İsmail Beşikçi
Agiri Peşmerge Güçleri Komutanı Doktor Said, İŞİD’le savaşıyordu. Almanya’dan Hewler’e 2014 Ağustos’unda bu amaçla gelmişti. İŞİD’le savaşırken, 26 Ekim’de ağır yaralanmış, önce Hewler Hastanesi’ne kaldırılmış, kısa bir süre sonra da tedavi için Almanya’ya götürülmüştü. Hastanede, tedavi süsesinde, Doktor Said’e çok ilgi gösterildi. Ama bu ilgiye rağmen kurtarılamadı. 30 Ekim’de şehit düştü. Cenazesi Almanya’dan Hewler’e oradan da Habur üzerinden Bingöl’e getirildi. Cenaze Bingöl’ün Çilqani küyünde, kendi köylerinde defnedildi.
Doktor Said, şehit düşmesinden sonra, Kürdistan Başkanı Mesut Barzani tarafından Kürd Generali unvanıyla ödüllendirildi.
Doktor Said, şehit düşmesinin üçüncü yıldönümünde, 27 Ekim 2019’da, Almanya’nın Hamburg şehrinde, ağabeyi Selim Çürükkaya tarafından düzenlenen bir program çerçevesinde anıldı.
Bu program çerçevesinde, İBV’den İbrahim Gürbüzle birlikte, 26 Ekim günü Hamburg’a uçtuk. Havaalanında bizi, Selim Çürükkaya ve iş insanı Zeynel Abidin karşıladı. Zeynel Abidin’in arabasıyla Selimgilin evine gittik. Aysel, kızları Soma ve Aysel’in kızkardeşi Yeter evdeydi.
27 Ekim’de gerçekleşen anma etkinliğinde, program sunucusu ilk olarak Kürt Toplumu Başkanı Ali Ertan Toprak’ı kürsüye davet etti. İkinci konuşmacı CDU Berlin milletvekili ve Hamburg başbakan adayıydı. Üçüncü konuşmacı, Kürd toplumu adına konuşan Mehmet Tanrıverdi’ydi. Dördüncü konuşmacı Aysel Çürükkaya, beşinci konuşmacı Selim Çürükkaya’ydı.
Bu arkadaşlar, Kürdler ve Kürdistan hakkında, Doktor Said’in çabaları hakkında çeşitli açıklamalarda bulundular.
Daha sonra arka arkaya iki panel gerçekleşti. Birinci panelde konuşmacılar Prof. Dr. İlhan Kızılhan, Şirvan Barzani ve İsmail Beşikci’ydi.
Birinci Panelden sonra, Karaman Yavuz’un, Doktor Said’in eylemleri, çabalarıyla ilgili belgeseli gösterildi.
İkinci panelin konuşmacıları, Jan Dost, Brandenburg Eyaleti Devlet Bakanı Sekreteri Andreas Büttner, Enfal ve şehitler Bakan Yardımcısı Brawan Hamid’di. Her iki panelin moderatörü de Hüseyin Düzen’di.
Paneller soru-cevap şeklindeydi. Törene katılanlar da konuşmacılara sorular sordular. Canlı bir tartışma ortamı vardı. Bu çerçevede İsrail’den bir milletvekili de söz aldı…
Programın çeşitli bölümlerinde, Rojin, Rêzan Rêzdar, Omer Gundî, Kürd şarkılarını, ağıtlarını seslendirdiler.
Etkinlik sırasında pek çok arkadaşı gördüm. Hamburg’da bir üniversitede hoca olarak çalışan Arzu Yılmaz’ı görmek benim için sürpriz oldu…
***
Mutabakat…
22 Ekim 2019’da, Rusya’da, Rusya Devlet Başkanı Putinle, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasında bir görüşme gerçekleşmiş mutabakat belgesi yayımlanmıştı. Bildiride, bölücülerden, ayrılıkçılardan söz ediliyor, bunlara fırsat verilmeyecek deniyordu.
