Kürdistan Bölgesel Yönetimi, 7 Haziran 2017’de 25 Eylül 2017’de referandum yapacaklarını açıkladı. Bu, Kürdlerin kendi geleceklerini belirleme konusunda çok önemli bir karardı. Bu açıklamadan sonra, Irak, İran, Türkiye, Suriye devlet ve hükümet yöneticiler arka arkaya, kendi görüşlerini dile getiren açıklamalar yaptılar. Bu açıklamalarda, bu kararın yanlışlığı ve geri alınması gerektiği vurgulanıyordu. Referandumun Kürdlere hiçbir yararı olmayacağı, bu yanlıştan dönülmesi gerektiği anlatılıyordu. Aynı dönemde, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere gibi Avrupa devletleri, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, İslam Konferansı gibi uluslararası kuruluşlar da benzer açıklamalar yapıyordu.
Referandum ilanından sonra, sık sık yapılan bu açıklamalar şu anlama geliyordu. Siz Kürdler, kendi geleceğinizi belirleme hakkına sahip değilsiniz. Sizin geleceğinizi ancak biz belirleriz. Siz kendinizi yönetemezsiniz. Siz şimdiye kadar hep, kültürde ve medeniyetde sizden çok daha ileride olanlar tarafından yönetildiniz. Bundan sonra da böyle olacak. Ne faydalıdır, ne zararlıdır, ne doğrudur, ne yanlıştır, neyin zamanı gelmiştir, neyin zamanı gelmemiştir, siz bunları bilecek, ölçecek, anlayacak, kavrayacak güçte değilsiniz. Bu bakımdan, sizin geleceğinizi ancak “biz” belirleriz…
Şüphesiz, bunları bu kadar açık, Kürdlerin gözünün içine bakarak söylemiyor, ama sürekli olarak bunların dile getirilmesi bu anlama geliyor.
“Biz”, derken kimleri kastediyoruz. Başta Irak, İran, Türkiye, Suriye gibi müştereken Kürdler ve Kürdistan üzerinde baskı kuran devletleri kastediyoruz.. İkinci olarak da, bu devletlerin, Kürd, Kürdistan politikalarını onaylayan, bu yoldaki uygulamalara destek veren, ABD, Rusya Federasyonu, (daha önce, Sovyetler Birliği de aynı uygulamalar içindeydi) Almanya, Fransa, İngiltere gibi devletlerden, BM, AB, İslam Konferansı, Arap Birliği gibi uluslararası kurumlardan söz ediyoruz.
Bütün bunlardan dolayı referandum kararı alınması, 25 Eylül 2017’de bu kararın yaşama geçirilmesi çok önemlidir. 25 Eylül’den sonra ne yaşanırsa yaşansın, 16 Ekim’den sonra, ne kadar kapsamlı bir ihanetle karşılaşmış olunursa olunsun, referandum kararının alınması ve bu kararın yaşama geçirilmesi bu kararın tarihsel önemini ne azaltır, ne de ortadan kaldırabilir. Böylece, Kürdler, ulusal iradeleri olduğunu, iradeleri doğrultusunda karar alabileceklerinin, bu kararlarını yaşama geçirebileceklerini ortaya koymuş oldular.
16 Ekim 2017’den sonraki olumsuz gelişmelere bakarak, “referandum yapılmasaydı daha iyi olurdu” şeklinde bazı görüşler de var. Bu görüşlerin yanlış olduğu kanısındayım. Her halükarda referandum kararının alınması, bunun zamanında gerçekleştirilmesi çok yerinde olmuştur.
25 Eylül’den Sonra Ne Oldu? 16 Ekim’den Sonra Ne Oldu?
Bağımsızlık Referandumu’nda, % 72 katılım, % 93 onay elbette çok önemlidir. Bunu Kürdler, tapu olarak değerlendiriyor. Haklıdırlar. Bu sonuç elbette her zaman ileri sürülebilecek bir tapudur.
Ama süreç, 25 Eylül’den sonra, 16 Ekim’den sonra, geleceğini belirleyen, bağımsızlık isteyen % 93’ün isteği doğrultusunda gelişmedi. “Sizin geleceğinizi belirleme hakkınız yok, sizin geleceğinizi, ancak biz belirleriz” diyenlerin istekleri doğrultusunda gelişti. Bu devletlerden, uluslararası kurumlardan her biri ayrı ayrı, referandumu tanımadıklarını, iptal edilmesi gerektiğini açıkladı. % 72 katılımın, % 93 onayın ne anlama geldiği hiç irdelenmedi. Kürd halkının duyguları, düşünceleri, beklentileri, hiç umursanmadı. Bu konu, 25 Eylül’den sonra, 16 Ekim’den sonra, geleceğinizi belirleme sürecine evet demeyeceğiz, buna hep karşı çıkacağız, Kürdlerin geleceğini ancak biz belirleriz, referandumu iptal edin… diyen çevrelerin, hiç konuşmadığı, konuşmamaya özen gösterdiği bir konudur. 25 Eylül’den ve 16 Ekim’den sonra, bu çevrelerin hiç konuşmadığı konulardan biri budur.
16 Ekim 2017’de, Kerkük cephesinin önemli bir bölümünü korumakla görevi Pavel Talabani’nin, Pavel Talabani’ye bağlı askeri birliklerin düşman saldırıları karşısında, cepheden kaçtığı, Kürdleri, Kürdistan’ı yok etmek isteyenlerin, Kerkük’e rahatça girdikleri görüldü. Bir-iki gün içinde, Pavel Talabani’nin ve Talabani ailesinden önemli bir kesimin, 16 Ekim 2017’den önce, Haşdi Şabi yöneticisi Kasım Süleymani ile ve Irak güvenlik birimleriyle gizli bir antlaşma yaptıkları, 16 Ekim’de bu andlaşmanın, uygulandığı, yaşama geçtiği görüldü. 17 Ekim’de, Haşdi Şabi yöneticisinin, Kerkük’e geçmelerine yol verdiği için Pavel Talabani’ye teşekkür ettiği basına da yansıdı. Kürdlerin kendi geleceklerini belirleme hakları yok, buna izin vermeyeceğiz. Kürdlerin geleceğini ancak biz belirleriz diyenler, bu konuları da hiç gündeme getirmiyorlar, düşmanla işbirliği sürecini irdelemiyorlar. 16 Ekim’den sonra bu çevrelerin hiç konuşmadıkları, gündeme getirmedikleri ikinci konu da bu. Ama bu çevreler, Kerkük’ü esas satanları gözardı edip, sık sık, “Kerkük’ü sattın” diyerek, Mesut Barzani’yi, Kürdistan hükümetini, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni eleştiriyorlar, suçluyorlar.
Aslında bu, bir bakıma, 1975 yenilgisinden çok daha ağır bir yenilgidir. 1975 yenilgisi, Uluslararası Anti-Kürd İttifak’ın desteğiyle, Bölgesel Anti-Kürd İttifak tarafından gündeme getirilmiş, pişirilip kotarılmıştı. 2017 yenilgisi ise, Kürdlerin, Kürdistan’ın kendi bünyesi içindeki anlaşmazlıklar dolayısıyla gündeme geldi. Kürdlerin, her zaman yıkım getirecek, bu tür anlaşmazlıkları hala olumlu bir yola koyamamaları şaşırtıcıdır.
