ŞAKİR EPÖZDEMİR
Bana göre bu olayın yakın tarihimize ışık tutacak önemli bir yeri vardır. Acı ve çirkin bir örnek olmasına rağmen; şayet doğrular yazılıp belgelenmez ise, bu durum yalan ya da yanlışlarla çok daha kötü bir manzara teşkil edecektir.
Olayı yorumlamadan, tüm çıplaklığıyla ortaya koymak lazımdır. Olayın kahramanları iki ayrı siyasal oluşumun liderleridir. Bu durumda, olaya yakından tanıklık eden bu siyasi oluşumların en üst düzeyinde görev alan kişilerin gördüklerini, şahit olduklarını ve gerçeğe yansıyan belgelerini açiklamaları gerekır.
Bu olayda iki taraf vardır. Bunlardan birisi; Sait Elçi, Türkiye Kurdistan Demokrat Partisi (TKDP) tarftarları, diğeri de Dr.Şıvan, Türkiye’de Kurdistan Demokrat Partisi (T-KDP) tarftarlarıdır. Bu iki partinin yazılış şeklindeki tek değişiklik, “de” anlamini ifade eden (-) ekidir. Bu iki partinin siyasi proğramları’nda elbette farklılıklar vardır.TKDP proğramı; “Hukuk nizamından yana olup, sonuna kader demokratik bir çizgiyi hedef almaktadır.” Dr.Şıvan’ın T-KDP proğramı ise daha radikaldır ve ne kadar gizlenmek istense de, bu proğram’ın Marksist bir hedefi vardır. Ancak, bu partilerin tabanı, ayni tabandır ve bu tabanda bulunanlar arasında, fikir ayrılıkları “yok denilebilecek” noktadadır. Bundan dolayıdır ki, her iki partinin tabanları arasında, bu olayla ilgili olarak, hemen hemen hiç bir münakaşaya şahit olmadık. Sanki, her iki taraf da olayı, aynı düzeyde algıladılar. İslam’da olduğu gibi; “katil ve maktul”a aynı mesafede üzüldüler. Ben buradaki örneklemeye, İslam’daki Sehabelerın kavgasından yola çıkarak, başvurdum.(*)
Yoruma girmemek için hemen konuya dönelim. Ben bu olayın gerçekten aydınlanabilmesi için, “6 kişinin tam bilgilerine başvurulması gerektiğine” inaniyorum. Bu alti kişinin ; üçü Dr.Şvan tarafı, diğer üçü de Sait Elçi tarafi olmalıdır. Dr.Şıvan tarafından: “Reşo Zilan, Soro ve Kordo.” Bu şahsiyetlerin gördükleri ve yaşadiklari çok önemlidir. Bu üç şahıs’ta 1968’den başlayarak 26.11.1971’de noktalanan güne kadar, Dr.Şıvan’ın yanında olup üst düzey görgü şahitleridir.
Sait Elçi taraftarı olarak da; “Feqi Hüseyin Sağniç, Derviş Akgül ve bendeniz Şakir Epözdemir.” Bu olayın başından sonuna kadar canlı şahitleriyiz. Nasıl ki biz üçümüz bu olayın tüm yönlerini aynı boyutta bilmiyor, kendi açılarımıza yansıyan gelişmelerin birer aşamasını çok daha iyi biliyorsak. Yukarıda takma isimleriyle zikredilen Dr.Şıvan tarafı arkadaşlar da, Dr.Şıvan olayının birer dönemini ve birer kısmını çok iyi biliyorlardır.
Elbette sözkonusu bu 6 kişinin gözlerinden kaçan olaylar da vardır. Şurada burada bilgilerine başvurulabilecek kişiler de olabilir. Dr.Şivan’ın IKDP sorumlularıyla veya IKDP’nin askeri kanadındaki kimi yetkilileriyle irtibatini bilmeyebilirler. Tüm bunların yanı sıra, IKDP’nin tesbitleri de önemlidir. Belki hala açıklanmamış şeyler de vardır. Olayların ilk başladığı sıralarda, tesbitler çok sathi ve basit idi. Bir defa ya Dr.Şıvan IKDP’nin Zaxo bölgesindeki “İsa Sıwar” düzeyinde yönlendiriliyordu veya Dr.Şıvan onları kendi etki alanına almış durumda idi.
Benim açımdan, benim parti’min lideri olan Said Elçi’nin o günkü telaşından hiçbir şey anlamiş değilim. Söylemek icab eder ki, onun Suriye’ye giriş ve çıkışı çok hızlı… Bize hiç danışmadan, Ahmedê Hısso ile Mıhamedê Begê’yi yanına alarak, yola çıkıyor. Suriye’deki dostlarımızın, ona adeta yalvarırcasına “gitme, acele etme, bir müddet burda kal, sana ihtiyacımız var, seninle konuşacaklarımız var” demelerine rağmen, onları dinlemiyor. Rahmetlinin acelesi vardır. Acab neden?… Musul kapısından geçemeyince, hangi cesaretle Zaxo’ya gidiyor?… Bunların hepsi soru işareti…
Eğer yukarıda önerdiğim 6’lar, tarfsız bilgi birikimlerini ortaya koyarlarsa, bu olayın görünen ve görünmeyen boyutlarının, %90’i ortaya çıkar. %10 kısmını da, her iki liderin siyasi örgütlerine haber vermeksizin, kendi kafalarında şekillenen projeler ve neticeye varmayan kendi teşebbüsleri olarak ilave etmek gerekir.
Olayın üzerinden 27 yıl geçti. Birçok yorum yapıldı ve yazılar yazıldı. Benim görüşüme göre bu yazılardan, iki tanesi önemlidir. Rifat Ballı’nin hazırladığı “KÜRT DOSYASI”ndaki, Şerafettin Elçi’nin açiklamaları tamamen doğrudur. (Bkz: Rifat Ballı – Kürt Dosyası, 2.baskı) “Açıklanan olaylar doğrudur” diyorum. Yorumları kendisinindir. Zira henüz, bu olay netleşmediği ve bazı şeyler, henüz söylenmek istenmediği için, yorumlar da eksik kalmaktadır.
Ayrıca, Mahmud Lewendi’nın ÇIRA DERGİSİ’nın 8.sayısında, Dr.Şıvan ile ilgili olarak, bir belgeler dökümü vardır. Bu belgeleri mutlaka değerlendirmek lazımdır.
Bunların hepsi benim önerilerimdir. Bana düşen görev bildiklerimi, gördüklerimi bu kağıda dökmektir. Yoruma sıra gelince yorum da yaparım… Ne var ki, işin iç yüzü ortaya çıkmadan yapılan yorumlar, bizi yanlişa götürebilir.
Ben 1965’te Diyarbakir’in Gazi köşkün’nün bahçesinde, kuruluşuna karar verilen TKDP’nin kurucu üyelerinden biriyim. Bu parti 5 kişi tarafından, 11 Temmuz 1965’te kuruldu. Bu beş kişiden ibaret olan kuruculara kurulu, daha sonra, 21 Ağustos 1965’te 6 kişiye çıktı. Rahmetli Faik Bucak’ın iştirakiyle Parti Proğramı’nın altına, su takma isimlerle imzalarımızı koyduk;
Zınar: Başkan, Peşmergê Walat: Sekreter, Evindarê Walat: Muhasep, Üyeler: Durnas, Jirek ve Bendeyê Walat. Sırasıyla isimler: Faik Bucak, Said Elçi, Şakir Epözdemir, Durnas (adının açıklanmasını istemiyor) Derveş Akgül ve Ömer Turhan’dır. Bu 6 kişiye ilaveten, 1968 yılı başında Feqi Hüseyin Sağnıç da Merkez Komitesi’ne alınmış idi. Ancak, Merkez Komitesi Üyeliği, Feqi’ye tebliğ edilmeden tutuklandık.
20 Ocak 1968’de tutuklandık. 11’i tutuklu, 5’i tutuksuz olmak üzere, 16 sanıklı “TKDP Davası” başladı. “Antalya Davası diye bilinen bu dava ile biz, Dr.Şıvan ile tanıştık. Feqi huseyin Sağnıç, tutuksuz yargılanan sanıklardan biriydi. Said Elçi, Ömer Turhan, Derviş Akgül ve (ben) Şakir Epözdemir, tutuklu olarak yargılanmaktaydık. Demek ki, Merkez Komitesi olarak, komple cezaevinde idik. (tabii, Feqi hariç) Durnas arkadaş, hem asker idi, hem de askere giderken görevini bırakmıştı. Faik Bucak ise, Ağustos 1966’da katledilmiş idi.