Konuşmada, esas bölünenin, parçalananın, paylaşılanın Kürdler ve Kürdistan olduğunu vurgulamaya çalıştım. 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Ortadoğu’da, Yakındoğu’da bir statüko kurulmuş, ana bu statüko Kürdlere bir statü vermemiştir. Kürdler ve Kürdistan bölünmüş, parçalanmış, paylaşılmıştır. Dönemin emperyal güçleri Büyük Britanya ve Fransa, Yakındoğu’nun ve Ortadoğu’nun iki güçlü devleti, Osmanlı İmparatorluğu ve imparatorluğun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti, İran İmparatorluğu ve İmparatorluğun devamı olan Yeni İran Şahlığı, bu süreci birlikte kotarmış, geliştirmişlerdir.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Milletler Cemiyeti, Uluslararası barışı sağlama amacıyla kurulmuştur. Ve dönem, Ulusların Kendi Geleceklerin Tayin Hakkı’nın en çok konuşulduğu, tartışıldığı, bu temel hakkın yaşama geçirilmesi için çaba harcandığı bir dönemdir. Bu konuşmalar, tartışmalar hem Sovyetler Birliği’nde, hem ABD’de yapılmaktadır. Böyle bir dönemde, Kürdlerin ve Kürdistan’nın bölünmesinin, parçalanmasının, paylaşılmasının gerçekleşmiş olması dikkate değer bir konudur. Bu bakımdan, esas bölünenin, paylaşılanın Kürdler ve Kürdistan olduğunun vurgulanması, her zaman vurgulanması önemlidir.
Milletler Cemiyeti uluslararası barışı kuramamıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın yaşanmasını önleyememiştir. Ama uluslararası barışı kurma çabaları İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da devam etmiştir. 1945’de, Birleşmiş Milletler bu amaçla kurulmuştur. Birleşmiş Milletler döneninde dünyanın siyasal çehresinde çok büyük değişiklikler olmuştur. Örneğin Afrika sömürgeleri birer birer bağımsızlık kazanmışlardır. Kürdistan’daysa hiçbir şey değişmemiştir. Kürdlerin, Kürdistan’ın, bölünmüş, parçalanmış, paylaşılmış durumu aynen korunmuş, sürdürülmüştür. Kürdler yine bir statü sahibi olamamışlardır.
Sömürge bir statüdür Çok alt düzeyde de olsa, sömürge bir statüdür. Kürdistan sömürge bile değildir. Çünkü sömürge kavramı, herşeyden önce sınırları önceden belirlenmiş bir ülkeyi işaret eder. Örneğin, ‘Hindistan, İngiliz sömürgesidir’, ‘Cezayir, Fransız sömürgesidir’, ‘Mozambik Portekiz sömürgesidir’… vs. denildiği zaman, sınırları önceden belirlenmiş ülkeler gündeme gelir. Uluslararası hukukta sömürge kavramı vardır. Örneğin Afrika sömürgeleri ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra, bu sınırlar üzerinden bağımsızlık kazanmışlardır. 14 Aralık 1960 tarihli ve 1514 Sayılı Birleşmiş Milletler Genel Kurul kararı bu bakımdan çok önemli bir belgedir.
Kürdistan için bunları söyletebiliyor muyuz? Uluslararası hukukta, uluslararası belgelerde, sınırları, önceden belirlenmiş, Kürdistan diye bir ülke yoktur. Sömürge bile değil kavramı, örneğin alt sömürge kavramı yoktur. Kürdistan, bölünmüş, parçalanmış, paylaşılmış, herbir parçalı da bir egemen güç tarafından işgal edilmiştir.
***
Selim Çürükkaya, konuşmasında ‘Dr. Said Kürdlerin ulusal ruhudur’ diyor. Kürdlerde ulusal ruhun olmadığını veya çok zayıf olduğunu da belirtiyor. Ulusal ruh kavramı önemlidr. Doktor Said’in Kürdlerin ulusal ruhu olduğu saptanası da önemlidir.