2005 tarihli Irak Anayasası’nın 140. maddesi, Kerkük’te ve Kürdistan’dan koparılmış öbür alanlarda, 2 yıl içinde bir nüfus sayımı yapılmasını, Kerkük’ün ve Kürdistan’dan koparılmış öbür alanların geleceğinin bu sayım sonuçlarına göre değerlendirileceğini öngörüyordu. Bu bakımdan, Kürdler, referandum yapmanın anayasaya uygun olduğunu savunuyordu. Irak devletinin, hükümetinin yapmadığını, yapmaktan özenle kaçındığını, bir yapıyoruz şeklinde bir anlayış vardı. Ama Irak hükümeti, Kürdlerin sık sık hatırlatmalarına, gündeme getirmelerine rağmen bu nüfus sayımını yapmadı. Anayasal gerekleri yerine getirmedi. Bölge devletleri de Irak’ın bu tutumunu teşvik ediyordu, destekliyordu. Kürdistan Bölgesel Yönetiminin Bağdat’daki Federal Mahkemeye bu konuda yaptıkları başvuruları, bu mahkeme gündeme bile almadı, değerlendirmedi. Nüfus sayımı yapılmamasının ana nedeni, şüphesiz, nüfus sayımı sonucunda, Kürdlerin nüfusunun çok çıkacağı, bazı alanlarda, ezici bir Kürd nüfusuyla karşı karşıya kalacağı endişesiydi. Böyle bir resmi bilgiye sahip olmanın, Kürd politikalarına, Kürdistan politikalarına ters düşeceği endişesiydi.
Buna rağmen, Başbakan Haydar İbadi, Kürdlere sık sık “Anayasaya uyun” direktifini veriyor. Türkiye, İran, Suriye vs. yöneticileri, Kürdlere sık sık aynı hatırlatmayı yapıyorlar. Arkasından, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere gibi devlet yönetimleri, BM, AB, İslam Konferansı gibi uluslararası kuruluşlar sık sık aynı hatırlatmayı yapıyorlar. Ama, bunların hiçbirisi, Irak hükümetine, 140. Madde de anayasanın bir hükmüydü, Anayasanın bu maddesini neden uygulamadın, bu maddeyi ve Kürdlerle ilgili öbür maddeleri de neden uygulamadın… şeklinde bir açıklama yapmıyor. Bu da 25 Eylül’den sonra, 16 Ekim’den sonra, hiç konuşulmayan, gündeme getirilmeyen üçüncü bir konu oluyor.
Kürdlerin Kürdlere Karşı Anti-Kürd İttifakı
Bu süreçte dikkate değer bir olgu, Goran, Komel, gibi, siyasal yapıların, YNK’nin bir kısmının, PKK/KCK nin, geleceklerini belirlemek isteyenlere karşı, bağımsızlık isteyenlere karşı, Kürdlerin geleceklerini belirleme hakları yoktur, buna izin vermeyiz, bunu ancak biz belirleriz, diyenlerin yanında yer almalarıdır. Bu, Kürdlerin, Kürdlere karşı kurmaya çalıştığı, anti-Kürd bir ittifaktır.
16 Ekim 2017’den sonra, Kerkük’de, Tuzhurmatu’da, Kürdistan’dan koparılmış öbür alanlarda, Haşdi Şabi işgalleri, Irak güvenlik güçlerinin işgalleri yaşandı. Halk, evlerini, köylerini terk etmek, zorunda kaldı. Kitlesel göçler oldu. Evler içindeki eşyalar yağmalandı, yakıldı. Buna rağmen, örneğin, Süleymaniye, Halepçe taraflarında bu zulmü protesto eden bir yürüyüş, bir miting olmadı. 16 Ekim 2017’den sonra, örneğin Aralık 2017 ortalarında, ise, Süleymaniye, Halepçe taraflarında, Kürdistan hükümetine karşı, maaşımızı istiyoruz, yolsuzluklara karşıyız, diyerek protesto mitingleri, yürüyüşler yaptıkları görüldü. Öğretmenlerin düzenledikleri protestoya, toplumun öbür kesimlerinden katılmalar da oldu. Bu gösteri sırasında, “İbadi, İbadi!” diye slogan atarak, İbadi’den yardım isteyenler, Irak ordusunu, müdahale etmesi için Süleymaniye’ye davet edenler de oldu. Milyoner oldukları söylenen Kürd iş adamlarının, yoksul Kürdleri, Kürd hükümetini yıkmak için direnişe çağırdıkları gözlendi.
Irak Başbakanı İbadi, gösterilerin, mitinglerin meşru olduğunu, desteklediklerini açıkladı. Göstericilere zarar verilmesi halinde, Süleymaniye’ye müdahale edecekleri uyarısında bulundu. Yıkılmış, yakılmış kamu binalarından hiç söz etmedi. Sürece şiddetin egemen olduğuna dikkat çekmeyerek şiddeti de meşru gürdü. Goran, Komel’in, YNK’nin bir kısmının, PKK/KCK’nin sürece ilişkin açıklamaları da Başbakan İbadi’nin açıklamaları gibiydi.
6-7 gün süren bu şiddet olaylarında, bazı kamu binalarının işgal edildiği, yakıldığı haberleri var. Bu binalar arasında, su dağıtım tesisleri, elektrik dağıtım tesisleri de görülüyor. 300 yıllık Koye arşivinin de yakıldığı bildiriliyor. Bu şiddet olaylarında, altı-yedi gün içinde, 6-7 kişinin yaşamını kaybettiği haberleri de geliyor. İran, Irak, Haşdi Şabi yapımı olan altı-yedi gün süren bu olaylarda, esas hedefin Kürdistan hükümeti olmaktan çok özerk yönetim olduğu, Hewlêr olduğu, Mesut Barzani olduğu çok açıktır. Yolsuzluklarla mücadele elbette çok önemlidir. Ama, Kürdistan’ın bugünkü koşullarında yolsuzluk yapmayanın milyoner olması mümkün müdür? Yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma gibi olaylar, Bağdat’da, Irak yönetiminde çok daha yaygın, yoğun, değer olarak da daha şişkin değil midir? Bu çerçevede, Ali Javanmerd’in, 20 Aralık 2017’de, Zernews tarafından yayımlanan, İran’ın Kürdistan’daki B Planı, başlıklı yazısını görmekte yarar var.
Başta öğretmenler tarafından düzenlenen maaş mitingleri, gösterileri, yürüyüşleri, insana, 1948, 1949, 1950 yıllarında, Kenya’da yerliler tarafından gerçekleştirilen Mau Mau yürüyüşlerini hatırlatıyor. O yıllarda, Kenya’da da büyük bir yoksulluk vardı. Yerliler, yarı aç yarı tok yaşıyorlardı. Topraklar İngiliz sömürge yönetimi tarafından işletiliyor, yerliler bu çiftliklerde köle statüsünde çalışıyorlardı. Önemli bir kısmı cezaevindeydi, bir kısmı firardı. Buna rağmen halk sık sık sömürge yönetimine karşı Mau Mau (Çık git) yürüyüşleri yapıyordu. Yürüyüşlerde, Bazı yerlilerin elinde sadece değnek vardı. Sömürgeci yönetim ise yürüyüşçülere tüfekle muamele ediyordu. Her Mau Mau yürüyüşünde, onlarca kişi ölmüş, öldürülmüş olurdu. Ama bunca yokluğa baskıya rağmen bu yürüyüşler sürer giderdi.
Ama, Bağdat’ın, Haşdi Şabi’nin bunca zulmüne rağmen, Süleymaniye’de öğretmenlerin, memurların vs. bir protesto mitingi yaptıkları duyulmadı. Kürdi, Kürdistani bir tutum sergilenmedi. Yaşamak için elbette ekmek lazımdır. Ama ulusal özgürlük yoksa, maddi olanakları genişletmenin ne yararı olabilir?
