Kanuni ile başlayan Kürdistan sorunu (2)

Hüseyin Siyabend Aytemur

Kanuni döneminin ilk yıllarında düzenlenen, Osmanlı‘nın idari taksimatını gösteren defterde, Kürdistan beyleri arasında Şeref Han’ın ismi zikredilmektedir.

Bu defterlerden biri, Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’nde D.9772 numarasıyla kayıtlıdır.

Bu vesikayı uzun açıklamalar ve notlarla birlikte yayınlayan Ö. L. Barkan, belgenin 1526 yılına ait olduğunu tespit etmiştir.

Belgeye bakıldığında, Bitlis’in Şeref Bey’e yurtluk ve ocaklık olarak verildiği; Paşa Sancağı dahilinde olmadığı anlaşılmaktadır.

Yapılan ilk idari düzenlemede, Bitlis Beyliği’nin 28 Kürt beyliği arasında yer aldığı görülmektedir.

Şeref Bey, Kanuni döneminde beyliğini genişleterek Hakkari bölgesine kadar nüfuzunu artırmıştır.

Bitlis ve çevresi, serhat bölgesi olması nedeniyle sürekli Safevî saldırılarına uğramaktaydı.

Stratejik öneme sahip olan Bitlis’i, Safevî istilasına karşı muhafaza etmeye çalışmıştır.

Kanuni ile olan siyasi ve idarî ilişkileri oldukça iyi yürütmekteydi.

Safevîler arasına gönderdiği istihbaratçılarından aldığı önemli bilgileri, merkezi hükümete ayrıntılı raporlar halinde iletmekteydi.

Belgenin arka yüzünde, “Şeref Bey hâkim-i Bitlis ki der târih-i 18 Rebîülevvel âmâde” kaydı bulunmaktadır ve Şah İsmail’in bütün ordusu ve tevâbiiyle Tebriz’de konaklamakta olduğu belirtilmektedir.

Ayrıca, bu orduya katılmak üzere Geylan emirlerinin 20 bin, Şirvan emirlerinden Şeyh Şah’ın da 10 bin asker göndermeyi taahhüt ettiği ifade edilmektedir.

Aynı metinde, Bağdad’dan gelen haberlere göre Çiyan Sultan’ın 10 bin askerle Kürdistan’ı geçerek Bağdad’a geldiği de belirtilmektedir.

Bölgenin durumu ile ilgili Kanuni’ye arz edilen yazışmada, Şeref Bey’in merkezi hükümete olan yakınlığı açıkça görülmektedir.

Kürdistan-Osmanlı ilişkisi: Sorunun başlangıcı ve Şeref Han’ın katledilişi

Ulame Bey için İsmail Hakkı Uzunçarşılı, ismi “Olama Han” olarak kaydederken, bazı diğer tarihçiler ise “Ulama” şeklinde yazmışlardır.

Biz de Osmanlı belgeleri ve Osmanlıca tarih eserlerinde “Ulâme” yazıldığı için bu kaynakları esas alarak yazdık.

Ulâme Paşa, Tekeli aşiretindendir. Sipahilerden olup Şahkulu Vakası sırasında yakalanmamak için İran’a kaçmıştır.

İran devleti tarafından çeşitli görevlerde istihdam edilmiş ve en son Azerbaycan valisi olmuştur.

1530-1531 yıllarında İran Şahı Tahmasb aleyhinde savaşmış, İran’ı terk ederek Van’a gelmiş ve buradan Kanuni Sultan Süleyman’a arz-ı ubudiyet (itaat) etmiştir.

Ulame Bey, Şah Tahmasb zamanında “Azerbaycan valisi iken” Şah’tan kaçarak, Safevî hakimiyetindeki Azerbaycan’a bağlı Van’a geçmiştir.

Buradan Diyarbakır beylerbeyi aracılığıyla Osmanlı himayesine girmek için talepte bulunmuştur.