Biz Antalya Cezaevinde tutuklu iken, Dr.Sait Kırmızıtoprak (Dr.Şıvan), İsparta’da sürgünde idi. Diyaloğumuz burada başladı. Ancak bu diyaloğ, sadece Dr.Şıvan, Sait Elçi ve Feqi Hüseyin Sağnıç arasındaydı. Bu diyaloğumuzun, 6 aylık süresine Cezaevi dönemi dersek, diğer 7-8 aylık sürede, 1969’daki tahliye oluşumuzdan sonraki zaman diliminde devam etti. Bu konuda Said Elçi’den hiçbir bilgi almadık.Ancak, arasıra Feqi Hüseyin Sağnıç’tan aldığım bilgiye göre;Dr.Şıvan’la birlikte 20-30 kişi Güney’e gönderilecek ve orada eğitilecekti. Bu grubun çoğunluğu partimiz mensuplarından seçilerek yollanacaktı. Dr.Şıvan’da dahil, bütün bu kadro, gelip bizim Partimizin bünyesinde yer alacaklardı…
Hazırlıklar çok uzadı, gide gide bir kişi bizim Partiden, 6-7 kişi de Şıvan’ın grubundan Güney’e geçtiler. Bu arkadaşların geçişlerinden yaklaşık 6 ay sonra, Irak’ta Kürtler OTONOMİ’ye kavuştular. Savaşta yararlı olan bu gurup, IKDP Yöneticileri ve Askeri Yöneticiler tarafından itibar kazanmışlardı. Dr.Şıvan, bu itibara bakarak, bize rest çekti. Feqi Hüseyin Sağnıç ve Said Elçi 1970’te Dr.Şıvan ile birkaç kez görüştüler, konuştular, tartıştılar ancak bir neticeye varamadılar.1971 yılı başında bizler, (yani Parti’nin Kurucular Kurulu ve Koma Navkom üyeleri) akıllarına geldik!
Şark Matbaacılık ve Gazetecilik A.S.’nin 1971 Diyarbakır toplantısı günü, biz hepimiz, (Durnas da dahil olmak üzere) Diyarbakır’da toplandık. Toplantı gecenin geç vakitlerine kadar devam etti. Faqi ve Sait Elçi, gelişmeleri izah ettiler. Doktor onları yanıltmıştı. Bizim hesabımıza Güney’e giden Doktor, kendi parti’sini kurmuş ve bizi resmen aldatmış idi. “Çözüm nedir? Ne yapılmalı?” diye soruluyordu.
Benim o geceki çözüm önerim şu idi: “Arkadaşlar, biz bu Parti’yi kurduğumuzda, Dr.Şıvan’a güvenerek mi kurduk? Biz, bu Parti’yi, halkımıza ve kendimize güvenerek kurduk. Biz, özellikle 1967’de çok iyi neticeler aldık. 1968 yılına girdiğimizde de, Suriye’den gelen Reşidê Hamo’nun tecrübelerinden yararlanarak, örgütümüzü güçlendırdık.Biz en iyi süreçte iken yakalanarak tutuklandık. Cezaevinde ve Türk Mahkemeleri önünde en iyi sınavı verdik. Tabanımıza karşı ayıp sayılabilecek herhangi bir şey yapmadık. Tabanımız duruyor. Bu potansiyel, daha da büyümüş. Ben, daha Antalya Cezaevindeyken söylüyordum, yine aynen tekrar ediyorum: lütfen biz işimizi yapalım! Örgütümüzü belli bir noktaya getirirsek, Doktor da dünya da bizi kabul eder, yok eğer zayıf bir noktada isek, zaten kimseye yaramayız. Doktor ve onun örgütüyle kesinlikle sataşmaya girmeyelim, dost kalmaya özen gösterelim ve işimize bakalım.”
Benim bu teklifim kabul gördü. Özellikle, Durnas arkadaş beni destekledi. Durnas arkadaşın söylediklerini aynen aktarıyorum: “Ben Şakir’in dediklerine aynen aktarıyorum. Gaye biraz demokrasi ve özgürlüğe kavuşmamız ise, bunu ha biz gerçekleştirmişiz, ha Şıvan… Fark etmez, yeterki halkımız, bir an önce amacına ulaşsın! Sizin söylediklerinize göre, Şoreş (Irak Kurdistan Devrimi) Doktor’u destekliyor veya bazı yöneticilerden cesater alıyor! Eğer, böyle bir olgu varsa, bizim Dr.Şıvan’la sürtüşmemiz doğru olmaz. Zira, onları da karşımıza alırız ki, böylesine ağır bir yükü taşıyamayız. Ben Doktoru, hepinizden daha iyi tanırım. Benim haberim olsaydı, ta işin başında bu ilişkinize mani olurdum. Bir defa, Doktor, çok kaprisli bir kişiliğe sahiptir. Kurdistan devrimi’nin sempatisini de almışsa, artık onu durdurabilecek hiç bir kuvvet yoktur. Boşuna onunla uğraşmaktansa, kendi Parti faaliyetlerinize başlayın ve güçlenmeye bakın.”
Arkadaşlar, oybirliği ile bunu kabul ettiler. Said Elçi ve Derviş Akgül bir teklif getirdiler. Nüfuzlu ve aynı zamanda tereddütle karşılanması gereken bir kişi Hac’tan dönerek Güney’e uğramış ve üst düzeyde misafir olmuştu. Bu kişi ile ilgili kuşkularımızı bildirmek için bir mektup yazılmış idi. Bu mektubu, IKDP’ye ulaştırmak istiyorlardı. Biz, “gerek yok” dedik. Özellikle Durnas arkadaş bu mektubu göndermenin taraftarı değildi. O, “ne Zaxo’daki yöneticilerle ne de Şıvan’la muhatap olmamızın doğru olmayacağını” düşünüyordu. Ama, Derviş ile Said arkadaşlar israr ettiler. Zira mektubu götürecek kişi de mahkum imiş, oraya iltica etmek istiyormuş. O kişinin kim olduğunu hatırlamıyorum.
Adı geçen kişi mektubu götürdü, İsa Sıwar’a ulaştı. Ama kötü haberlerle gerisin geriye dönmek zorunda kaldı. İsa Sıwar, mektubu açmadan yırtmış ve çok sinirlenerek, şunları söylemiş: “Git söyle, bir daha Derviş ve Said’ten ne mektup gelsin, ne de adamlarını buraya yollasınlar. Biz Dr. Şıvan ve Parti’sinden başkalarını tanımıyoruz” demiş… Bu sözlerden dolayıdır ki, bir paniktir başladı.
Panik, Nisan 1971’de başlamıştı. Mayıs’ta beni, Dr.Şıvan’la görüşmeye” gönderdiler. Yine Şıvan’ın peşine düştük. Parti çalışmaları bir başka bahara kaldı. Ben, Silopi’de Çeko ile buluşarak, Şıvan’ın karargahına gittim. Biz oraya varmadan Doktor haber salmış, “durmasınlar, Çeko ve Şakir Türkiye’ye dönsünler, biz orada buluşuruz” demiş.
Bunun üzerine, biz de Hakkari üzerinden Türkiye’ye döndük.
Döndükten 5-10 gün sonra, Doktor Tatvan’a geldi. Ben, Faqi ve Doktor, bir gece sabaha kadar münakaşa ettik. O, bizim hiçbir önerimizi kabul etmedi ve adeta bize dikta ettirircesine şunları söyledi: “Çok fazla deşifre oldukları için Derveş ve Said hariç, merkezdeki bütün arkadaşlarınızın, bizim Parti Merkezi’nde görev almalarında sakınca görmüyorum. Said Elçi bizim büyüğümüzdır. Gelsin Maqar’de otursun, bizi yönlendirsin veya Avrupa’ya gitsin, bizi temsil etsin ya da Türkiye’de evinde otursun. Derviş Akgül de, bir müddet evinde otursun veya Irak’a geçsin. Orada çalışmalara devam etsın. Bunu yapmıyorsanız, sizin yolunuz başka, bizim yolumuz başkadır.”
Böylece görüşmemiz noktalandı.