Düşmanla işbirliği yaparak yaşamak, yaşam değildir. Şunca nüfusuna rağmen, dünya uluslar ailesi içinde yer alamadan yaşamak, nüfusu bir milyonun bile altında olan devletlerin, Kürdlerin geleceğini belirlediği bir dünyada yaşamak yaşam değildir… Bu anlayışa sahip yeni bir Kürd nesli de şüphesiz oluşacaktır.
Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne, Peşmerge Bakanlığı’na, Parastın’a, Başkan Mesut Barzani’ye Peşmergeye Eleştiri.
16 Ekim’den önceki birkaç günü hatırlayalım. Kerkük ‘te cephe komutanları, Kerkük’ü kararlı bir şekilde savunacaklarını açıklıyordu. Kerkük’ün karış karış savunulacağı vurgulanıyordu. Köşe yazarları, Kerkük’ün nasıl savunulacağını anlatıyorlardı. Herkesin açıklamasında “kanımızın son damlasına kadar…” şeklinde bir ifade vardı. Başkan Mesut Barzani’nin, “kimse cepheye gitmese bile ben tek başıma cephede olacağım” şeklinde bir vurgusu vardı. 24 Eylül’de, TV’deki görüntü şuydu. Bir masada Başkan Mesut Barzani ortada oturuyor. Bir tarafında, Cumhurbaşkanı Fuad Masum, öbür tarafında, Hêro Talabani, Qosret Resul… Referandumdan dönüş yok açıklaması yapılıyor. Bütün bu açıklamalar, tutumlar, Doğu’da, Batı’da, Güney’de, Kuzey’de, bütün Kürdlere, Kürdlerin dostlarına moral veriyor. Kürdler arasında umudu büyütüyordu. 16 Ekim’de ve sonrasında neler yaşandığını biliyoruz… Hiçbir direniş olmadı. Kerkük’ü korumakla görevli Peşmerge, savaş alanından kaçtı. Şengal’de ve Kürdistan’dan koparılan öbür alanlarda Peşmerge geri çekildi. Böylece, Kürdlük büyük bir yıkıma uğradı ve Kürdistan’dan koparılan öbür alanlar, tekrar Irak’ın, Haşdi Şabi’nin eline geçti. İki-üç gün direniş gerçekleşseydi, durum daha olumlu bir şekilde gelişebilirdi. 16 Ekim’de, Kerkük’deki bir direnişten, birakujî endişesiyle kaçınılsaydı bile, Şengal taraflarındaki bir direniş olumlu gelişmelere yol açabilirdi. Direniş, düşmanla işbirliği sürecini de geriletebilirdi.
Peşmerge, siyasal partilere bağlı. Kürdistan Demokrat Partisi’nin ve Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin, yüzbinleri aşan Peşmergeleri var. Hantal bir güç. Pek çoğunun “maaş”tan başka bir heyecanı yok, Halbuki, bütün Kürdlerin, bu arada Peşmergenin de “maaş”tan başka heyecanları da olmalıdır. Kürdler/Kürdistan gibi bunca zulüm gören acı çeken bir toplumda Kürd ulus bilinci, vatan bilinci, Kürdistan bilinci, “maaş”tan çok çok önce gelen bir heyecan olmalıdır. Peşmerge sayısının azaltılarak, muharip bir gücün, vurucu gücün oluşturulması kaçınılmaz görünüyor
Bu süreçte Parastın’ın rolüne dikkat çekmek önemlidir. Kasım Süleymani’nin Talabaniler’i sık sık ziyaret etmesi, gizli açık görüşmelerin farkına varılamaması üzerinde durulması gereken bir konudur. Pavel Talabani’nin duygularının, düşüncelerinin, düşmanla işbirliğine girdiğinin fark edilememesi, irdelenmesi gereken bir konudur. Peşmerge Bakanlığı’nın Pavel Talabani’yi hala görevde tutması, onu, komutanı olduğu birliği, geniş bir sınır hattını korumakla görevlendirmesi incelenmesi gereken ilişkileri ortaya koymaktadır. Bütün bu ilişkilerin, Başkan Mesut Barzani’nin de bilgisi dahilinde geliştiği dikkatlerden uzak değildir. Bu gelişmelerin sorgulanması gereği ortada durmaktadır. 16 Ekim’den, sonra başlayan günlerde, Pirde’de, Zumar’da, Rebia’da, Mahmur’da, gerçekleşen direnişler, Kürdistan’dan koparılan öbür alanlarda da gösterilebilirdi.
Savaş döneminde düşmanla işbirliği içine girmek, çok ağır bir suçtur. Böyle bir suça karşı, idari ve cezai yaptırımlar olması gerekir. Bunun için merkezi bir bürokrasinin, merkezi bir adalet sisteminin olması gerekir. Merkezi bir ordu yoksa, her siyasi partinin bir de ordusu varsa, merkezi bir bürokrasi, merkezi bir adalet sistemi nasıl kurulabilir? Bu konuda, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin şunca yıldır varlığına rağmen etkin, verimli çalışmalar yapamadığı da ortaya çıkmıştır.
Herşeye rağmen, Kürdlerin, Kerkük’deki bu büyük ihanetle hesaplaşmaları gerekir. Bu hesaplaşma yapılmadan, bu gerçeklere gözünü kapatarak ilerlemek kolay değildir. Bu büyük ihaneti sadece, Pavel Talabani ile açıklamak doğru değildir. Pek çok kişinin, çevrenin bu süreçte yer aldığı yakından biliniyor.
Haziran 2014’den sonra, IŞİD’in, Musul’u ele geçirmesinden ve Şengal’i işgal etmesinde sonraki gelişmeleri hatırlayalım. Bütün devletlerin Peşmergeyi eğittiğinden söz ediliyordu. Basında sık sık, “ABD silahlı güçleri Peşmergeyi eğitiyor”, “İngiltere Peşmergeyi eğitiyor” vs. “Almanya Peşmergeyi eğitiyor”, “Türk ordusu Peşmergeyi eğitiyor”, “Danimarka Peşmergeyi eğitiyor…” şeklinde birçok, açıklama okuyorduk. Bu şekilde onlarca açıklamalar vardı. Bu eğitim Peşmergeye ne verdi?
Başına “kahraman” sıfatını koymadan Peşmerge sözcüğü ağızlara alınamıyordu. “Peşmergeyê Qehreman”. Bütün ambargolara rağmen, Peşmergeye her türlü maddi ve manevi olanağın sağlandığı da biliniyor. Kanımca Kürdlerin kahramanlara ihtiyacı yoktur. Milli duygulara sahip, Kürd ulus bilincine, Kürd vatanı bilincine sahip, cesaretli kişilere ihtiyacı vardı. Bu duygular, bu bilinç de eğitimle falan elde edilmez. Bunlar yaşanır. Bu duygulara, bilince sahip olmak cesur olmayı da içerir. Cesaret, bu duygulardan bu bilinçten doğar.
Uzun süren savaşların, Kürdlerde böyle bir duygular yaratamaması şaşırtıcıdır. Bu duygular olmadığı veya çok cılız olduğu için, Kürdler 2014’deki IŞİD saldırısında, taşınabilir para ve mücevherlerini yanına alıp, çoluk-çocuğu arabaya bindirip kaçmaya başlamışlardır. Nereye kaçıyorsun, taşınmaz mallarını niye savunmuyorsun? Seni anlayacak, karşılayacak dost bir güç mü var?
Bütün bunlar, Kürd ulus bilincinin, Kürd vatanı bilincinin oluşamamasıyla yakında ilgilidir. Böyle bir bilinç gelişse vatanını savunur, bu savunmayı sadece Peşmergeden beklemez. Böyle bir bilinç gelişmediği için, veya çok cılız olduğu için özgürlük de gelmez. Bütün bunların, Kürdler arasında umudu erittiği de açıkça görülmektedir.
