.A.’ya muhteşem bir askeri başarı yaratmak lazım ve M.K.A.’nın Teşkilatı Mahsusa geçmişini de gündeme getirmemek lazımdır. Kendine demokratım ve Kemalist’im diyenler bile M.K.A.’nın İttihat ve Terakki içindeki rolünü ve Teşkilatı Mahsusa’daki fonksiyonunun olup olmadığına dair düşüncelere ve sorulara bile çıldırabilirler. M.K.A. bile Nutuk’ta kendi tarihini 19 Mayıs 1919’dan başlatmaktadır. 19 Mayıs 1919’un neyin başlangıcı olduğu ayrıca değerlendirilmelidir. O da 1919’dan öncesinin karanlıkta kalmasını istemiştir. Nedense Teşkilatı Mahsusa içindeki, başta tetikçiler olmak üzere, herkes 1919’dan sonra M.K.A. ile birliktedir. (Topal Osman bunların en bilinenidir) M.K.A. ile birlikte hareket eden kadronun içinde İttihat ve Terakki geçmişi olmayan hiç kimse yoktur. M.K.A.’nın asker olduğu dönemde bulunduğu ve yenilgi ile sonuçlanmayan (Çanakkale Savaşı bir tarafın üstünlüğü ile bitmemiş) bir tek savaş vardır. O da Çanakkale Savaşı’dır. 1930’da M.K.A.’nın çevresindekiler M.K.A.’ya bir askeri kahramanlık öyküsü yaratmaya ihtiyaç olduğunu görüyorlar. Bulunmaz tek nimet ise Çanakkale Savaşı’dır.
Çanakkale Savaşı TC’nin gündemine 1930’dan sonra gelmiştir. 1923 ile 1930 arasında ne Çanakkale savaşı anması veya kutlaması vardır, ne de basında konu ile ilgili bir yazı veya Çanakkale Savaşı’nı konu eden yazılmış bir kitap veya makale vardır. 1960 Darbesi’nden sonra ise bu savaş günümüze kadar giderek artarak gündeme getirilmiştir. Her 18 Mart’ta muhteşem anmalar ve kutlamalar ise 1980’den sonra yapılmaya başlanmıştır.
MKA Çanakkale Savaşı’nda sözü geçen yetkili bir komutan değildir. Komuta kademesi içinde üst seviyede hiçbir zaman yer almamıştır. MKA bu savaşta 6 ay bulunmuştur. Görevi ise 57. Alay komutanıdır. Destek Hizmetleri ile görevli birliklerin fonksiyonlarının ne olduğunu askerlik yapanlar bilirler. Bu birlikler fiilen cephe savaşına girmezler. 57. Alay’ın görevi destek hizmetleridir.
Savaş savunuculuğu yapacak halimiz yoktur. Her savaş acıları ve haksızlıkları içinde barındırır. İşgallere karşı verilen savaşları kötü anlamda yargılayacak da değiliz. Öncelikle kendimize savaşın olmayacağı bir dünya için çalışmayı görev edinmeliyiz. Bu nedenle savaşların gerçek nedenlerini bilmeli ve ona göre tavır belirlemeliyiz. Çanakkale Savaşı da emperyalist bloklar arası bir savaştır ve bütün katılımcı devletler de aynı şekilde lanetlenmelidir. Egemenlerin hepsi aynıdır. Aralarında fark armaya gerek yoktur. Olan ise başta bu coğrafyanın kadim halkları olmak üzere savaşa katılan askerlerin mensup olduğu halkların çocuklarına olmuştur. Kendileri acılar çekerek egemenlere sadece hizmet etmişler. Tarih zavallı halkların bu tür davranışları ile doludur.
TES’in (Türk Egemenlik Sistemi) yarattığı bilimsellikten uzak yalan ve algıya dayalı kavramlardan kurtulmak başta Türkler olmak üzere bütün halkların yararına olacaktır.
Umarım bir daha olmaz….