Durumdan haberdar olan Kanuni Sultan Süleyman, 938 (miladi 1531) yılında Ulame Bey ve ailesini Van’dan alıp İstanbul’a getirtmek üzere Şeref Han’dan istekte bulunmuştur.

Şeref Han da, Ulame’yi aile fertleriyle birlikte padişah dergahına göndermek üzere Van’a doğru yola çıkmıştır.

Ulame Han ile beraberinde Tekelu aşiretlerinin liderlerinden ve ileri gelenlerinden 200 kişi olduğu halde Harkom Nehri üzerinde karşılaşmışlardır.

Şeref Han, Ulame ile birlikte Harkom köyünde kalmıştır.

Emir Bey ve Mahmud’un yanına, Ulame’nin ileri gelen adamlarından bazılarını alarak, onun ve yanındakilerin ailelerini getirmek üzere Van’a gitmişlerdir.

Emir Bey Van Kalesi’ne gelince, Ulame’nin kardeşi ve ileri gelenler isyan etmiş, kalenin kapılarını kapatıp ailelerini teslim etmeye yanaşmamışlardır.

Ulame Han, ailesini almadan İstanbul’a gitmek istememiştir.

Ancak bu isteği Şeref Han tarafından reddedilmiş ve Ulame Han Bitlis’e getirilmiştir. Şeref Han, Ulâme’nin yanına askerlerini vererek onu İstanbul’a yollamıştır.

İstanbul’a ulaşan Ulâme, divanda vezirlere Şeref Han’ın Şah Tahmasb’la ilişkisinin bulunduğunu, bu nedenle kendisini öldürtmeye teşebbüs ettiğini, İstanbul’a çağrılsa dahi buna itaat etmeyeceğini ve dolayısıyla İstanbul’a gelmeyeceğini söyledi.

Divandaki vezirler, Ulâme Bey’in söylediklerine inanarak durumu Kanuni Sultan Süleyman’a arz ettiler.

Bunun üzerine 1531 baharında Şeref Han’ın görevine son verildi.

Bitlis ve mülhakatı, Ulâme Paşa’ya beylerbeylik payesiyle tevcih edildi.

Ulâme Paşa, burayı ele geçirmek üzere Diyarbakır’a gönderildi.

Bunu duyan Şeref Han, kendisine verilen Bitlis, Ahtamar, Ahlat, Muş, Kifnedur, Amurk, Kelhok, Firuz, Sılim, Gülhar, Tatik ve diğer kaleleri Rozki Ağaları’na bırakıp ailesini ve çocuklarını Ahtamar Kalesi’ne yolladı.

Yanına birkaç adamını alarak Şah Tahmasb’a iltica etmek zorunda kaldı.

Başından geçenleri Şah’a anlatarak destek ve yardım talep etti. Şah da ona iltifat ederek destek sözü verdi.

Ulâme Paşa, Osmanlı’nın da yardımını alarak Diyarbakır Beylerbeyi Fil Yakub Paşa ile birlikte 1532 yılında Bitlis’i kuşatıp top ateşine tuttu ve kale duvarlarını tahrip etti.

Kalenin ele geçirilmesine ramak kalmışken, Bitlis’in yardımına Tebriz’den Şah Tahmasb’ın geldiğine dair haberler “Adilcevaz ile Ahlat’ta” yayıldı.

Aslında Şeref Han, Safevîlerin teşvikiyle kuşatma altında bulunan Rojkilere destek vermek üzere geliyordu.

Bunu duyan Fil Yakub ve Ulâme Paşa kuşatmayı kaldırmak zorunda kaldılar. Bu geri çekilişte birçok mühimmatın da bırakıldığı belgelerde ifade edilmektedir.

Ahlat’a gelen Şah Tahmasb’a Şeref Han büyük bir ziyafet vererek değerli mücevherler hediye etti. Bunun üzerine Şah da ona mücevherlerle işlenmiş bir kılıç hediye etti.