300 metrekarelik evlerde oturmak, lüks arabalarda dolaşmak, 15 katlı, 30 katlı apartmanlar dikmek, oteller yapmak, 50 metrelik, 80 metrelik yollar açmak özgürlük getirmez. Şehir hayatında bunlar elbette önemlidir. Ama özgürlük yoksa, bunlar çok da anlamlı değildir. Özgürlük yoksa, saraylarda otursanız bile bunun bir değeri, bir anlamı yoktur. Bu eleştirilere, Kürdler de bunlara layık değil mi diye tepki göstermek doğru değildir. Her halk gibi, şüphesiz, Kürdler de hayatı kolaylaştıran, rahatlatan bütün yaşam araçlarına layıktır. Ama özgürlük yoksa, böyle görkemli, şatafatlı, gösterişli yaşamak, vicdani olarak kabul edilebilir bir yaşam değildir.
Bu konuda, Mele Mustafa Barzani ile Peşmerge Komutanı İsa Suvar arasında geçen bir olayı nakletmek gerekir sanıyorum. 1970’lerde, birkaç arkadaştan duymuştum. 11 Mart 1970 anlaşmasının ilk bir-iki ayı. Kürdler bu kazanımdan dolayı çok mutlu, sevinç içinde. Peşmerge Komutanı İsa Suvar lüks arabalarda dolaşmaya başlamış. Mele Mustafa Barzani bunu fark etmiş. Bir gün İsa Suvar’a şöyle demiş: “İsa, bakıyorum hep kuyruklu arabalarda dolaşıyorsun. Henüz her şey tamamlanmadı, henüz özgür değiliz. Dünkü mağara hayatımızı çabucak unutma…”
Şu ilişkilere dikkat çekmek de kanımca önemlidir. Mele Mustafa Barzani döneminde Kürdlerin savaş kararı almaları, bu kararı yaşama geçirmeleri daha kolaydı. Kürdlerin, o zaman kaybedecekleri fazla olanakları, fazla malları-mülkleri yoktu. Hewlêr, Duhok, Süleymaniye, Halepçe, Zaho, Akre, Koye, gibi şehirlerinin, o zamanki durumlarından bunu anlamak mümkündür. Günümüz öyle değil. Kürdler artık epey zenginleştiler. Bu zenginlik toplumda eşit bir şekilde dağıtılmış olmasa da, yolsuzluktan, rüşvetten, adam kayırmadan söz edilse de, toplumun en alt kesiminde yer alanların da bu zenginlikten pay aldığı söylenebilir. Mal-mülk sahibi oldular. Bunları korumak elbette önemli.
Bütün bunlara rağmen bu gelişmelerde, zenginleşmenin hangi dönemde meydana geldiği konusu üzerinde durmak çok daha önemli olmaktadır. Toplumsal ve ekonomik zenginleşmenin, Kürdlerin kendi kendilerini yönetebildiği, daha özgür bir şekilde yönetebildiği ortamlarda, geliştiği, özellikle Kürdistan Bölgesel Yönetiminin oluşmasından sonra hızlandığı açıktır. O zaman bu ortamı korumak geliştirmek çok daha önemli olmaktadır.
Başkan Mesut Barzani eleştirilirken, en sağlıklı Kürdistan perspektifinin Mesut Barzani tarafından konulduğunu da vurgulamak gerekir. Başkan Mesut Barzani, Bağımsız Kürdistan perspektifini, 15 yaşından itibaren başladığı Peşmergelik sırasında edinmiştir. Bu süreç içinde başkan Barzani, Irak’ın, İran’ın, Türkiye’nin, Suriye’nin, daha sonra, İngiltere, Fransa, ABD, Sovyetler Birliği/Rusya Federasyonu gibi devletlerin, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, İslam Konferansı gibi uluslararası kurumların, anti-Kürd oyunlarını, Bağımsız Kürdistan’ın en sağlam yol olduğunu kavramıştır. 25 Eylül’den sonra, 16 Ekim’den sonra, yaşanan bunca acı sürece rağmen bu perspektifin gerçekleştirilmesi için çaba göstermek kanımca çok önemlidir.
Bu perspektif ise, başta bölge devletlerinin, daha sonra da İngiltere, Fransa, Almanya, ABD, Rusya gibi devletlerin, uluslararası kurumların tepkisini çekti. Haziran 2014 IŞİD saldırısından sonra ve Kürdlerin, İŞİD’e karşı çok çetin bir savaşa girip başarılı olmasından sonra, dünyanın, Kürdlere, Kürdistan’a karşı biraz daha olumlu bir tutum sergileyeceklerine dair bir kanaat oluşmuştu. Bu kanaatin yanlışlığı da ortaya çıktı. Anti-Kürd Dünya Nizamımda bir değişiklik olmadığı ortaya çıktı.
Yine de şu konunun irdelenmesinde yarar vardır. Başkan Mesut Barzani, 16 Ekim sabahında, ihanetin ilk saatlerinde, “büyük bir ihanete uğradık” deyip, ihaneti açıklayıp, “buna rağmen Kürdistan mücadelemiz devam ediyor, ben cepheye gidiyorum, Kürdistan isteyenler, arakamdan gelsin…” benzeri kısa bir konuşma yapsaydı, durum nasıl gelişirdi? Bu varsayımı düşünülmesinde de yarar vardır. Başkan Mesut Barzani’nin, neden böyle bir karar alamadığını irdelemek önemli olmalıdır.
25 Eylül’ün, 16 Ekim’in Gösterdiği
25 Eylül referandumu sonucu gelişen olaylar bize neyi gösteriyor? 16 Ekim’den sonra gelişen süreç bize neyi gösteriyor? 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde kurulan Uluslararası Anti-Kürd Nizam hala ayaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Uluslararası Anti-Kürd Nizam’a ek olarak kurulan Bölgesel Anti-Kürd Nizam da ayaktadır, etkindir. Son yıllarda ise, Kürdlerin, Kürdlere karşı kurduğu üçüncü bir anti_Kürd ittifak daha belirmeye başlamıştır.
27 Ekim 2017 günü, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde, Kürdistan’dan koparılan alanlarla ilgili bir kapalı toplantı yapılmıştı. Bu toplantı, İsveç ve Fransa’nın talebi üzerine gerçekleşmişti. Bu toplantıya 15 ülke tarafından hazırlanan ve imzalanan bir karar tasarısı sunulmuştu. Bu karar tasarısının birinci maddesinde, “Kürdlerin haklarına saygı duyulmalıdır” ifadesi vardı. İngiltere’nin talebi üzerine, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde, bu madde tasarıdan çıkarılmıştı. Bu Uluslararası Anti Kürd Nizam’ın, Sykes-Picot düzeninin hala etkin olduğunu, ayakta olduğunu göstermektedir.
Avrupa’yı, Avrupa yapan değerler vardı. Ama, bugün, İngiltere, Fransa, Almanya gibi Avrupa devletleri, Kürd/Kürdistan sorunları karşısında, kendi değerlerini çiğneyerek, Ortadoğu’nun, ırkçı, mezhepçi, otoriter, ayrımcı devletlerinin örneğin, Irak’ın yanında yer almaktadır. Avrupa’ya, kendi değerlerini hatırlatmak, kendi değerlerinizin, Avrupa’yı Avrupa yapan değerlerin yanında durun demek elbette önemlidir. Ama, bunun, kısa zamanda olumlu bir yöne evrileceği olası görünmüyor. Buna rağmen Avrupa ülkelerine bu eleştirileri yapmak çok önemlidir.