Dr.Şıvan’la görüştüğümüz günü, şimdi tamı tamına hatırlamıyorum. Ancak, görüşmemizle 12 Mart 1971 Muhtıras’nı izleyen “Balyoz Harekati” arasında 2-3 günlük bir zaman vardı. Biz Faqi ile bir sonraki gece oturup, arkadaşlarımızla görüşmek ve Dr.Şıvan’la görüşmemizin sonuçlarını kendilerine anlatarak, bir karara varma geregi üzerinde durduk. Faqi, Said ve Derviş ile görüşecekti. Ben, Ömer ve Durnas’la temas kuracaktım. Galiba, aradan 2 veya 3 gün geçmişti. Biz daha arkadaşlarımızla görüşmeye gitmeden, 12 Mart Balyoz Harekatı ile tutuklamalar başladı. Bu sırada Feqi de tutuklandı. Ben Erzurum yolu ile Adana’ya gittim. Adana’da Derviş Akgül ile karşılaştım. Said Elçi’nin eşi Saime Hanım’ın Adana’da Bahattin Seydaoğlu’nun evine misafir geldigini ögrenerek, Derviş’le gidip, kendisiyle görüştük. Ben ve Derviş, Said Elçi’nin Suriye’ye geçtiği haberini de, ilk olarak, Saime hanım’dan öğrenmiş olduk. Bu tarih, takriben 24-25 Mayıs 1971’dır.
Benim Suriye’ye veya Irak Kurdistanı’na geçmeye hiç niyetim yoktu. Derviş arkadaş ısrar etti; gidemesem de, kendisinin mutlaka gideceğini biliyordum.Derviş arkadaşı yalınız bırakmak istemediğim için, mecburen ben de, kendisiyle birlikte gitmeye karar verdim.
Derken, yolculuk başladı. Yolculuğu, aynı otobüsle değil; ayrı ayrı otobüslerle yaptık. Derviş’i bir gün önce gönderdik; ertesi gün de, ben ve Mela Yunus Kaya birlikte yola çıktık. Yolculuk boyunca, güvenlik nedeniyle, hiçbir şekilde birbirimizin isimlerini karşılıklı olarak telafuz etmemek için, takma isimlerimizi belirledik ve birbirimize bu takma isimlerimizle hitap ettik.
Cizre’de belirli bir noktaya geldiğimde, bana soruldu:
“Selaheddin siz misiniz?” “Evet”
dediğimde, “Derveş’in Suriye’ye geçtiğini ve beni de hemen o’nun yanına götürebileceklerini” söylediler. Biz, hemen karşı tarafa geçtik. Dicle’nin Xabur’a kavuştuğu noktadaki sınıra yakın bır köye vardık. Köyde rahmetli Cigerxwin, Reşide Hemo ve Hemide Haci Derveş beni bekliyorlardı.
Ben daha oturmadan, Dervis Akgül kulağıma eğilerek; “Said Elçi’nin kayıplara karıştığını” söyledi. Suriye’ye vardığımız ve Said’in kayıp haberini aldığımız gün, tarih: 8 Haziran 1971’di.
Biz, iki hafta Suriye’de kaldık. Said ile ilgili araştırmalar yaptık. Mela Yunus’u Zaxo’ya gönderdik. Amede Hısso’yu görüp, geniş bilgi aldık ve “Said Elçi’nin Zaxo’ya gittiğini, IKDP’nin Bölge binasında misafir kaldığını ve oradan ayrılarak, Dr.Sıvan’ın kaldığı Düşeş’e doğru götürüldüğünü” öğrendik.
Bu bilgileri değerlendirdikten sonra, ”Said Elçi’nin izini takip etmeye, arkasından gitmeye ve O’nu bulmak için, çareler aramaya” karar verdik.
Dehame Miro’nun, Qiyadıya Muvaqat (Geçici Komite) Örgütü, bizi 23 Haziran 1971’de Musul’a götürdü. Musul’da Dervis’ten ayrıldık. Ben ve Yunus Zaxo’ya hareket ettik. Derviş ise, Gılala’ya gitti. Derviş ile vedalaşırken bana; ”Şıvan’ın yanına gitmenin yanlış olacağını, Dr.Şıvan’ın beni de öldürebileceyini” söyledi. O ana kadar, Said’in öldürülebileceği ihtimali dahi, kimsenin aklından geçmemişti. Bu nedenle, bu sözlerine biraz kızarak; ”Derviş ben seni akıllı biliyordum!” dedim. Derviş: ”Şimdi, kimin akıllı, kimin deli olduğu belli olacak!” diyerek ayrıldı.
Mela Yunus Kaya ile birlikte Zaxo’ya geldiğimizde, evvela, Mıhamed’ê Palolu’ya uğradık. Mela Mıhamed, rahmetli Said’i Parti Merkez binasında ziyaret etmiş; O’nun Çeko ve Brusk ile görüşmelerine şahit olmuştu. Ben, Mela Mıhamed’e, Dr.Şıvan’ı sordum ve ”hemen O’na ulaşmak istediğimizi“ beyan ettim.
Mela Mıhamed; Doktor’un Gılala’da olduğunu, O’nu hemen görebilmek için de, Zaxo Bölgesi IKDP Başkanı Osman Qazi’den izin kağıdı almam gerektiğıni” söyledi.
Bunun üzerine, ben hemen Parti Merkezi’ne koştum. Osman Qazi’nın, evinde olduğunu öğrenince, evine gittim. Kendisiyle, bu konuyu görüştüm. ”Hemen Dr.Şıvan’a ulaşmak istediğimi, bunun da çok acil olduğunu, Said Elçi’nin arkadaşı olduğumu; Doktor’la birleşebilmek için, Said’in incitilmemesi gerektiğini” anlatarak; ”edindiğimiz bilgilere göre, Said’in bir aydan beridir kayıp olduğunu, Zaxo’ya geldikten sonra 3 gün Parti Merkezi’nde misafir kaldığını…” söyledim.
Osman Qazi; yemin billah ederek; ”Said’i görmediğini, eğer parti’de misafır olmuş olsaydı, bundan mutlaka haberi olacağını, oysa böyle bir şeyden haberdar olmadığını…” belirttikten sonra; ”…bana da talep ettiğim izin kağıdını veremiyeceği için üzgün olduğunu; benim yapabileceğim en iyi şeyin de, Düşeş’e Şıvan’ın Meqarı’na gidip, Doktor’u orada beklemek olduğunu…” söyledi.
Osman Qazi’nin bu sözleri, moralımı bozdu. İtiraf edeyim ki, birkaç saat önce, Derviş’ten ayrıldığıma bin pişman olmuştum. Hemen, telefon ya da telgırafla, Derveş’ê ulaşmak istiyordum.
Osman Qazi’den ayrıldıktan sonra, doğruca, Mele Mıhamedê Palolu’ya gittim. Hoca, (yol parası bana ait olmak üzere) Gılala’ya bir kurye gönderdı.
Kurye ile Derviş’e gönderdiğim mektupta, özetle; şunları yazmıştım: ”Derviş! Dr.Şıvan, Gılala’dadır. Osman Qazi; Kurdıstan’ın başına yemın ederek, Said Elçi’den haberdar olmadığını söylüyor. Ben, bilmecburi Doktor’un Maqerı’na gidiyorum. Doktor’un aleyhinde konuşma ve kendine iyi bak, dikkatli ol!”
Mektubu yazdıktan sonra aynı gün, Parti’nin tahsis ettiği bir pikapla yola çıktık; belli bir yere vardıktan sonra, geri kalan mesafeyi de yayan olarak yürüyerek Şıvan’ın Meqerı’ne vardık. Abdulkerim Ceyhan başta olmak üzere, orada birçok arkadaşla karşılaştık. Ben, sorunu Abdülkerim’e açtım. Hoca, bana hiç inandırıcı gelmeyen, uyduruk şeyler söyledi. Söylediklerine bakılacak olursa; Said’ten haberi yoktu. Belki de, tekrar Türkiye’ye dönmüştü!… falan filan!…
Meqer’de Doktor’u beklemeye başladık. Doktor fazla geçikmedi. İki gün sonra geldi. Doktor’un sanki her tarafta kulakları vardı. Bizim, Suriye’ye geçtiğimiz günden başlayarak, “ne yaptığımızı, kimler ile temas kurduğumuzu, neyin peşinde olduğumuzu” biliyordu. ” neyin peşindesiniz? Biriniz Gılala’da biriniz Zaxo’dasınız… Suriye’deki partililer ile toplantılar düzenliyorsunuz!…” diyerek, daha ben hiç bir şey söylemeden, O, beni sorgulamak istedi. O’nu iyice dinledikten sonra;
”Bak Doktor! Biz durup dururken, keyfimiz için tur düzenlemedik. Seninle Tatvan’daki görüşmemizin hemen akabinde tutuklamalar oldu. Said’in de, Suriye’ye geçtiği haberini alarak, arkasından Suriye’ye gittik. Orada da, Said’in, Suriye’den Zaxo’ya geçtiğini ve kayıplara karıştığını öğrenerek, bir araştırma yaptık. Bizim tesbitlerimize göre; Said Elçi’nin pasaportu olmadığından dolayı, arkadaşı Mıhamedê Begê ile birlikte, Zaxo’dan Irak Kurdistanı’na girmiş. 3 gün, Zaxo IKDP Bölge Binası’nda misafir olarak kalmış. Misafir kaldığı Zaxo IKDP Bölge Binası’ndan, bir pikaba binerek ayrılmışlar ve bu pikap, buraya doğru yol almış ve 3 saat sonra, pikap geri dönmüş. Bu duruma göre, Said’in, büyük bir ihtimalle senin buraya getirildigi imajı doğuyor ve bu ihtimal, güç kazanıyor” dedikten sonra, arkasından şunları ekledim: “Bak Doktor! Benim bu söylediklerim ve ifade ettiğim tesbitler; yalınız ben ve Derveş tarafından bilinen tesbitler değildir. Bu gerçekleri, Suriye’deki bütün misyonları, siyasi örgütleri biliyor. İşte, bizi buraya kadar getiren olay budur.