Gerek Aysel Çürükkaya, gerek Selim Çürükkaya, tören sırasında çok önemli konuşmalar yaptılar. Ama konuşmalarını Türkçe yaptılar. Bu, kişi olarak bende biraz burukluk yarattı. Çünkü bu ulusal ruh kavramına aykırı bir tutumdur. Ulusal ruh, ulusun anadili olmalıdır. Hele hele o dil baskı-zulüm altındaysa, Kürd olmaktan doğan haklar, Kürd toplumunun bir üyesi olmaktan doğan haklar, baskı-zulüm altındaysa, ulusal ruhu oluşturan temel faktörler de bunlar olmaktadır.
Törende Aysel Çürükkaya’nın ve Selim Çürükkaya’nın Türkçe konuşmaları, zihnimde bazı anıları canlandırdı. Bunları kısaca belirtmek gereğini duyuyorum.
Yıl 1955. Arap Birliği toplantısı Kahire’de yapılıyor. Arap Birliği, bu toplantısına, Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’ni de davet etmiş. Cezayir Ulusal Kurtuluş Savaşı 1954’de başlamış, Arap dünyasında ve İslam dünyasında çok olumlu etkiler yaratmıştı. Türkiye o zaman, Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’ni değil, Fransa’nın, sömürgeci politikalarını, uygulamalarını destekliyordu.
1955’de, Kahire’de gerçekleşen Arap Birliği toplantısına, Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi adına, Cephenin lideri Ahmed bin Bella (1916-2012) katılmıştı. Ahmed bin Bella, Fransız kültürüyle, Fransız diliyle yetişmiş bir Arap’tı. Arap olduğunu biliyor, ama Arapça bilmiyordu. Savaş süresince Arapça öğrenmeye çalışıyordu. Arap Birliği toplantısına, Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin de davet edilmesi, onda büyük bir heyecan yaratmıştı. Toplantıya katılmak, Arap liderlerle birlikte olmak ve kürsüde Arapça konuşmak kendisi ve Cezayir için büyük bir onurdu. Arapça konuşmak için hazırlık da yapmıştı.
Ahmed bin Bella, konuşması için kürsüye davet edildi. Ahmed bin Bella konuşmasına, Arap Birliği üyelerini Arapça selamlayarak başladı. Üç-beş saniye bekledi ama konuşmasının devamını getirmedi. Katılımcıları bir defa daha Arapça selamladı. Ama Arapça konuşmaya devam edemiyordu. Kürsüde çok büyük sıkıntılar yaşadı. Terledi, yüzü kızardı. Çok büyük sıkıntılar yaşadığı belli oluyordu. Kürsüde, ağlamaya başladı. Arapça konuşamamaktan dolayı derin acılar, hüzünler yaşıyordu. Bunun üzerine, Arap Birliği’nden iki üye, kürsüye çıktı. İki koluna girerek O’nu teselli etmeye çalıştı. Gözyaşlarını sildi. Şöyle dediler: ‘Sayın Başkan, duygularınızı, düşüncelerinizi çok iyi ifade ettiniz. Ve bizler bunları çok iyi anladık…’
Bu tutum, toplantıda Ahmed bin Bella’ya, Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’ne karşı çok olumlu bir hava yarattı. Dikkat edelim, Ahmed Bin Bella, çok ağır sıkıntılar, hüzünler yaşamasına rağmen Fransızca konuşmadı. Bu, asimilasyonun bilincine varmanın, bazı insanlarda, çok yoğun acılar yaratabildiğini gösteriyor. Halbuki, Fransızca olarak duygularını , düşüncelerini, çok iyi ifade edebilirdi. Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin taktiklerini, stratejilerini çok iyi anlatabilirdi… Bütün bunları Fransızca anlatsaydı, kanımca bu olumlu etkiyi yaratamazdı.
Bu bilgilere, 1950’lerin sonlarında, 60’ların başlarında Mülkiye’de öğrenciyken, Cezayir Ulusal Kurtuluş Savaşı hakkında, kitaplar yazılar okurken sahip olmuştum.