ABD, Kürdlerin, Kürdistan’ın geleceğinde önemli bir devlettir. Ama ABD’de, Kürd/Kürdistan sorunlarına demokrasi, değerleriyle yaklaşmamaktadır. Kürd/Kürdistan sorunları karşısında, Ortadoğu’nun, örneğin, Irak’ın ırkçı, mezhepçi, otoriter, ayrımcı politikalarının yanında yer almaktadır.
ABD, Kürdlerin, Irak’ta bir statüye sahip olmalarında büyük bir role sahiptir. ABD’nin 2003’te, Irak’a silahlı müdahalesi sonunda Saddam Hüseyin rejimi yıkılmıştır. Baas Partisi, el Muhaberat, ordu dağıtılmış, kitle imha silahları imha edilmiştir. Kürdlere çok büyük tehdit olan bu kurumların dağıtılması, etkisiz bırakılmaları, Kürdlerin önünü açmış, Kürdistan Bölgesel Yönetimi böyle kurulmuştur. Bu süreçte, ABD’nin rolü elbette çok önemlidir. Ama günümüzde ABD, soruna demokrasi değerleriyle yaklaşmamaktadır.
ABD’nin, bugün, Ortadoğu’da, İran’ı etkisiz bırakma gibi bir politikası vardır. Örneğin, Haşdi Şabi’yi terörist ilan etmektedir. Ama, ABD, bugün, hala Irak’a yatırım yapmaktadır. Halbuki, Irak’a yatırım, İran’a, Haşdi Şabi’ye yatırım demektir. Kürdler, demokratik bir atılım yaptıkları zaman, örneğin, referandum gerçekleştirdikleri zaman, buna tepki göstermekte, bu raferandumu etkisiz bırakmak için, İran’ın, Irak’ın, Haşdi Şabi’nin başlattıkları savaşta, İran’ın, Haşdi Şabi’nin yanında durmayı içine sindirmektedir. 26 Eylül günü, % 72 katılıma ve % 93 evet’e rağmen, referandumu kabul etmiyoruz, diyen ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’dur. ABD, önemli tarihsel anlarda Kürdlerin, Kürdistan’ın değil, Kürdlere baskı yapan devletlerin yanında durmakta, onların baskı politikalarına destek vermektedir. ABD’ye bu politikasının çelişkilerinin anlatmak elbette önemlidir. Ama, bunun da yakında olumlu bir yönde gelişeceği mümkün görünmüyor. İbrahim Küreken, “ABD, Kerkük, Afrin!” yazısında, ABD’nin dikkate değer bu çelişik, anlaşılmaz bir şekilde, dört bir tarafa savrulan tutumunu analiz etmektedir. (Nerinaazad, 24.1.2018)
Bu olumsuz gelişmeleri, batılı devletleri eleştirirken, Kürdlerin, Kürdistan’ın iç yapısından, siyasal partilerin birbirlerine taviz vermeyen, her zaman kendi örgütsel çıkarlarını, Kürdistan’ın genel çıkarlarının önünde tutan yapısında da söz etmek gerekir. Kürdlerin, dış güçler karşısında bir arada görünmemeleri de bu tür olumsuz gelişmelerin önünü açmaktadır.
İş Kürdlerin özüne düşmektedir. Kürdistan’ın güneyinde, Kürdler uzun yıllar özgürlük mücadelesi yürüttüler. 1920’ler, 1930’lar, 1940’lar, 1960’lar, 1970’lar, 1980’ler savaşlarla böyle geçti. Ama, Peşmerge mücadelesinin vatan bilinci, Kürdistan bilinci yaratamadığı görülmektedir. 1980’lerin ortalarında başlayan, 30 yılı aşkın bir zamandır sürüp gelen gerilla mücadelesi de böyle bir bilinç, Kürdistan bilinci, Kürd dil bilinci, vatan bilinci yaratamadı. Üstelik, PKK/KCK bu konularla uğraşmanın, gerilik, ilkellik olduğunu da vurguluyor.
Halbuki, Kürdler için, Kürdistan için bu çok önemli bir konudur. Hayati bir konudur. Burada, Kürdlerin birliğinden söz edilmiyor. Kürdlerin, Kürdistan bilincine, vatan bilincine varmadıklarını, Kürd ulusu bilincine varamadıkları belirtilmeye çalışılıyor. Milli duygunun zayıflığından söz ediliyor. Örneğin, Kuzey’de, Kürd dili bilincinin bile oluşmadığı belirtiliyor.
Bu bilinçlerin en çok Kürdlerde gelişmesi gerekir. Buna en çok Kürdlerin ihtiyacı vardır. Çünkü gerek emperyal devletlerin, gerek, Yakındoğu’daki, Ortadoğu’daki devletlerin en ağır baskılarıyla karşılaşan Kürdlerdir. Sürecin fiili olarak ters işlemesi ise, çok olumsuz sonuçlar, anti-Kürd ortaya çıkarmaktadır.
Bu konulardaki bilinç eksikliğinden dolayı, Kürdler, birbirleriyle değil, düşman güçlerle, hasım güçlerle daha yoğun, daha sıkı ilişki geliştiriyor. YNK’nin bir kısmının, Goran’ın, Komel’in, İran’la kurduğu ilişkilerde büyük bir sorun olduğu görülmektedir. KDP’nin Türkiye ile yürüttüğü ilişkileri, ticari, diplomatik ilişkiler olarak değerlendirmek daha doğrudur. Başkan Mesut Barzani’nin, 25 Eylül 2017’den önce, Türkiye’yi ziyaretlerine dikkatle bakmak gerekir. Başkan Mesut Barzani gerek bu ziyaretlerin öncesinde, gerek Türkiye’de, gerek Türkiye’den döndükten sonra her zaman bağımsız Kürdistan açıklaması yapmıştır. Kendisini Türk politikasına göre sınırlandırmamıştır. Bu çok önemli bir nirengi noktasıdır. Ama, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin, Başkan Mesut Barzani’nin, 25 Eylül sonrasındaki tutumunu, 16 Ekim’deki ve sonrasındaki tutumunun irdelenmesinde, eleştirilmesinde yarar vardır.
Zaferler, Acılar, Utançlar…
Kürdler, geçmişte büyük zaferler kazanmamışlardır. Kalıcı olmayan, geçici birkaç zaferden söz edilebilir. Ama acılar çok büyüktür. 16 Mart 1988 büyük bir acıdır. Enfal çok büyük bir acıdır. Süleymaniye Merkez Güvenlik Karargahı acıdır. Saddam Hüseyin’in, Süleymaniye Merkez Güvenlik Karargahı gibi cezaevlerindeki Kadınların Şerefini Lekeleme Odaları tarifsiz, çok ağır bir acıdır. Ama bu acıların bazı Kürdlerde bağımsızlık duygusu yaratamamış olması Kürdleri birleştirememiş olması, bazı Kürdlerin, Kürd örgütlerinin hala Irak’ın birliğinden söz etmeleri, bağımsızlık peşinde koşan Kürdleri etkisiz bırakmak için Irak hükümetiyle işbirliğine girmeleri artık acı olarak kalmamaktadır. Utanca dönüşmektedir. Bütün bu ağır bedellerin bazı Kürdlerde bağımsızlık duygusu yaratamamış olması, bu Kürdlerin hala bu acıyı yaratan bir hükümetle işbirliği içinde olmaları üzerinde düşünülmesi gereken çok önemli bir konu olmalıdır. Antropoloji, Sosyal Bilimlerin çok önemli bir dalıdır. Kürdlerin bu tutumlarının, Antropolojinin kavramlarıyla araştırılması, incelenmesi önemli olmalıdır.