Bu anlatımlarım üzerine, Doktor çok sinirlendi ve haykırarak şunları söyledi: ”Yahu! Siz, neden bu adamın peşindesiniz? Bu adam, zaten hasta bir adam. Büyüklük kompleksini taşıyan, magalomanyak’ın biri… Bununla, ulusal mücadeleler verilmez; bu adam, yarım adamdır. Bir kerre, bu mücadeleyi sağlıklı götürmeye, tıbben müsait değildir. Nedir beklentiniz? Bu adama, nasıl umut bağlıyorsunuz?”
Doktor, bu sözleriyle, rahmetli Said’i adeta, çürüye çıkarmış oluyordu. Doktor’un bu söylediklerini dinledikten sonra güldüm ve; ”Bak Doktor’ siz neden sinirleniyorsunuz? Biz, seninle Tatvan’da bir noktaya vardık. Bizim bereberliğimiz veya dost kalmamız için, birbirimizi incitmememiz lazımdır. Peki… Said Elçi, Türkiye’den kaçarak buraya sığınıyor ve kayıplara karışıyor. Kayıp olan kişi, bizim Genel Sekreterimiz’dir. Biz bunun peşinden gelmezsek, onun akibetini araştırmazsak, olur mu? Biz, gözümüze bir şey olmasını istiyoruz, ama Said’in incinmesini istemiyoruz. Bunda herhangi bir ayıp var mı?…” dedim.
Bu konuşmadan sonra, Doktor çok yumuşak bir ses tonuyla, şunları söyledi. ”Bak Şakir! Ben tek başıma karar veremem. Yetkili arkadaşlarım 15 gün sonra dönecekler. Oturur karar alır ve Said’i bulmaya çalışırız. Senin okumayı ne kadar sevdiğini biliyorum. Sen de bu arada oturur birşeyler okumuş olursun. Zaten, şu anda Türkiye’ye dönmenin imkansızlığı da ortadadır.”
Bu diyalog neticesinde, Doktor’un vaatlerine inandım. 15 günlük bir süre çok uzun olmasına rağmen, Said’in hayatta olduğu umudu ile birlikte, baskı altında olmadığı kanaati bende hasıl oldu.
Hatırladığım kadarıyla, biz bu konuşmayı, 25 Haziran 1971 dolaylarında yapmıştık. Yine, hafızam beni yanıltmıyorsa, 13 Temmuz,a kadar; Dr.Şıvan’ın bu sözüne güvenerek bekledim. Şıvan’ın tüm arkadaşları döndü. Bir hafta boyu, seminerler, konferanslar verildi; gelenler dağıldı ve 13 Temmuz gecesi saat: 23’te peşmerge Meqar’ın nöbetini tutan bir nöbetçi, ‘kendisi Suriyeli idi.’ Beni uykudan uyandırdı ve Doktor’un beni beklediğini” söyledi. Ben ve rahmetli Mela Yunus, birlikte aynı odada yatıyorduk. Kalktım, giyindim ve Dr.Şıvan’ın çalışma odasına gittim. Şıvan, Soro, Kurdo, Çeko ve Zendo oturuyorlardı. Doktor söz aldı: ”Biz arkadaşlar kendi aramızda bir karar aldık. Biz, senin etkili olduğun Bitlis, Siirt yörelerinde, örgütsel çalışmalarımıza katkıda bulunabileceğini düşünerek, senin bu konudaki görüşünü almak istedik. Ne düşünüyorsun? Bu konuda bize yardımcı olacak mısın? dedi.
Bu sözler karşısınında, gerçekten şoke olmuştum. Biraz düşündükten sonra, Doktor’a döndüm; ”Bak Doktor! Benim büyük bir kariyerim yoktur. Ben, diplomat değilim. Çok zengin bir iş adamı da değilim. Ben, aşiret ağası da değilim. Benim, söylediğin bölgelerde, gerçekten bir rolüm varsa, çevrem beni seviyor ve sayıyorsa, bunun tek sebebi vardır. O da; benim fedekarlığımdır; Benim hiçbir kimsenin sırtından menfaatlerimi savunmadığımdır. Beni uykumdan uyandırıp, buraya çağırdığınızda ; bugün 20 gündür bana verdiğin sözün beklentisi içinde sesiz sedasız beklediğim Said Elçi ile ilgili bir haber alacağımı düşünmüştüm. Şimdi de, ben araştırıp, akibetini öğrenmek istediğim Partimin Genel Sekreteri hakkında, verilen söze rağmen hiçbir bigi alamıyacağım, üstelik, bu konuda hiçbir şey söylenmeyecek ve Genel Sekreter’im kayıplara karışacak, ben de gelip, senin partin ile birlikte örgütlenme çalışmalarına girişeceğim!… Söyler misin bana, o dediğin bölgelerde, böyle bir durumda benim rolüm, kıymetim ve itibarım kaç paralık olur?” dedim.
Bunun üzerine Doktor, arkadaşlarına dönerek, ”Haa, arkadaşlar! Gerçekten, Said Elçi hakkında bilginiz varmı?” diye sordu.
Arkadaşlarının maşallahları vardı. Bir konuşan Zendo (Abdulkerim Ceyhan) idi. O da, ”Vallah haberimiz yoktur” dedi. Bunun üzerine Doktor’a döndüm: ”Bak Doktor! Siz geçen gün bana dediniz ki, Derviş Akgül, Gılala’da Serok ile sadece 4 dakika görüşebilmiş. Buradan Gılala’ya Derveşe Sado’nun 4 dakikasını görebiliyorsun, ama Said Elçi’yi senin yakın arkadaşların Zaxo’dan alıp, buraya getiriyorlar; Said Elçi kayıplara karışıyor, senin haberin olmuyor ve 20 gündür ben bu sebepten dolayı burada bekletiliyorum, hiç mi bu arkadaşlarına sormadın da şimdi, ‘haa arkadaşlar! Gerçekten Said Elçi hakkında bilginiz varmı?’ diye soruyorsun? Bak! Abdulkerim arkadaş buradadır. Geçen gün kendisiyle birlikte Eshed Xoşawi’yi Bamirne’de ziyaret ettiğimizde, Eshed, kendisine yine sordu ve şunları söyledi: ”Benim duyumlarıma göre, Said Elçi ve arkadaşlarını, çeko ile Brusk Zaxo’nun Parti Binası’ndan almışlar, sizin o tarafa götürmüşler’ demişti” dedim.
Arkasından da Zendo’ya dönerek; ”Peki Zendo, bak! Çeko buradadır; siz hiç Çeko’ya sormadınız mı? Hiç merak etmediniz mi? Said Elçi’nin hiç değeri yok mu? dedim ve sonra da Doktor’a dönerek;
”Bak Doktor! Eğer Said Elçi toprakta gömülü ise, nerede olduğunu biliyorsun” dedim. Doktor’a söylediklerimin Kürtçesi şöyledir: ”Eğer Said Elçi, dı bın erdêda bi disa tu zani.”
Bu konuşmalar sırasında, Zendo’ya Eshed ile neler konuştuğumuzu ve Eshed’ın bizat Zendo’ya, ‘Benim duyumlarıma göre, Said Elçi ve arkadaşını, Çeko ile Brusk Zaxo’nun Parti Binası’ndan almışlar, sizin o tarafa götürmüşler’ dediğini hatırlattım. Zendo da, beni tastik etti; ”doğrudur, Eshed bunları söyledi” dedi. O sırada Soro, Zendo’nun sözünü keserek; Eğer Eshed bunları söylemişse, buraya bir nokta koymak lazım” demişti.