Aysel’in ve Selim’in Türkçe konuşmaları sırasında, zihnimde canlanan ikinci anı şu: Bulgaristan Komünist Partisi, 1984-1985 yıllarında, Bulgaristan’da yaşayan Türklerin isimlerinin Bulgar isimleriyle değiştirmeye çalışıyordu. Bulgaristan’da yaşayan Türklere şu söyleniyordu: ‘Eğer, Türk isimleriyle devam ederseniz, günlük yaşamınızda zorluklarla karşılaşabilirsiniz. Ama Bulgar isimleri alırsanız, Bulgaristan Komünist Partisi’nde ve Bulgaristan devlet bürokrasisinde kısa zamanda ilerleme, yükselme kaydedebilirsiniz…’
Bulgaristan’da yaşayan Türklerin önemli bir kısmı bu politikaya, uygulamalara tepki gösterdi. Bulgar isimlerini kabul etmeyen Türklere işkence yapıldığı vurgulanırdı. Tuna Nehri üzerindeki Belene Kampı’nın bir işkence merkezi olduğu anlatılardı. Bu uygulamalara tepki gösteren Türklerin Türkiye’ye göçleri de başlamıştı.
O zaman, Çanakkale E Tipi Cezaevi’ndeydim. D-9 koğuşundaydım. Koğuş mevcudu çok büyüktü. Koğuşta 120 civarında arkadaş kalıyordu. Bütün devimciler, Dev-Yol, Dev-Sol, Partizan, Halkın Kurtuluşu, Halkın Yolu, Kurtuluş, TKP vs… bu koğuştaydı. Bu cezaevinde o dönem PKK’li tutuklular yoktu.
Ekim ayında bir gün, televizyondan akşam haberleri izleniyordu. Haberleri sunan kişi, bir anda, Türkiye-Bulgaristan sınırındaki göçleri izleyen muhabirlere bağlandı. Muhabir sınırı henüz geçmiş bir Türkle konuşuyordu. Bulgaristan’dan göç eden Türk, Bulgar ismi almak istemeyen Türklere yapılan işkenceleri anlatıyordu. Belene Kampı’nın işkence merkezi olduğunu söylüyordu. Ama Bulgarca konuşuyordu. Konuşması Türkçesi alt yazı ile veriliyordu. Televizyonu izleyenler bu Türk’’e fazla ilgi göstermediler, konuşmasını ilgiyle dinlemediler.
Başka bir muhabir bir diğer göçmeni ekrana getirdi. Bu da, Bulgar ismini kabul etmeyenlere karşı yürütülen işkenceyi anlatıyordu. Ama bu Türkçe konuşuyordu. Çok bozuk bir Türkçe, çat-pat bir Türkçe konuşuyordu. Ama ısrarla Türkçe konuşuyordu. Vücut dili de onun neyi ifade etmek istediğini anlatıyordu. Arkadaşlar bu Türk’e çok ilgi gösterdiler. Konuşmasını, açıklamalarını ilgiyle dinlediler. Bu göçmenin Türkçe konuşmasını, ısrarla Türkçe konuşmaya çalışmasını takdir ettiler…
***
PKK , taraftarları arasında Kürdçe sevgisi yaratamadı. Böyle bşr çabası hiç olmadı. Dağda bile Türkçe bilmeyenlere Türkçe öğretiyordu. Rojhilat’tan, Başur’da, Rojava’dan gerillaya katılanlar için Türkçe kursları açıyordu. Kürdçe bilmeyenler için de veya yeteri kadar Kürdçe bilmeyenler için de kurs alalım taleplerini ise dinlemiyordu.