Auschwitz, dünyada herkes tarafından bilinmektedir. Ama, en az bunun kadar insanlık dışı bir kurum olan Süleymaniye Merkez Güvenlik Karargahı kimse tarafından bilinmemektedir. Böylesine insanlık dışı bir kurumu bile dünyaya tanıtamamış olmaları Kürdlerin çok büyük bir eksikliğidir.
Süleymaniye Merkez Güvenlik Karargahı Süleymaniye’dedir. Eski Süleymaniye tarafında… Bu durumda, Süleymaniyelilerin daha Kürdi, daha Kürdistani olmaları beklenir. Halbuki hiç böyle değil. Hala “Irak’ın birliği” diyen YNK taraftarları, Talabani taraftarları hiç de az değil
Bazı Kürdlerin, Bağımsızlık Referandumu’na, “bu Mesut Barzani’nin prestijini arttırır…” diye karşı durmaları çok çarpık anti-Kürdi, anti-Kürdistani olan bir davranıştır. Kürdlerin, Kürdlere vereceği taviz sonuçta Kürdistan’ı büyütür, Kürdlerin Kürdlere, değil, Kürdistan’a baskı yapan devletlere verdiği taviz ise, Kürdistan’ı küçültür, Kürdlerin onurunu zedeler. Gelecekte, “düşmanla işbirliği yapanlar” olarak anılmak, “düşmanlarını sevindiren bir halk” olarak anılmak herhalde sakınılması gereken bir durumdur.
Kürdlerin tarihinde kalıcı zaferler yoktur veya çok azdır ama acılar çok büyüktür. Üstelik bu acılar acı olarak da kalmamakta utanca dönüşmektedir. Bunlardan dolayı Kürdler, her türlü örgütsel çıkarlarını aşarak Kürdlerin, Kürdistan’ın genel çıkarları doğrultusunda bir bilinç geliştirmelidir. Bu elbette yüksek Kürd/Kürdistan bilincin oluşumunu gerekli kılar. Bu bilince ulaşanlar, olumsuz gelişmeleri aşmaya, birbirleriyle daha sıcak ilişkiler geliştirmeye çalışırlar.
Kürdistan’ın güneyinde, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde gelişen bazı süreçleri bilmiyoruz, anlayamıyoruz. Onların da bize anlatamadıkları, anlatmak istemedikleri bazı konular olabilir. Sorunların böyle bir yönü olabilir.
Uluslararası İlişkiler…
Uluslararası ilişkiler eşitlik, özgürlük, adalet gibi, evrensel değerler üzerinden yürümüyor. Devletlerin hakları, çıkarları, kazançları üzerinden yürüyor. “Milletler Cemiyeti”, “Birleşmiş Milletler” gibi örgütlerin isimlerinde “milletler” sözcüğü olsa da bu örgütler her zaman, devletlerin çıkarların, haklarını savunmuşlardır. “Milletler’in haklarını, özgürlüklerin hiçbir zaman savunmamışlardır. Bu konuda, Kürdler/Kürdistan çok çarpıcı bir örnektir. Bu konuda, örneğin İsmail Beşikci’nin yazılarıyla, günlük basında yer alan gazetelerdeki köşe yazarlarının, radyo, televizyon yorumcularının çok büyük bir kısmının yazıları, tutumları arasında çok büyük bir farklılık vardır. Bu köşe yazarları, yorumcular, devletlerin güvenliğini esas almaktadırlar. Bunlar için, Kürdlere/Kürdistan’a yapılan haksızlıklar, Kürdlerin hakları, özgürlükleri vs. hiç önemli değildir. Örneğin Kürdler, Kürdistan Bölgesel Yönetimi, referandum kararını açıkladıkları zaman, “Irak buna karşı durur, çünkü bu Irak’ın güvenliğini zedeler, Irak’ın toprak bütünlüğünü tehdit eder” şeklinde yazılar yazılmakta, yorumlar yapılmaktadır. “Kendi güvenlik endişelerinden dolayı İran buna izin vermez…” denilmektedir. Türkiye’nin ve Suriye’nin de benzer açıklamalar yaptıklarına, değindiler. Kürdlerin hakları, özgürlükleri, Kürdler’e /Kürdistan’a yapılan haksızlıklar hiç gündeme gelmez. En fazla “bu karar Kürdler için de yararlı değildir” denir. ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya gibi devletlerin de, Irak’a kurdukları ticari ve diplomatik ilişkilerden dolayı, Irak’ın yanında yer alacakları, Irak’ı savunacakları vurgulanır. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, İslam Konferansı gibi örgütlerin de aynı şekilde davranacakları vurgulanır.
Ama bu Kürdler/Kürdistan için böyledir. Örneğin, Filistinli Araplar için hiç böyle değildir. Filistin konusunda her zaman Filistin halkının hakları, özgürlükleri, Filistinli Araplara yapılan haksızlıklar gündeme getirilir. Bu konuda, Yahudilerin haklarına/hukuklarına vs. hiç vurgu yapılmaz. Örneğin, Filistin’in Yahudilerin de yurdu olduğu, İ.Ö. 1100 yıllarında, burada zaten bir Yahudi devletinin olduğu vs. hiçbir zaman söylenmez. 1948’den beri İsrail’deki iki resmi dilin birinin Arapça olduğu hiç vurgulanmaz.
Birleşmiş Milletler’in, Filistin sorununa ve Kürd/Kürdistan sorununa çok farklı standartlarla yaklaştığı besbellidir.
Bu değerlendirmelere rağmen, Kürd/Kürdistan sorunlarının, devletlerin güvenlik endişeleri açısında değil, Kürdlerin/Kürdistan’ın hakları ve özgürlükleri açısından ele alınmasında büyük yarar vardır. Akademik incelemelerde, elbette bu konulara dikkat çekilmesi önemli olacaktır. Devletlerin güvenlik endişelerinin neden doğduğunun incelenmesi önemlidir. Siyasal ilişkilerde de özellikle Kürdlerin bu konulara önem vermesi yerinde olacaktır.
Kürdlerin mücadelesi, bu mücadelenin dünyaya neden özü itibarıyla algılanmadığı incelenmesi gereken bir durumdur. Monserrat Guibernau’nun “Devletsiz Uluslar ve Ulussuz Devletler” başlıklı bir yazısı var. (Milliyeçiilik Üzerine, Üzerine, Derleyen: Işıtan Gündüz, Nisan 2008 içinde çev. Neşe Nur Domaniç, s. 6-43)
Yazı 1996 tarihli. Yazıda, Galler ve İskoçya, Katalonya ve Bask, Quebec ve Flanders inceleniyor. Kürdlerin adı da bir kelimeyle geçiyor ama, Kürd/Kürdistan mücadelesinin geçmişi ve bugünü hakkında aydınlatıcı bir bilgi verilmiyor. Bu, birinci planda, Anti-Kürd Dünya Nizamı’nın araştırmaya, bilime, incelemeye nasıl yansıdığı veya neden yansımadığı ile ilgilidir. Yaklaşık olarak, bir asırdır süren bu mücadelenin basında, araştırmada, incelemede yer bulaması dikkate değer bir konudur. Ama, ikinci planda, bu süreçlere karşı, genel olarak Kürdlerin duyarsızlığını saptamak da önemlidir. Yazı 1996 tarihli. Bugün, durum biraz daha olumlu bir yönde gelişiyor olabilir.