Bütün bu tartışmalar ve yapılan konuşmalar neticesinde, Şıvan biraz daldı. O, benim sağımda, Çeko da solumda oturuyordu. Artık, benim yüzüme bakmak istemedi veya bana öyle geldi. Çeko’ya bakarak beni cevaplandırıyordu: ”Peki madam ki bu kadar ısrar ediyorsun, seni yanına götürelim. Arkadaşlarımız yarın Musul’a gidip, zahire getirecekler. Gidip geldikten sonra, seni Said ile buluşturalım” dedi. Ben, bu konuşma esnasında soluma dönüp, Çeko’ya baktığım da Çeko’nun da Doktoru onaylamakta olduğunu gördüm. Tabii, bu onaya sevinmiştim. Çünkü Çeko, Doktor’un hem ikinci adamı, hem de Kulp’lu Etmanki’lerden olduğu için, benim dünürüm sayılırdı. Her nedense, onun onayı, bana rahatlık verdi. Ben, kimlerin gideceğini sordum. Çeko ile Alişer’in gideceklerini söylediler. Saatimi, tamir ettirmesi için Çeko’ya verdim ve uyumaya gittim. O gece mutlu oldum ve gerçekten rahat uyudum.
Ertesi gün veleybol oynandı. Ben, seyirci idim. Oyun bittikten sonra, Şıvan bana yaklaştı, biraz dolaşmamızı istedi. Onunla birlikte, Maqer’in karşısındaki yamaçlara tırmandık; bir saat kader dolaştık, sohbet ettik. Orada, kuzey yönündeki bir vadiyi gösterdi. Bu vadinin ormanları, çok sık ve yemyeşildi. ”Buranın güzel suları olduğunu ve bir gün gidip, orada bir koyun keserek eğleneceğimizi” söyledi. Tam da, bu sırada bir arkadaşı koşa koşa gelip, O’nu çağırdı. Meqer’a döndüğümüzde, Eshed’in gönderdiği peşmergeler, O’nu bekliyorlardı. Kendisine bir mektup uzattılar. Şıvan, mektubu okuduktan sonra, Zendo’ya dönerek; ”Eshed Xoşavi‘nin torununun hasta olduğunu, acele kendisini istediğini, hemen gitmesi gerektiğini” söyledi ve getirilen katıra binip, Bamerni’ye doğru yol aldı.
Doktor gün batmadan önce, Bamerni’ye hareket etmişti. Ertesi gün, yine Eshed Xoşavi’nin peşmergeleri bir mektupla geldiler. Bu defa, mektup Şıvan’dan geliyordu. Zendo, mektubun içeriğini bize izah etti. Doktor, bizden, ”yanımıza hiçbir şey almadan, hemen Düşeş’i terk edip, Bamerni’ye hareket etmemizi” istiyordu. Gerekçesi de, güya, bizim yerimiz tesbit edilmiş, bombarduman olma ihtimali varmiş, daha içerilere taşınacakmışız” idi.
Biz hemen yola çıktık. Galiba, yaya olarak gelecek durumda olmayan Zendo, Dıjwar ve Brusk ile çocukları, Meqer’i daha sonra terk ettiler.
Biz, Metinan Dağı’nı aşarak, Bamerni’ye indik. Bizi, Bamerni merkezinde bir eve götürdüler. Çok büyük bir bina idi. Bu ev, Şeyh Abdullah Bamerni’nin evi imiş. Şeyh, devrime karşı olduğundan, devrim bu evi ve bütün arazisini kamulaştırmıştı. Bize, akşam yemeğini burada verdiler ve hepimiz, Şeyh’ın divanı’nda yattık.
Sabahleyin, saat:09.00 sularında, Melle Mustafa Barzani’in özel İstihbaret Bölge sorumlusu Mele Hamdi ve Doktor Şıvan’ın birkaç arakadaşı birlikte, bizim bulunduğumuz eve geldiler. Hepimiz toplandık. Mele Hamdi, çok rahat bir eda ile ve heyecanlı bir şekilde, bu çirkin ve uğursuz olayı anlattı.
Mela Hemdi’ye göre; suçlular, suçlarını itiraf etmişler; tanıkların ifadeleri alınmış, maktullerin gömülü olduğu mezarlar tesbit edilip, açılmış ve teşhis konularak, bu olay doğrulanmıştır.
Bu açıklama, herkesin üzerinde şok etkisi yarattı. Manzara çok feci idi.
Mela Hemdi gittikten sonra, bir peşmerge geldi, ”beni Eshed Xoşavi’nın çağırdığını” söyledi. Kaldığımız konak ile Eshed’in karargahı arasındaki mesafe, 3 – 5 Km. idi. Rahmetli Xoşavi’nın huzuruna çıktığımda, yanında Mela Hemdi vardı. Eshed, benim Said Elçi’nin arkadaşı olduğumu biliyordu. Çünkü daha önce, Zendo ve Baran ile birlikte kendisini ziyaret etmiştik. Daha o zaman, bizzat kendisi Zendo’ya, ”Said Elçi’nin Çeko ve Brusk tarafından, Zaxo’dan alınıp, götürülmüş olduğunu” bizlere söylemişti. Bu nedenle, bana; ”Neden, o gün, sesinizi çıkartmadınız?” diye sordu.
Ben de; “O gün, haddimi aşmak istemedim, ayrıca, her iki Said’in de, birbirlerinin arkadaşları olduklarını, birbirlerini sevdiklerini, Said Elçi ile ilgili bir sorunun, Dr.Şıvan’a götürülmesinin daha doğru olabileceğini, bu yüzden de kendilerine yük olmak istemediğimi” söyledim.
Eshed Xoşavi, çok mütevazi ve dürüst bir insandı. Konuşmalarım karşısında, adeta duygulandı. ”Türkiye Kürtleri’ne mihnet borçlarının olduğunu ve böyle bir problemle uğraşırken, rahatsız olmayacaklarını” söyledi ve bana şu soruyu sordu: ”Dr Şıvan diyor ki, Said Elçi, casus olduğu için öldürttüm. Siz, buna ne dersiniz?”
Ben de; ”Said Elçi’nin hayatı dahil, her şeyini halkına adadığını, Dokror’un böyle bir ithamda bulunmasının çok yakışıksız olduğunu, Doktor’un kendi kaprisini tatmin etmek ve rakipsiz kalabilmek için, böylesine büyük bir hatayı işlediğini; öldürenlerin, gerekçe ileri sürebilmek için, ölenlere kötü yakıştırmalarda bulunmak mecburiyeti altında kendilerini hissettikleri için, böyle şeyler ileri sürdüklerini” söyledim ve Dr.Şıvan’ın, bizim ile olan ilişkilerini anlattım.
Eshed Xoşavi. Benden bu konuda, bir yazılı rapor istedi. İstediği raporu, aynı günün akşamı, misafir olduğumuz Divan’da yazdım ve ertesi gün götürüp, kendisine verdim. Yine rahmetli Eshed’in tavsiyesi ve nazik ricası üzerine, Doktor Şıvan ve arkadaşlarıyla birlikte, Gılala’ya gittim.
Şimdi biz, yine olayın açıklandığı 15 Temmuz 1971 gününe dönelim. Benim Eshed ile görüşmem bittikten sonra, O’nun katibinden, kağıt kalem alıp, dönmek üzere iken, Selim Xoşavi (Eshed’in Yüzbaşı rütbesindeki oğlu) yanıma gelerek, çok nazik bir şekilde; ”Keke, eğer uygun görürseniz, Dr.Şıvan sizi görmek istiyor“ demişti. Ben de biraz düşündükten sonra, görüşmeye karar vermiştim. Bunun üzerine, Selim Xoşavi, önüme düşerek, Karargah binasının arkasındaki bir merdivenden yukarıya çıkmış, kapısı dama açılan tek bir odanın kapısını açarak, içeriye birlikte girmiştik. İçeriye girdiğimizde, Doktor ve Merkez komitesi’ndeki arkadaşları orada idiler. Oturur oturmaz, Doktor türkçe olarak; ”Şakir, sizin beni haklı olarak, çok kınadığınızı tahmin ediyorum” dedi.