Bugün, Bakur’da çok yoğun bir asimilasyon yaşanıyor. Diyarbakır gibi bir yerde, sokakta, kapılarının önünde oynayan çocuklar, oyunları sırasında birbirleriyle Türkçe konuşuyorlar. Bunun, Kürdler için, Kürdistan için çok büyük bir tehlike olduğu açıktır. Burada televizyonun, Kur’an kurslarının, devlet tarafından Kürd kız öğrenciler için yapılan yurtların, devlet tarafından veya Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi dernekler tarafından özellikle Kürd kız öğrenciler için verilen bursların etkilerinden söz etmek mümkündür. Ama PKK’nin bu tutumunun da bu sürece hizmet ettiği açıktır. PKK dışındaki örgütler taraftarları arasında Kürdçe sevgisi yaratabilmiş midir? Kanımca hayır. onlar da böyle bir sevgi yaratamamışlardır.
1984-1985, 1986 yıllarını düşünün. Van’da, Mardin’de, Hakkari’de, Siirt’de vs. kırsal alanlarda yaşayan bir Kürtsünüz. Mücadeleye gönül veren bir kişisiniz…Elinize, Türkçe yazılmış bir kağıt parçası tutuşturuluyor. Bazı istekler sıralanmış… Türkçe yazılmış bir kağıt parçası… Bu ortamda, Kürdçe ve Türkçe hakkında neler düşünürsünüz…?
Anadil konusunda şöyle bir itiraz yapılabilir. ‘ Dil dil, deyip duruyorsun, işte Başur… Ana okulundan üniversiteye kadar Kürdçe konuşuluyor. Federe yönetim kademelerinde, belediyelerde vs. Kürdçe konuşuluyor… Ama orada da hiç yurtseverlik yok veya çok az… Bu itiraz yerindedir. O zaman şöyle söylemek çok daha doğrudur. Anadil elbette elzemdir, vazgeçilmezdir ama, yeterli değildir. Kürdistan bilincinin yaratılması, vatan bilincinin yaratılması da çok önemlidir.
Başur’da şunca mücadeleye rağmen Kürdistan bilincinin, vatan bilincinin neden yaratılamadığı çok şaşırtıcı bir durumdur. Kürdler bu konuda soykırım bile yaşadılar. Süleymaniye Merkez Güvenlik Karargahı unutulabilir mi? Süleymaniye Merkez Güvenlik Karargahı Austwitch gibi bir işkence merkezidir. Hatta Austwitch’ten çok daha ağır, sindirici, ezici bir işkence merkezidir. Örneğin Hitler Austwitch’de ‘Kadınların şerefini lekeleme odası’ gibi bir şey düşünmemiş. Saddam Hüseyin bunun düşündüğü gibi yaşama da geçirmiş. Austwitch’i dünyada herkes bilir. Süleymaniye Merkez Güvenlik Karargahı bilinir mi? Kürdler bilir mi? Biliyorlarsa neden unutmuşlar? 50 milyondan fazla ulus… Hala dünya uluslar ailesinin bir üyesi değil. Nüfusu bir milyonun bile bulmayan halklar, devletler, Kürdlerin geleceğini belirlemede rol sahibi…
Bunun dünyada sadece Kürdlere has bir durum olduğunu söylemek gerekir. Dünyada hiçbir ulus, Kürdler gibi kendi, öz değerlerine yabancılaşmamıştır. Dünyada hiçbir ulus kendi öz değerleri yerine onları yoketmeye ezmeye çalışan hasım güçlerin değerlerini yaşamıyor. Bu çerçevede, ‘Kürdüm ama Kürdçü değilim’ ‘Kürdüm ama milliyetçi değilim’ ‘Arap olmak, Türk olmak Kürd olmak önemli değildir, önemli olan insan olmaktır’ gibi söylemlerin, ‘enternasyonalistim’ gibi söylemlerin, öz değerleri savunmaktan kaçışı gizlemek gibi bir işlevi olduğunu da vurgulamak gerekir. Doğru-dürüst yaşayan Kürdler elbette vardır. Sayıları gün geçtikçe artmaktadır.