Birleşmiş Milletler’in, Sömürgelere Bağımsızlık Bildirgesi
14 Aralık 1960 tarihli ve 1514 sayılı Birleşmiş Milletler Genel Kurul Kararı’nın bu ilişkiler ağında incelenmesinde yarar vardır.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun bu kararı, “Sömürge Ülkelere ve Halklara Bağımsızlık Tanıma Bildirgesi” olarak geçer. 7 maddelik bu bildirge, 1,2,3,5. maddelerinde, denizaşırı, okyanus aşırı sömürgelerin bağımsızlaşmasını savunmakta, 4,6,7. maddeleri ise, toprak bütünlüğü kavramına dikkat çekerek, bitişik sömürgelerdeki ulusal kurtuluş hareketlere karşı çıkar. Bu tür hareketlerin bastırılması konusunda, ilgili devlete yardım edileceğinden söz eder. Görüldüğü gibi bu, kendi içinde çelişik, kendi içinde zıt hükümler içiren bir karardır.
Bu çerçevede, Fuad Hüseyin’in bir yazısını değerlendirmek gerekir kanısındayım. Bu yazı Hevdem Dergisi’nde yayımlanmıştır. (Fuad Hüseyin, Kendi Geleceğini Belirleme Hakkı’nın (Self Determination) Legal Genel Kavramı ve Kürd Sorunu, Hevdem, Sayı 7, Haziran 1994, s. 32-39)
Bu yazı ile ilgili olarak Hevdem, yazının sonuna, şöyle bir açıklama koymuştur. “Bu makale, Yearbook of the Kurdish Academy 1990/Kürt Akademisi’nin 1990 Yıllığı, kitabındaki İngilizce orijinalinden, Kürdçe’ye çevrilmiştir. Yazar Fuad Hüseyin, aynı makaleyi daha önce, 1985’de Amsterdam’da yayımlamış ve 1987 yılında İtalya’da, İtalyanca yayımlanmıştır.”
Görüldüğü gibi, makalenin ilk yayımlanışından bugüne kadar, 28-33 yıl geçmiştir. Fuad Hüseyin’in düşüncelerinde değişiklikler olmuş olabilir. Kişi olarak ben bunları bilmiyorum. Bu yazıyı Hevdem’deki yayımlanmış şekliyle değerlendirmeye çalışacağım. Fuad Hüseyin’in bu konu ile ilgili olarak daha sonra başka yazıları da olmuşsa, bunları da bilmek elbette çok önemlidir. Fuad Hüseyin, yazısında şöyle söylemektedir.
“Kürt hareketinin durumunu, diğer özgürlük hareketleriyle karşılaştırdığımızda, Kürt sorununun, ‘Sömürge Ulus’ kategorisine girmediğini görürüz, bunun sebebinin de sömürgeciliğin geleneksel anlamının, bir sömürgenin, denizaşırı ülkeler tarafından sömürgeleştirilmesiyle alakalı olduğu görülür ki bu da Kürdlere uygulanmaz.”(s. 38)
Fuad Hüseyin, bugün, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde, Başkanlık Divanı Başkanı olarak görev yapmaktadır. Kürdistan hükümetinin, bazı uluslararası ziyaretlerine, temaslarına da katılmaktadır.
Afrika’daki Sömürgeler, Kürdistan…
Aslında, Kürdistan sömürge bile değildir. Bu söz, “Kürdistan keşke sömürge olsaydı”, “Kürdistan keşke sömürge olarak kurulsaydı…” anlamına gelmektedir. Kürdler, Kürdistan, 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, dönemin iki büyük emperyal gücü, Büyük Britanya, ve Fransa tarafından ve Yakındoğu’nun, Ortadoğu’nun iki köklü devleti yani, Türk, Arap ve Fars yönetimleri tarafından bölünmüş, parçalanmış, paylaşılmış ve her bir parçası, farklı güçler tarafından işgal edilmiştir. Kürd/Kürdistan adlarını tarihlerden ve yeryüzünden silmek, yani asimilasyon, inkar ve imha temel amaçtır. Kürdistan, manda/sömürge olsaydı, Kürdistan’ın sınırları çizilirdi. Sınır elbette çok önemlidir. Afrika’da sömürgelerin sınırları, 1885’de, Berlin Antlaşmasıyla çizildi. 16. Yüzyıldan itibaren, Afrika’yı işgal etmeye çalışan Hollanda, İspanya, Portekiz, Büyük Britanya, Fransa, Almanya, İtalya, Belçika gibi güçler, 1885’de oturdular, Afrika’da fiili olarak bulunmalarını hukukileştirmeye çalıştılar. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Afrika’da sömürgeler bu sınırlar üzerinden bağımsızlaştı. Örneğin, sömürgeler arasında, bağımsızlıktan sonra, sınır kavgaları olmadı.
Kürdistan’daysa sınırlar bir türlü çizilemiyor. Kürdlerin bu konuda yaptığı üç girişim de başarısız oldu. İlki, 11 Mart 1970, Mele Mustafa Barzani ile Saddam Hüseyin arasında gerçekleştirilen, Kürdistan’ın özerkliği antlaşmasıydı. İkincisi, 2005 tarihli Irak Anayasası’nın 140. maddesiydi. Her ikisinde de Irak, çevredeki devletlerden aldığı güçle, o anlaşmanın, anayasanın amir hükmünün gerçekleştirilesi engellendi. 25 Eylül Referandumu üçüncü girişimdi. Buna Irak’ı, Türkiye’yi, İran’ı, Suriye’yi destekleyen “bütün dünya” karşı çıktı.
Fuad Hüseyin’in yazısında sözünü ettiği bütün sömürgeler bugün bağımsızdır. Kürdistan’da ise, ödenen bütün ağır bedellere rağmen bir ilerleme olamamıştır. Kürdistan sömürge bile değildir. 1920’lerde kurulan Uluslararası Anti-Kürd Nizama devam etmektedir, hala ayaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ından sonra kurulan, Bölgesel Anti-Kürd İttifak’da devam etmektedir. Üstelik, son yıllarda, Kürdlerin, Kürdlere karşı kurduğu yeni bir Anti-Kürd İttifak da belirmiştir.
Yukarıda sözü edilen, Birleşmiş Milletler Genel Kurul Kararı’nın, kararda geçen, “denizaşırı ülkeler” kavramıyla değerlendirilmesi önemli olabilir. Ama bağımsızlık verme kararının gerekçesi çok daha önemlidir.
Gerekçe kısaca şudur. Sömürgeler, baskıyla, zulümle yönetilir. Baskı zulüm ülkenin, halkın, toplumsal, ekonomik, kültürel, siyasal olarak gelişmesini engeller. Bu bakımdan bu ülkelere, bu halklara, kendi kendilerinin yönetebilmeleri için bağımsızlık vermek gerekir…
Baskı, zulüm çok daha önemli bir kavramdır. Baskı-zulüm, nerelerde daha çok yaşanır? Denizaşırı sömürgelerde mi, bitişik sömürgelerde mi?
Afrika’da sömürgelerin bağımsızlık kazanması sürecinde, silahlı mücadele sadece dört ülkede gerçekleşti. 1954-1960 arasında, Cezayir’de, 1973-1975 yılları arasında, Portekiz sömürgeleri, Gine Bissau’da, Angola’da ve Mozambik’te. 1970’lerde, 80’lerde gelişen ve 1993’te başarıya ulaşan, Habeşistan’a karşı sürdürülen Eritre Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’nde de söz etmek gerekir. Geriye kalan bütün sömürgeler, emperyal ülkelerle, sömürge ülkelerdeki Ulusal Kurtuluş Cepheleri arasında gerçekleşen Anayasal Görüşmeler sürecinde bağımsızlıklarına kavuştu.