Şeref Bey’e hanlık unvanıyla birlikte “Kürdistan Beylerbeyi” payesi verilerek Bitlis, Muş, Hınıs gibi birçok şehir ve kasaba kendisine tevcih edildi.

Böylelikle Kürdistan’ın büyük bir kısmı yeniden Safevîlerin hâkimiyetine girmiş oldu.

Şeref Han’ın İran’la ilişkiye girmesiyle Osmanlı Devleti büyük bir toprak kaybına uğradı.

Osmanlı Devleti’nin Bitlis’e müdahalesi, diğer Kürt beylerini de tedirgin etti.

Kendilerine müdahale edileceği korkusuyla Şeref Han’la birlikte bazı beyler de Safevîlerle ilişkiye geçtiler.

“Kânûnnâme-i Sultânî li-Azîz Efendi” adlı çalışmada, Kürt beylerinin düştüğü perişanlık ayrıntılı bir şekilde şöyle ifade edilmiştir:

Ekrad hakimleri, beylerbeylerin zîr-i dest-i kahrinde paymal ve zulüm ve teaddilerinden her biri muzdarip ve perişan hâl olub, iki padişah-ı âli-şanın verdikleri ahidnamelere mücibince mabeynlerinde azl ve nasb emri muhal ve yerleri ecnebiyye verilmek, âdemü’l-ihtimâl iken, ahz-ü celb için beylerbeyleri beyini ma’zul ve kimini bilâ-sebeb katl edib, kimi dahi azl ve nasb ve katl havfundan terk-i vatan ve celâ-yı mesken etmek zorunda kalıyordu.

Şah Tahmasb Ahlat’ı terk ederek Tebriz’e doğru hareket ederken, Şeref Han da Ulâme’ye yardım eden Kürt beylerine karşı savaş açtı.

Hizanlı Emir Davud’a taarruz ederek mallarına el koydu.

Hizan Kalesi kuşatıldı ve iki taraftan birçok kişi hayatını kaybetti. Şeref Han’ın bu tavrı, Osmanlı’nın da desteğini alan Ulâme için bir fırsat oldu.

Bazı Kürt beyleri Şeref Han’a cephe aldı. Bu saldırıyı duyan Ulâme, derhal Bitlis bölgesine doğru yola çıktı.

Ulâme’ye daha önce katılmamış birçok bey de destek verdi.

Emir Budak Keysani, Şeyh Emir’in oğlu İbrahim Ağa ve Derviş Mahmud Keleçuri gibi Rozkan aşiretinin ileri gelenleri, Şeref Han’ın tutum ve davranışlarından dolayı Ulâme’ye katıldılar.

Böylece toparlanan Ulâme ve Fil Yakub, 10 bin kişilik süvari ve piyade birlikleriyle Hizan üzerinden Tatik bölgesine geçerek Bitlis üzerine yürüdüler (940/1534).

Şeref Han, azınlıkta kalan kuvvetleriyle düşmanıyla savaşamayacağını anlayarak arkadaşlarına geri çekilme talebinde bulundu.

Ancak bunu reddeden Rojki ağaları savaşma kararı aldı. Şeref Han ise Safevîlerden yardım talebinde bulunmayı önerdi.

Fakat Rojki beyleri bu teklifi kabul etmeyip, mevcut kuvvetleriyle savaşa girmekte kararlı olduklarını gösterdiler.

Çarpışmalar Tatik Kalesi’nin güneyinde başladı.

Savaşın şiddetlenmesi sonucunda Rozkan aşiretinden birçok savaşçı öldü.

Şeref Han da bu savaşta hayatını kaybetti.

Rozkanlı beylerin bir kısmı esir düştü.

Ulâme Paşa Bitlis’e girmeyerek Vestan ve Van’a doğru hareket etti.

Böylece Şeref Han’ın otuz yıla varan inişli çıkışlı siyasi hayatı da ölümüyle sona ermiş oldu (1534).