***
26 Ekim günü, Hamburg Havaalanı’nda bizi Selim Çürükkaya ve iş insanı Zeynel Abidin karşılamıştı. O akşam bir düğüne de gittik. Düğün salonu çok kalabalıktı. Her masa doluydu. Arkadaşlar, ‘şu anda Hamburg’da dokuz ayrı yerde, Kürdler düğün yapıyor…’dedi. Arkadaşlar, başta Almanya olmak üzere, Avrupa’da iki milyon civarında Kürd’ün yaşadığını belirttiler. ‘Kürdler sınıflandırılırken, Avrupa’daki Kürd toplumunun da ayrı kategori olarak dikkate alınması gerekir’ dediler…
Zeynel Abidin çok modern bir Kürd iş insanı. Bingöllü. Emlak işleriyle uğraşıyor. İyi bir iktisatçı. Müzik, resim, tiyatro gibi sanatlarla yakından ilgileniyor. Etkinlikleri izlemeye çalışıyor.
26 Ekim akşamı, düğünden sonra Zeynel Abidin’in evine geldiğimizde, İstanbul’dan bir haber geldi. İbrahim Gürbüz’ün annesi vefat etmiş. İbrahim o gece İstanbul’a döndü. Zeynel Abidinle birlikte o gece İbrahim’i İstanbul’a uğurladık.
Zeynel Abidin, beni iki gün Hamburg’da dolaştırdı. Hamburg yatay büyümüş bir şehir. Çok katlı apartmanlar yok. Üç-dört katlı apartmanlar çoğunlukta. Çevrede tek katlı iki katlı villalar var. Ağacı , yeşilliği bol bir şehir. Suyu bol. Kanaları köprüleri pek çok… İki defa Almanya’nın Kuzey sınırlarına, Baltık Denizi, Kuzey Denizi yörelerine kadar gittik. Birinde Selim de vardı…Yollar çok geniş, bakımlı…
Doktor Said’le İlgili Küçük Bir Anı
2015 yılında, Sonbahar’da, Peşmerge güçleriyle ve Agiri Peşmerge Güçleriyle, Şengal’i ziyaret ettik. Doktor Said’de bizlerle birlikteydi. Bizi kaymakam ve bölgedeki Peşmerge Güçleri Komutanı Kasım Şeso karşıladı. Bu ziyaretde, Haydar Şeso’yla da görüştük.
İŞİD’in Şengal’den kovulduğu , İŞİD’in yenildiği günlerdi. Doktor Said, çatışmalarla ilgili ayrıntılı bilgiler vermişti. Ama birkaç noktada İŞİD’in varlığını sürdürdüğü anlatılıyordu. Birkaç toplu mezar da açılmıştı. Bu ziyaretde Şengal Dağı’nı da ziyaret ettik. Şengal Dağı, heybetli, çıplak bir dağ…
Bir Ezidi din adamıyla, Ezidilerin Şengal’deki kutsal mekanını da ziyaret ettik. Mekanın kapısı çok dar ve küçük. Taştan bir kapı. Başınızı eğerek, eğilerek girebiliyorsunuz. Ziyaretden sonra bu mekandan çıkarken yeteri kadar eğilmemişim. Kafam taş kapının tavanına çarptı. Bunu hissettim. Ama kanadığını hissetmemiştim. Bir arkadaş, ‘İsmail Ağabey kafan kanıyor’ dedi. Yokladım, epey kan vardı. O zaman 25-30 kişi bir arada dolaşıyorduk. Kafilede bir doktor da vardı. O, yanında taşıdığı tıbbi malzemelerle pansumun yaptı. Kanı durdurdu. O zaman, Agiri Peşmerge Güçleri’nden bir arkadaş şöyle demişti. ‘İsmail Ağabey, sen artık buralı oldun. Burada seçimlere de katılırsın. Biz de propaganda yaparız. Propaganda metni hazır… Şöyle bağırırız: ‘Beşikciiii… Her şeyini Kürdlere verdi, gençliğini Kürdlere verdi, bütün ömrünü Kürdlere verdi. kanını bile verdi…’
https://m.nerinaazad.org/tr/columnists/ismail-besikci/doktor-said