Örneğin, Portekiz sömürgeleri, Angola’ya, Mozambik’e bakalım. Lizbon ile bu ülkeler arasında en az 10 bin km., 8 bin km. mesafe var. Savaş araç gereçlerinde, insan kaynaklarında, asker sayısında bir eksiklik ortaya çıktığı zaman, 10 bin km.yi, 8 bin km.yi aşarak bu eksiklikleri tamamlamak zorundasınız. Hava koşulları her yerde, her zaman aynı olmayabilir. Hava koşulları uçuşu belirli bir noktadan sonra engelleyebilir.
Kürdistan için durum ise çok değişik. Bağdat’tan kalkan bir savaş uçağı ise, bir saate varmadan Kürdistan’a ulaşmakta ve bombardımana başlamaktadır. 350 km. çok kısa bir zamanda katedilmektedir. Ayrıca, Arap ordusunun ikinci büyük karargahı zaten Musul’daydı, yani Kürdistan’ın içinde… Bu bakımdan, buralarda, baskı, zulüm daha kolay kurulabilir, daha ağırdır.
Bunun ötesinde, Afrika’da koloniler daha çok ülkenin okyanus kıyılarında, veya nehirlerin, denizlere, okyanuslara döküldüğü alanlarda faaliyet yürütmektedir. Ordu da buralarda etkilidir, iç bölgelerde etkili değildir. Baskı-zulüm devamlı olamamaktadır. Kürdistan’daysa, Kürdistan’ın kılcal damarlarına kadar girmeye çalışmaktadır. Baskı-zulüm devamlı olarak etkisini gösterebilir. Bütün bunlardan dolayı, baskı, zulüm, bitişik sömürgelerde çok daha devamlıdır, ağırdır.
Büyük Britanya’nın, Fransa’nın, Portekiz’in vs. sömürgelerini nasıl yönettiklerinin biliyoruz. Bunların hiçbirisi, sömürgelerinde, sömürge halklara karşı zehirli gaz kullanmamıştır, kullanamamıştır. Kullanmaya niyet etmişse bile, uluslararası baskılardan, eleştirilerden, kınamalardan vs. çekinerek bu tür operasyonlara girmemiştir. Saddam Hüseyin dönemini düşünelim. Saddam Hüseyin, Kürdlere karşı zehirli gazları sistematik bir şekilde kararlı bir şekilde kullanıyordu. 16 Mart 1988 Halepçe bir soykırımdı. Enfal bir soykırımdı. Bu soykırıma karşı, İslam Konferansı’nın Birleşmiş Milletler’in, Avrupa Konseyi’nin, Avrupa Birliği’nin, yani bütün dünyanın sessiz kaldığının da ayrıca bilinmesi gerekir.
16 Mart 1988’de Halepçe’de bu soykırım gerçekleştiği zaman, İslam Konferansı, Kuveyt’de toplantı hallindeydi. Ama, İslam Konferansı’nın sonuç bildirisinde bu soykırıma ilişki hiçbir cümle yer almadı. Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya gibi ülkelerde de, ABD’de, Sovyetler Birliği vs. gibi ülkelerde de bu soykırıma karşı bir tepkinin görülmediğini de vurgulamıştık. Bunlar, Saddam Hüseyin’in, kimlere güvenerek böylesine büyük operasyonlara girişebildiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Burada, uluslararası ilişkilerin, hak, hukuk, özgürlük, eşitlik, adalet gibi evrensel değerler odak noktasında yürümediği, devletlerin çıkarları çerçevesinde yürütüldüğü biliniyor. Ama yine de uluslararası ilişkilerin, kapitalist bir ahlakı olmalıdır. Soykırım gibi insanlığa karşı suçlar, kabul edilmemelidir, bu suçlar görmezlikten, bilmezlikten, duymazlıktan gelinmemelidir. Kim olursa olsun, ister kapitalist, sanayici olsun, ister işçi olsun, bu suçlara karşı durulmalıdır.
Yukarıda, 16 Mart 1988’de gerçekleşen, Halepçe’de meydana gelen Kürd soykırımına bütün dünyanın sessiz kaldığını görmezlikten geldiğini belirtmiştik Enfal neydi? Enfal bütün 1988 yazında sonbaharında devam etti. Kürdler, köylerine yapılan bir baskınla, evlerinde çıkarılıyor. Kadın-erkek, genç-ihtiyar, çoluk-çocuk evlerinden çıkarılıyor, daha sonra, evleri, köyleri yakılıyor, arabalara bindirilip Topzava denen bir toplama kampına götürülüyordu. Topzava gibi birçok toplama merkezi daha vardı. Daha sonra, bir yığın işkence ve hakaret gördükten sonra, yetmişbeşer yetmişbeşer daha önce hazır edilmiş bir çukurun başına götürülüyor, kurşuna diziliyordu. Her çukura 75 kişi doldurulduktan sonra çukur topraklar kapatılıyordu. Saddam Hüseyin 1988 yaz ayları boyunca Kürdistan’da bu tür operasyonlar gerçekleştirdi. İran-Irak Savaşı’nın bittiği tarih olan 20 Ağustos 1988’den sonra daha yaygın ve karalı olarak yürütüldü. Batının demokratik devletleri, 16 Mart 1988 Halepçe’de gerçekleşen Kürd soykırımına karşı çıksaydı, Saddam Hüseyin’i, Baas yönetimini eleştirseydi, Enfal yaşama geçirilebilir miydi?
Arif Kurbani’nin, Umrean’dan Topzava’ya (Kerkük 2004, peyamaazadi, 2007) adlı çalışması ibret verici bir broşürdür. Bu broşür, Roşan Lezgin tarafından Kürd’çe’den Türkçe’ye çevrilmiş, 2007’de peyamaazadi tarafından yayımlanmıştır.
Uluslararası Hukuk, Kürdler
Hejarê Şamil, kurdistan-post.eu’daki yazılarında, Birleşmiş Milletler’in İkiz sözleşmelerine dayanarak, Kürdlerin bağımsızlık taleplerinin, Birleşmiş Milletler hukukuna uygun olduğunu, uluslararası hukuka uygun olduğunu ısrarla ileri sürmektedir. 1966 tarihli olan ve 1976’da yürürlüğe giren Ekonomik, Toplumsal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi ve Medeni ve Siyasal Haklar, Uluslararası Sözleşmesi…
Her iki sözleşmenin birinci maddeleri, “Her halkın kendi geleceğini özgürce belirleme hakları vardır” diye başlamaktadır. Yerine ve zamanına göre böyle bir yorumda bulunulabilir. Ama, Birleşmiş Milletler’in, Avrupa Konseyi’nin birçok belgesinin, çelişik içerikli hükümler barındırdığını da bilmekte yarar vardır.
14 Aralık 1960 tarihli Birleşmiş Milletler Sömürgelere Bağımsızlık Verme kararının gerekçesine dikkat çekilerek Birleşmiş Milletler’n tutumunun eleştirisi daha önemlidir
Kürdlerin, kendi aralarında birlik oluşturamamalarında, Kürdlere müştereken baskı yürüten devletlerin çok daha önemli olmaktadır. Bölünme parçalanma ve paylaşılma böyle bir durum yaratmıştır. Kürdlerin kendi arlarındaki çok küçük çelişkiler bile bu devletler tarafından büyütülmekte, Kürdlerin kendi aralarındaki birlik girişimleri, her yol ve yöntemle engellenmeye çalışılmaktadır. Bütün bu olumsuz gelişmeler ancak, bunların bilincine varılarak aşılabilir.
http://www.ilkehaber.com/yazi/gelecegini-belirleme-hakki-ve-kurdler-16890.htm