Ben de, ”Doktor! Bu işi, kınamakla, bağırıp çağırmakla artık düzeltemeyiz. Ancak, ben bu kapıdan girerken, aklıma gelen tepkimi açıklayacağım; başkaca bir şey demiyeceğim” dedim. Ve o gün Dr.Şıvan’a aynen şunları söylediğimi çok iyi hatırlıyorum: ”Bak Doktor, ben demin bu odaya girerken , kendi kendime dedim ki, ’keşke, o gün Said Elçi’nin katledildiği gün, ben de O’nunla birlikte olup, şu anda toprağın altında yatmış olsaydım, ama sizin karşılaştığınız bu durumu gözümle görmeseydim.’ Çünkü, sen, ne yaptığının farkında mısın Doktor? Doktor! Sen Said Elçi’yi öldürtmekle, sadece Said Elçi ve arkadaşlarını öldürtmüş olmadın, sen, kendin de intihar ettin! Sen, sadece kendi kendini intihar ettirseydin yine iyi! Doktor, sen iki hareketi de boğdun. Sen, hem bizim TKDP’ini, hem de kendi partin olan T-DKP’yi boğdun. Artık, bu siyasi hareketler de, sizlerle beraber mevtundır” demistim. Bu sözleri söyledikten sonra, Dr.Şıvan’la, bu konuda herhangi bir şey, ne konuştum, ne de tartışmak istedim.
Yine de, Doktor, bir şeyler söylemek istiyordu. Söyledikleri ise, özetle şunlar oldu: ”Bak Şakir! Ben, doğru bir şey yapılmış olduğu iddiasında değilim ve bu olayı tartışmıyacağım. Hatta bu olayı, zaten şu anda doğru da bulmuyorum. Ancak, bu olaya sebebiyet veren Said Elçi’nin tutumunu, anlatmak zorundayım. Said’in musul kapısı’ndan Zaxo’ya dönmek zorunda kaldığı gün, yanında sadece Mehmedê Begê yoktu; onlarla birlikte bir de, Ahmedê Hıso vardı ve pasaportlu idi. Ahmet, Musul’dan girdi, Said ve arkadaşı da, Zaxo’ya döndüler. Aynı gün ve saatte” Ziya Şerefxanoğlu da, Beyrut’tan uçakla Bağdat’a indi ve Gılala’nın yolunu tuttu. Benim yaptığım istihbarata göre; daha Türkıye’de bu komplo hazırlandı. Ahmedê Hıso, Beyrut’a gönderildi; Ziya Şerefxanoğlu ile görüşüldü, randavulaşılarak, hep birlikte Gılala’da Serok ile görüşüp, bizi buradan söküp atma planı’nın peşine düştüler. Bu arada, ‘Said Elçi’nin Zaxo’da olduğu’ haberi geldi. Ben Çeko ve Brusk arkadaşlar, O’nu getirmek, ikna edip; bizim Meqer’imizde misafir etmek üzere gittik.
Ben Zaxo Parti Binası’na gitmedim. Daha sonra, onlara kavuştum. Biz çok yalvardık, ama Said’i bir türlü caydıramadık. Bunu başaramayınca; ben ve Çeko, KARAR’ı verdik. Ben, Parti’nin Polit Büro Sekreteri’yım, Çeko’da Polit büro üyesi’dir. Biz ikimizin ‘KARAR verme yetkisi’ vardır. Biz KARAR‘ı verdik ve bir hafta sonra da, yine Said’in geri adım atmayacağını görünce, İNFAZ ettirdik” dedi. Ve gözlerimin içine bakarak; ”Kusura bakma, eğer Said Elçi’nin arkasından benim babam da gelseydi, babamı da, hiç gözümü kırpmadan öldürürdüm. Çünkü, artık, ok yaydan çıkmıştı. Ve, yine biz inanıyorduk ki, biz burada bir tohum ekmişiz, bu tohum yeşerecek ve halkımız özgürlüğe kavuşacak. Yanlış, düşünebiliriz, ama buna inanıyorduk” dedi.
O, bana bu mesajı iletmek ve benden özür dilemek istemişti. Bir de, bu tür bir diyalog ile durumu hafifletmek gibi bir sürü gayeleri vardı. Şıvan’ın kafasında bir çok tilki, bir arada dolaşıp, duruyordu.
Doktor, bu arada, bir iki kez. ”İs, ne yapıyor?” diye, Soro’dan İs’i sordu. Soro; ” Ne bileyim!” dedi.
Sonra da Doktor; ”Bu operasyon, çok erken başladı. Bu operasyon, mutlaka olacaktı, ama bu kadar çabuk değil,” dedi ve arkadaşlarına dönerek; ”Bakın arkadaşlar, Şakir arkadaş haklıdır! Bizim siyasi misyonumuz bitti. Bundan sonra atacağınız her adım, sizlere pahalıya patlar. En az 4 yıl hiçbir faaliyette bulunmayınız ve Parti çalışmalarını durdurun. Zira, Türkiye’deki Kürtlere de, bir ‘Dehamê Miro’ bulunur” dedi.(**)
Selim Xoşevi ayağa kalktı, ben de kalktım ve dışarı çıktık.
Ertesi gün, Dr.Şıvan ile bizim siyasi diyaloğumuzu ve işin gelişim hikayesini, Eshed Xoşavi’ye yazılı rapor olarak verdiğimde, rahmetli Eshed, benden ” Gılala’ya kadar gitmemi, rahmetli Mela Mustafa Barzani ve Kak İdris’e de, görüş ve düşüncelerimi aktarmamı rica etti.” Eshed, çok zor durumdaydı. Çünkü, işin başında, Doktor’a kefil olmuş olan, kendisi idi.
Burada bir açıklama daha yapmam gerekmektedir. Çünkü, okuyucuların bu olayın tarihi krolonojisi’ni bilmelerinde yarar vardır.
Said Elçi’nin, Zaxo’ya geliş tarihi: 23 Mayıs 1971’dir. 25 Mayıs 1971’de, Dr.Şıvan ve arkadaşları, O’nu götürüp, Qumriye Kampın’nda tutukluyorlar ve Tilki Selim ile Mahmudê Hesenka’ya teslim ediyorlar. Said Elçi ve Mıhamedê Begê’nin infazları, 1 Haziran 1971’de yapılıyor. Bu olayın, açığa çıkış tarihi ise 15 Temmuz 1971’dir. Aynı gün, Çeko’yu Musul’a giderken veya dönerken, arkadaşıyla birlikte Bamerni’de gözaltına alıyorlar ve Dr. Şıvan’ı Esed Xoşavi’nin torununu tedavi etmek için Bamerne’ye çağırdılar. Biz de, 16 Temmuz 1971 tarihinde, Bamerne’ye geldik. 17 Temmuz 1971 günü, Mela Hemdi açıklama yaptı ve 18 Temmuz 1971’de de, Dr.Şıvan’ı Gılala’ya yolladılar.
Şimdi de, bu noktadan sonraki gelişmeleri aktarmaya çalışacağım:
Eshed Xoşavi’nin ricası üzerine, ben de Dr.Şıvan ve arkadaşlarıyla birlikte Gılala’ya gitmeyi kabul ettim. Bamerni’den Gılala’nın bir türistik merkezi olan ve yaz aylarında, Barzani’nin Karargahı durumunda bulunan Haciumran Kasabası’na, Hamilton yoluyla gidiyorduk. Çok güzel manzaralı ve asfaltlı bir yoldu. Bamerni’den, saat: 09.00’da ayrılmıştık. Mele Hamdi konvoyu yönetiyordu. 3 Landrower ile yola çıkmıştık; Mela Hamdi ve 2 Landrower, Dıhok’ta bizden ayrıldılar, biz tek bir landrower ile yolumuza devam ettik. Çeko, önde oturuyordu; yol boyunca ne bir tek kelime konuştu ne de yüzünü bizden tarafa çevirdi. Selim Xoşavi, bizim ile beraberdi. Muhafızlar da vardı. Ne var ki, bunların hiçbirisi konuşmadı. Soro da ikinci sırada oturuyordu; O da konuşmuyordu. Ben zaten hiç konuşabilecek halde değildim. Nasıl konuşabilecektim ki… Artık, konuşulacak, herhangi bir şey kalmamışt, sanki. Kendimi, mezardaki bir ölü gibi hissediyordum. Yine de, her şeye rağmen, teselli bulduğum ve ben, o derin kederden uzaklaştırabilecek şeyler de vardı.
İlk olarak, yüzlerce kilometre uzunluğundaki özgür bir Kurdistan parçası’nda idik. Şehirleri, köyleri, askerleri ve komutanları ile her şeyi Kürt olan bir yapı vardı. Bu benim çok hoşuma gidiyordu ve bu duygular içinde, teselli bulabildiğim şeyleri düşünüyordum. Sersing, Mesire-i Salahaddin, Dıhok, Musul, Erbil, Şaqlawa derken Geliyê Eli Begê’de akşam oldu.