Bitlis Beylerbeyi olan Ulâme, Şeref Han ile savaşarak onu katletti. Tebriz ve Revan valisi oldu.

1534-1535 yıllarında beylerbeylik payesiyle Rumeli’ye geçti.

Lipve Muharebesi’nde gösterdiği başarıyla Bosna’yı muhafaza etti.

Şah oğullarından Mirza’nın itaatinde Erzurum Beylerbeyi olarak tekrar sınıra gönderildi.

1548 yılında Yanova Savaşı’nda hayatını kaybetti.

Savaş zaferle sonuçlanınca, Ulâme’nın Sadarete gönderdiği dilekçede “Bitlis’te Şeref Kâfiri muharebesine katılan ve büyük yararlılıklar gösteren Murad Bey” ifadesi kullanılmıştır.

Bu belgede Murad Bey ve Suhrab Bey ile ilgili net bir bilgi yoktur.

Ancak, Ulâme Paşa’yla birlikte hareket eden ve birçok savaşta onunla birlikte olan kişi, Bayındır oğlu Murad Bey’dir.

Murad Bey, Şeref Han’la yapılan savaşta ve diğer çatışmalarda gösterdiği üstün başarı nedeniyle, Irak fethedildikten sonra 22 Safer 941 (1534) tarihinde Beylerbeyliği payesi verilerek görevlendirilmiştir.

Kanaatimce, taltif edilen Murad, Bayındır oğlu Murad’dır.

Ulâme, Murad Bey ve kardeşi Suhrab Bey’in taltif edilmesini istemiş, bu talebinin önemine işaret ederek isteklerinin mutlaka yerine getirilmesini arz etmiştir.

Belgede tarih yer almamakla birlikte, altında “Mine’l-Muhlisi’l-Hakîr Ulâme el-Fakîr” yazılı imza bulunmaktadır. Tahminen Kanuni dönemine ait, 1534 tarihli bir belgedir.

Şeref Han, Ulâme’ye yardım etmiş olmasına rağmen, Ulâme Osmanlılarla ittifak kurarak Şeref Han’ı katletmiştir.

Sonuç itibarıyla, Osmanlı ve Ulâme’nin Şeref Han nezdinde Kurdistan’a ve Kürtlere yaklaşım biçiminin en bariz örneği olan “Şeref Kâfiri” ifadesi, hiçbir yoruma gerek bırakmamaktadır.

Osmanlı, Kürdistan’da siyasal ilişkiler sonucu ilk adımını attıktan sonra, Kürt unsurlara verdiği bir çeşit ayrıcalığı ya da “otonomiyi” kontrol altına almak için merkezden resmi sıfatla gönderilen memurların sayısını giderek artırmıştır.

Böylece, yerel güçlerin kendi içinde siyasallaşmalarının ve örgütlenmelerinin önüne geçilmiştir.

Gönderilen bu memurlar yalnızca merkez ile yerel güçler arasındaki ilişkiyi sağlamakla kalmayıp, aynı zamanda yerel bölgelerin siyasal organları haline gelmişlerdir.

Bu nedenle Kürt yerel güçleri ve hükümetleri, merkezden bağımsız olarak kendi başlarına siyasal inisiyatif geliştirememiştir.

Yargı denetiminde bulunan naibler, defterdarlar, sekreterler, müftüler, merkezi iktidarın temsilcileri olarak bölgenin sosyal ve siyasal yaşamında yer almıştır.

Temsilcilik, giderek yerini müdahaleciliğe bırakmıştır. Problem çıkması halinde ise devletin bizzat varlığı hissedilmiştir.

İşte Kürdistan sorunu, Safevi ve Osmanlı devletlerinin Kürdistan’ı kendi çıkarlarının bir parçası yapmaya dönük politikalarından kaynaklanmaktadır.

Sorunun dayanağı bu belgelerdeki “politikalar”da saklıdır.