Bu yolculuk boyunca, Dr.Şıvan’ın bana anlattıkları hala kulaklarımdadır. O söylüyor ben dinliyordum. Tüm derelerin, tepelerin ve dağların bir olayı vardı. Kurdıstan, tarih gibiydi. Dr.Şıvan, sanki türistik bir seyahatte, mimandarlık ediyordu. Dünyadaki en büyük merakımın; doğa, coğrafya ve tarih olduğunu keşfetmişti.
Selim Xoşawi, Şaqlawa’nın çok güzel ve türistik bir lokantasında, bizlere Akşam yemeği yedirdi. Yatsı vakti, Hacıümran’da idik. Heciumran’da, bir otelin önünde durduk ve otele çıktık. Dört yataklı bir odada yerleşir yerleşmez, elbiselerimi hiç çıkarmadan yatağıma uzandım. Zaten, hepimizin üzerinde, peşmergê kıyafeti vardı.
Sabahleyin uyandığımda, güneş doğmuştu. Soro yatağında oturmuş sigarasını tütürüyordu. Kendisine Dr.Şıvan’ı ve Çeko’yu sordum. Bana, ”Onları gece gelip, ‘Mekteb-i Siyasi (Polit Büro)’dan istiyorlar’ diyerek götürdüler. Şıvan giderken, senin karyolanı salladı, ama sen uyanmadın; selam bıraktı” dedi.
Bundan sonra (18 Temmuz 1971), zannedersem Ağustos sonuna kadar, biz, Soro ile birlikte bu otelde kaldık. Otel sahibi, Soranlı Mam Ebdullah isminde bir kişiydi. 15-20 günde bir, para istiyordu. Biz devlet misafiriydik, ama devlet, bizim otel ve yemek paramızı doğrudan doğruya otele ödemiyordu. Biz gidip, bir arzname sunuyorduk; arznamemiz, ilgili makama intikal ettikten sonra, 15 -20 Dinar alıyor ve bu parayı da Mam Ebdullah’a veriyorduk. Hatırlayabildiğim kadarıyla, bu para talebini, 2-3 kez yineledik.
İlk gittiğimiz (Hacıumran’a) günün akşamına doğru Derveşê Sado ile görüşmüştük. O, hemen Türkiye’ye dönüyordu ve benim İdris ile görüşeceğimi biliyordu. Bu görüşmeyle ilgili olarak bana bazı tavsiyelerde bulunmuştu. Ne var ki, malalesef ben, Musul’da O’nu dinlemediğim gibi, Haciumranda da dinlemedim.
O zamanlar Kurdıstan ‘OTONOM BÖLGESİ’nde, Irak’lı olmayanlar için, bir nevi izin kağıdı düzenlenirdi. Araç’a, “Adem-i tearrüt” gibi adlandırılan bu izin kağıdı olmadan, hiçbir yabancı dolaşamazdı. Irak askerleri, Pêşmergelerle birlikte, belli noktalarda kontroller yaparlardı.
Ben Hacıumran, Derbent, Navpırdan, Gılala ve Çoman gibi bir bölgeyi çok rahat dolaşabiliyordum. Bu dolaşmalarım sırasında, hiç kimse bana birşey sormadığı gibi, herhangi bir engellemeyle de karşılaşmıyordum. Ne var ki, burada olduğum süre içinde, kendimi hep gözaltındaymış gibi hissediyordum. Çünkü sürekli olarak gözetleniyorduk. Soro’nun bana bu konuda çok yararı oldu. Çünkü Soro, Soran bölgesi’nde savaşa katılmış olduğu için, çoğu komutanları ve isthibaratçıları tanıyordu. ”Mêzeke! Kek Şorış, eva istıhbaratê Serok yê taybetiye, eva istihbaratê Partiyê ye” diye, ben sık sık ikaz ederdi. Ben de, ona göre, kendime çeki düzen verirdim. Haciümran bana bir Üuniversite kadar ders verdi. Hayatta görmeyi tasavvur ettiğim Kürt Devleti’ni, görmüş gibiydim. Daha önceleri ”Kürtler Devlet olunca, sevk-i idareyi nasıl yaparlar” diye hep merak ederdim. Şimdi, bu olguyu yaşıyarak görüyor ve öğreniyordum. Bununla birlikte, ”devletin de olsa, devletine doğruları söylemiyeceksin” gerçeğini de anlıyordum. Sözün kısası, siyaseti bırakacak kadar, bu Üniversite’de tahsil yaptım. Birçok tarihi şahsiyetleri, burada gördüm; Hejar ve Hemin gibi şairlerle taniştım. Cemil Mıho’yu tanıdım; arkadaş olduk ve ilginç yanlarını kaleme aldım; inşallah bir gün bir kitapta yayınlanır.
Okuyuculardan özür dilerim! Bir an kendimi Haciümran büyüsüne ve Haciümran gerçeğine kaptırarak, belki de fazla ayrıntıya girdim. Şimdi, asıl konuya geliyorum.
Heciümran’daki ilk günümde, Selim Xoşawi geldi; beni otelden alarak, ”gel seninle Karargah’a gidelim, seni orada, bazı Serekhêz (Komutan) arkadaşlarla tanıştırayım” dedi. O güzel insan Selim Xoşawi ile birlikte Karargah’a gittik. Beni, Eli Xalil Binbaşı başta olmak üzere, 5 – 6 Komutan’la tanıştırdı. Komutanların çoğu, Soran Bölgesi’nden idi. Kavaltı yaptıktan sonra, Eli Xalil’ın teklifiyle dışarı çıktık ve ”Serikani’yê” denilen kocaman bi pınarın başına gittik. Meyveler alındı; oturup, meyvelerimizi yerken; Eli Xalil Xoşawi, benden bir kişiyi sordu. Sorulan kişi hakkındaki olumsuz kanaatlerimi belirtince, benim ile oradaki komutanlar arasına, adeta bir buz dağı girmiş gibi oldu. Bu konuşmalardan sonra, bir tek kelime dahi sohbet etmeden ayrıldık ve bir daha görüşemedik.
İki defa Dr.Mahmud Osman’la, iki defa da, Bırêz İdris Barzani ile görüştüm. Dr.Mahmud Osman’ın hoşuna gittim; ama, rahmetli İdris’i üzdüm.
Bunun için ben, hem İdris Barzani nezdinde, hem de kendi arkadaşlarım tarafından yanlış anlaşıldım. Ne var ki, komutanların sordukları kişi, daha sonra (1975’lerden sonra) MİT Ajanı çıktı.Ama, bu ajan kişi, o günlerde herkesin gözbebeği idi ve yine o günlerde, bana sorulan soru üzerine; ben, bu kişi ile ilgili olumsuz kanaat beyan etmiş ve o kişiyi küçük düşürmüştüm.
Bu olay da, şöyle ceryan etti: Komutanlar bana, ”Bu kişi Said Elçi ile akraba olduğunu söylüyor” diye sormuşlardı. Ben de, bu beyanda bulunan kişiyi yalanlayarak; ”hayır, bu kişi ile Said Eliçi akraba değiller; biri Kırmanc, diğeri ise zaza’dır. Biri Bingöl’lü, diğeri Diyarbakır’lıdır. Biri beg, diğeri de halktan’dır” dedim ve ipler tam da burada koptu. Belki merak edenler olur, ama ben, sözkonusu kişinin ismini, açıklamak istemiyorum. Sözkonusu kişinin adını, bu kişiyi kayırdığım için değil, onun amcalarının ve damadının hatırı için, şimdilik açıklamıyorum.
Haciümran’a gidişimizin üçüncü gününde, Dr.Mahmud beni kabul etti. Her nedense, beni Soro ile birlikte kabul ediyorlardı; ben de buna bir mana veremiyordum. Kek İdris de her iki kabulünde, ikimizi beraber karşılamıştı.
Mahmut Osman’la, bizim Parti’nin tarihçesini, Antalya Mahkemeleri’n, konuştuk ve bu sohbetimiz esnasında kendisine; Dr.Şıvan ile ilişkilerimizin başlamasını ve Parti’mizin kanalıyla 1969’da bir grup arkadaşıyla birlikte Güney’e geçişlerini, Dr.Şıvan’ın kendi Partisi’ni kurup bizi dışlamasını ve kendisiyle yaptığımız görüşmeleri anlattım ve sonuçta gelinen nokta hakkında bilgi verdim.