Osmanlı ayağını oluşturan Kanuni dönemi, Kürdistan sorununun başlangıcı açısından önemli bir milattır.

Bu müdahaleci politikalar, sorunun doğasına dair önemli ipuçları vermektedir.

Türk tarihinde de bu politikanın sonuçlarına dair bilinen nedenlerden dolayı sağlıklı bir kaynak bulmak mümkün değildir.

Osmanlı, bu politikasıyla Kürt potansiyelini cömertçe kullanmıştır.

Bildikleri ve uyguladıkları tek dil, zamana yayılan uzun soluklu “zor”a dayalı yıldırma hareketleri ve monokültür olmuştur.

Sorun, belgelerdeki “politik özü” yakalayabilmektir.

Önümüzde duran tek “akıl yolu” budur.

Türkiye’de Osmanlı İmparatorluğu ve devlet yönetimi üzerine yapılan araştırmalarda bilimsel analizlerden çok ideolojik hesaplaşmalar ön planda tutulmaktadır.

Politik alandaki sağ-sol çekişmesi ve bu anlayışların dayattığı zıtlık, tarih alanında da kendisini göstermektedir.

İlk bakışta, Türkiye’de tarihsel olguların ele alınış tarzı göz önüne alındığında doğal gibi görünen bu anlayışları, politik kaygılardan kurtarıp verilerin bizzat kendileriyle tarihsel bir metodoloji içinde ele aldığımızda, olgu da kendisini bize daha iyi tanıtmaktadır.

Buradaki metodolojiyi, ideolojilerin verdiği tartışmasız kesin değer yargılarından arındırdığımızda, tarihsel, olmuş ve bitmiş olaylar üzerinde pekâlâ ortak noktalarda birleşilebileceği görülecektir.

Hakikati yakalayamadığımız takdirde ise, hayli mevhumlara; ifrat ve tefrite düşmemiz için hiçbir neden kalmamaktadır.

Muhakeme ve muvanezesizlik, doğal olarak aldanma ve aldatılmayı da beraberinde getirecektir.

Nihayetinde tarihsel belge, ortada durmakta ve kendisini açıklayabilmesi için bizden soru sorulmasını beklemektedir.

 

 

Kaynaklar:

Sâlnâme-i Vilâyet-i Diyarbekir, Şerefnâme, Selahattin Tansel, Yavuz Sultan Selim, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Hoca Sadeddin, Tâcü’t-Tevârîh, Selim Şah-nâme, haz. Hicabi Kırlangıç, İdrîs-i Bitlîsî’nin Heşt Bihişt’inin Hâtimesi, Topkapı Sarayı Müzesi Arşivleri, E. 5858, Abdullah Demir Köprü Dergisi sayı 98, Müneccimbaşı Tarihi İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Feridun Bey, Mecmû‘atü Münşeâti’s-Selâtîn, Başbakanlık Osmanlı Arşiv Belgeleri, Mithat Sertoğlu, Aliçavuş Kanunnamesi, Ö. L. Barkan, “H. 933 – 934 (M. 1327-1528) Mali Yılına Ait Bir Bütçe Örneği”, İktisat Fakültesi Mecmuası XV, Osmanlı Tarihi, M. Fahrettin Kırzıoğlu Ahsenü’t-Tevârîh, İbrahim Efendi Peçevi Târîh-i Peçevi. Kanunnâme-i Sultânî li-Azîz Efendi, Rhoads Murphey, “Fahrettin Kırzıoğlu, Osmanlıların Kafkas Elleri’nin Fethi, Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Sicilli Osmani, 20. Hasan Yıldız, 20. yüzyıl başlarında Kürt siyasası ve Modernizm, Huseyn Siyabend Aytemur (Remzî Pêşeng) Dördüncü Bakış, Kürt Milliyetçiliğinin Alt Yapı Analizi. (IT)

Geef een reactie

Je e-mailadres wordt niet gepubliceerd. Vereiste velden zijn gemarkeerd met *