Gelinen bu noktadan sonra, yapılması gereken iki konuyu ısrarla işledim. Bunlardan birisi; ”behemhal örgütsel çalışmalarımızın desteklenmesi.” İkincisi de, ”Dr.Şıvan ve Said Elçi olayının derin bir araştırmaya tabi tutulması gerektiği” idi. Bu araştırmanın da; “Avrupa’dan, Beyrut’tan; Suriye, İran, Türkiye ve Irak Kürtleri’ndan oluşturulacak bir uzman heyyet tarafından yapılmasını” önerdim. Oluşturulacak heyyetin, yapacağı inceleme ve arştırmaların sonucunda hazırlayacağı raporun, Serok Barzani’ye sunulmasını ve nihai kararın, Mela Mustafa’nın takdirine bırakılmasını da, önerime ilaveten belirttim. Bu önerimi desteklemek için de, eğer sizler, bu tür bir araştırma ve inceleme yapmadan ve böyle bir yöntem izlemeden, bu insanları cezalandırırsanız; yarın Kürtler, ”birini diğerine öldürttüler; sonra da öldürteni, öldürdüler” diyecekler. Bunu Kürtçe söylemiştim. Türkçeye çeviri olarak naklederken, belki tam anlamını veremedim diye, Kürtçe söylediklerimi de aynen buraya da naklediyorum:”Wê sıba Kurd bêjın yek bı testê yeki dane kuştın, yê dın ji wan kuşt.” tabir aynen budur.
O gün, ben bunları söylerken ve söz konusu önerilerde bulunurken, özellikle, Dr.Şıvan’ı savunma niyetinde değildim ve Şıvan’ı savunmadım, zaten savunulabilecek yanı da yoktu. O gün, söz konusu önerilerde bulunurken, açıkça şunları da söyledim: “Bu önerilerimden, Dr.Şıvan’ı savunur durumda olduğum anlaşılmasın. Ben Dr.Şıvan’ı savunmam, savunmaya hakkım da yok. Ancak, benim Partim bir karar alırsa ve Said Elçi’nin ailesi de bu karara iştirak ederse, bu konuda, belli bir irade ortaya çıkar; yoksa, benim şahsen böyle bir hakkım ve haddim de yoktur.”
O sırada Dr.Mahmud bana; ”meseleye aynen senin gibi bakıyorum. Sen, bu anlattıklarını yazarak, Kek İdris Barzani’ye verirsen, iyi olur” dedi. Bunun üzerine, ben de iki sayfalık YAZILI ARZNAME’mi Dr.Mahmud’a uzattım. Dr.Mahmud, almadı. ”Bana randevu alacağını, söz konusu yazılı Arzname’min, bizzat kendi tarafımdan , kek İdris’e verilmesinin daha yararlı olacağını” söyledi.
Ertesi gün, rahmetli İdris, beni yine Soro ile birlikte kabul etti. Yazılı arzname’mi kendisine verdim. Kısa bir görüşme yaptık; bize ertesi gün görüşmek üzere randevu verdikten sonra, yanından ayrıldık.
O gece verdiğim arznameyi okumuş. Ertesi gün verdiği randevu üzerine, tekrar yanına gittik. Oturur oturmaz, ”bu sorunun incelenmesine gerek olmadığını, zaten meselenin açık ve bariz bir şekilde ortada olduğunu” söyleyerek, sebepleri saydı. Ben de iddialarını çürütmeye çalıştım. Bunun üzerine benden bir süre Haciümran’da kalmamı istedi. Ben de orada kala kaldım.
Daha sonra arkadaşlarım geldiler. Durnas ve Derveş, beni ateşe tuttular. Benim, ”Dr.Şıvan’ı savunduğumu” iddia ettiler. Durumu gerçekten çok sevdiğim ve saydığım bu arkadaşlarıma, bir türlü anlatamadım.
Öylesine bir hava estirilmiş idi ki, arkadaşlarımın gözünde düşman gibiydim. Önce olayları anlata anlata; arkadaşlarımın ilk duyduklarından kapıldıkları gerilimi yumuşatmaya çalıştım;”bir Donkişot gibi ortaya çıkıp, Dr.Şıvan’ı savunmaya soyunmanın mümkün olmayacağını, benim böyle bir şey yapabilecek kişilikte olmadığımı bildiklerini de” kendilerine anlatarak, onları yavaş yavaş ikna ettim.
Bana, ”biz giderken, sana da izin isteyeceğiz” dediler. Daha sonra gördüm ki, beni orada bırakarak, gitmişler. Doğrusu, bu duruma çok kızdım. Bunun üzerine, hemen Navpırda’ya gittim; doğrudan doğruya Dr.Mahmud’a çıktım. Doktor ile görüşmemizde, ”Kurmancı lehçesini bilip, bilmediğini sormuştum; bildiğini söyleyince,Kurmanci şivesiyle konuşmuştum. Bu seferki gidişimde, konuşmama şöyle başladım; Doktor, siz daha önceki görüşmemizde Kurmanci lehçesi’ni bildiğinizi söylemiştiniz. Eğer, bilmiyor idiseniz, neden beni o gün konuşturdunuz.”
Doktor da, o gün ‘Kurmanci lehçesi’ni bildiğini ve o günkü konuşmayı çok iyi anladığını’ söyledi. Ben de ‘peki diyerek, ”Ben, ne zaman, Dr. Şıvan’ı savundum ve Doktor’u öldürmeyin dedim” diye soru yönelttim.
Dr. Mahmud çok inandirici bir şekilde; ”Arkadaş, sen mücrim değilsin. Eğer mücrim olmuş olsaydın, sen de şimdi, Şıvan ve Çeko’nun yanında olurdun. Senin arkadaşların rica ettiler, ‘bu sorun çözülünceye kadar, senin burada tutulmanı istediler’; biz de kabul ettik.
Ben de; ”Madam ki, benim arkadaşlarımın istekleri sizce kabul görüyor; öyleyse, ben de sonsuza kadar burada kalmaya razıyım. Çünkü, biz yıllarca, kendimizi sizlere kabul ettirememiştik, deme ki, bundan sonra bizim siyasi örgütümüz, sizin kabulünüze mazhar olmuştur” dedim.
Dr.Mahmud, deneyimli bir siyasetçiydi.
Benim, ”Benim ne demek istediğimi” hemen anladı ve duraksamadan tepki göstererek; ”Hayır! Bu, ‘Partinizi kabul etmişiz’ manasına gelmez. Sizin Genel Sekreteriniz, bizim sorumluluk alanımızda katledilmiş ve senin arkadaşların, bizden çok küçük bir istekte bulundular; bu da bizim için çok basit bir istek; niçin kabul etmeyelim ki…”
En nihayet, çok sevdiğim ve saydığım arkadaşlarım, bana kıymadılar; yanlışlarını anladılar veya yanlışımı hoş gördüler, gelip beni aldılar ve Türkiye’ye getirdiler.
Bana göre, halkımız çok büyük değerler kaybetti. Said Elçi ve Dr. Şıvan ve arkadaşları, 58 ve 68 kuşaklarının yetiştirdiği önemli önderler idiler. Atılan hatalı ve yanlış bir adım, verilen acımasızve hissi bir karar, büyük sıkıntılar yaşattı. Böylece 12 Eylül 1980 öncesi kargaşada, meydanın boş kalmasına neden oldu.
Yine bana göre; söz konusu olay, sadece Said’leri ve Said’lerin Partileri’ni boğmadı; aynı zamanda, halkımızın geleneksel ve demokratik mücadele tarzını da şaşırttı. Meydanlar, Ortaokul ve Lise talebelerine kaldı.
(*) Siirt’li Mele Xalil’in ”NEHCÜLENAM” isimli kitapçığında, Kürtçe yazılmış bir şiirde, bu olay şu şekilde yer alıyor; ”Jı herba Sahaban nekın qal u gil, buheştina hem qatil “û hem getil.” Kürtçe yazılmış olan bir şiirden yapılmış olan söz konusu alıntının, Türkçe’ye çevirisi şöyledir; ”Sahabelerin kendi aralarındaki savaşları çekiştirmeyin; iki taraf da Cennetliktiler.”
(**) Dr.Şıvan’ın arkadaşları gerçekten de 1975 yılı dolaylarına kadar ciddi bir faaliyette bulunmadıklarını gözlemlediğimi de zikr etmek isterim.
(***) Bitirirken bilgi edinile bilmesi için şu notu da kayd etmek isterim: Dr.Şıvan, Çeko ve Brusk 26.11.1971’de ölümle cezalandırıldılar. Brusk, başlangıçta, Bamerni’de Eshed Xoşawi’nin yanında kalmıştı. Şıvan ve Çeko’den 50 gün sonra, Gılala’ya getirilerek, Rayet Hapishanesi’nde tutuklandı.
ŞAKİR EPÖZDEMİR