Türkiye’nin bir çok kentinde 7 haziran 2015 seçimi öncesi meydanlarda, alanlarda rengarenk flamalar altında, “Mor” ve “kızıl” tonlarının ağırlıklı olduğu renklerin gölgesinde, hayal tomurcuklarının çiçeğe durduğu günlerde, Türk metropollerinde “iktidara yürüyoruz” nidasıyla coşan kitleleri hayal ediyorum, SUR’un aralıksız olarak bombalandığı en soğuk anlarında!!!
Yaşamın, obüs toplarıyla, savaş tanklarıyla dövüldüğü on iki bin yıl öncesine dayanan bir medeniyetin kalbinde, insanlık düşmanlarının ağır kuşatılmışlığı altında duygu rıhtımında med-cezir`leri izliyorum.
Bazen gerçek ve hayal arasında duygu ve düşüncelerim birbirine karışıyor, tarifi olmayan bir ölüm yalnızlığında!
İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Kocaeli derken Türkiye işçi sınıfının kol kola girdiğini ve alanlarda “savaşa hayır” sloganlarıyla Ankara’nın iktidar rakımlı tepelerinde “halkların kardeşliği” barikatlarını ördüklerini görüyorum(!)
Milletvekilliği için maraton koşan “ittifak güçleri” grup ve partileri görüyorum. Alanlara sığdırmakta zorlandıkları kitleleriyle, Kürd halkıyla dayanışma ve moral mitingleriyle egemen güçlerine korku dolu kabus iklimini yaşatan, Kürdistan’ın kadim dostlarını görüyorum(!)
Türkiye’nin birçok alanlarında “enternasyonalist” ve “ümmet” şemsiyesi altında misak-ı milli sevdalı Türkiye devrimci hareketlerinin öncü kadroları “hayatı durdurun” çağrılarıyla yaşamı felç ettiklerini, bütün fabrikaların şalterlerini indirdiği genel grev dalgalarını görüyorum(!)
Boynundaki zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan Türkiye proletarya sınıfının o tarihsel sınıf ruhuyla, dayanışma eylemleriyle, Türkiye devrimci hareketleri “kış uykusu moduna geçmiştir” eleştirilerinin ne kadar “yersiz” olduğunu görüyorum!
Taksim’de direniş çadırlarından, Türk medyasının manşetlerine transfer olan Nişantaşı ve Cihangir’in o seçkin ve güzel bay ve bayanlarını görüyorum(!)
Yeltsin gibi tankların, iş makinelerinin önünde siper olmuş aktör ve senaristlerini, “samanlık gazileri”ni görüyorum, SUR’un o daracık sokaklarının başında(!)
Çukurova’nın milliyetçi tarlalarından, pamuk kozası gibi fışkıran “sosyalist” güzel-lerini görüyorum, barikatların öte tarafında(!)
Martin Luther King gibi: “benim bir hayalim var” diye alanlarda kitleleri coşturan aydın ve demokrat Türk dostlarımızın çağrılarını, haykırışlarını, dinliyorum, hüznün ağır bastığı yalnızlık girdabında(!)
Yeni bir yaşam iklimi için ilmik ilmik dostluk ve mücadele ağını örmeye çalışan “bağımsız” Türk demokrasi, barış ve sendikal güçlerini görüyorum, solmuş ufukların karanlığında(!)
Uluslararası zeminlerde Kürdistan halkıyla dayanışma komitelerinin kurulduğunu ve diplomasi lobilerinin arı gibi çalıştığını görüyorum(!)
Sokaklarda, caddelerde ve pazarlarda bire bir insanların ikna edildiği ve savaş lobilerinin kapılarına kitle gücüyle dayanan sol muhalefeti görüyorum(!)
Bahtı kara, taşı kara Diyarbekir’in kadim Bedeninin etrafında çaresiz bir şekilde dolanıp duruyorum, hüzünle, acıyla Sur’un yıkık yüzüne bakıyorum!
Dört Ayaklı minarenin dibinde yüzü koyun yatan ve son sözü “biz bu sivil ve tarihsel alanlarda savaş istemiyoruz” diye haykıran o aydınlık yüzü görüyorum!
Sokak aralarında, okul bahçelerinde gencecik değerlerimizin, canlarımızın cansız bedenlerini görüyorum!
Mardin kapıdan, Urfa Kapıya doğru yürürken Keçi Burcunun hıçkırıklarını, Yedikardeş Burcunun gözyaşlarını ve Evli Bedenin haykırışlarını dinliyorum!
Çift Kapı’dan, Tek Kapı’ya oradan da Dağ Kapı’ya, Şex Said Meydanına doğru yürüyorum. Bir yandan aralıksız top sesleri, kulakları sağır eden silah sesleri, bir yandan insanların ölümden kaçış paniğine tanıklık ediyorum! Meydanın etrafında dolanan ürkek güvercin sürüsünü dağıtmaya kararlı leş kargalarının ani saldırılarından sakınarak, Saray Kapıya doğru yol almaya çalışıyorum ama nafile! Her taraf kuşatılmış, her taraf kurşunlarla delik deşik edilmiş harabelerin arasında “YASAK” kuleleriyle karşılaşıyorum!!
Değişik Türk illerinden gelip Kürd’lerin oylarıyla müfettişlik görevini ifa eden bay ve bayan parlamenterleri, İttifak güçleri denilen anlı şanlı partileri, grup ve çevreleri görüyorum!
Bundan altı ay önce Silvan’a, Cizre’ye, Lice’ye Sur’a, gökkuşağı renginde kümeler halinde turistik grup gezilerini düzenleyenleri, boyunlarına “puşu” takıp sokak aralarında, barikatların arkasında gençlerle hatıra resmi çektiren “yoldaş”ları görüyorum(!)
Daracık sokakların derinliğine doğru yol aldıkça, yıkıntıların o girift dehlizlerinde soru soran halkın yüzündeki ifadeleri görüyorum! Nerede, Nasıl ve Niçin sorularının anlam yitirdiği, gerçeklerin ifade edilemediği bir mekanda, NEREDESİNİZ sorularıyla vicdanları kanatan bakışları görüyorum!?
Yanlışların kutsandığı, doğruların mahkum edildiği ütopya laboratuarlarında, sesimizi dünyaya duyurun diye yalvaran, yakaran annelerin haykırışlarını, küçücük çocukların gözbebeklerindeki öfke dolu bakışları görüyorum!!
Yüreklerinde kopan fırtınaları, kasırgaları hissediyorum! Sömürgeci şatoları yerle bir edecek toplumsal depremlerin öncü ayak seslerini duyuyorum.
İşgalci güçlerin, ölüm kustukları daracık sokaklarda Rozerin ve Çekdar’la karşılaşıyorum: Yüzükoyun yerde yatıyorlar, saygıyla kucaklayıp yıkık bir duvarın önünde oturuyoruz. Durmadan sorular sıralıyorlar. Boğazım düğümleniyor hıçkırıklardan dolayı, boğulacak gibi oluyorum! Bu nedir? Neler oluyor? NEREDESİNİZ? Sorularına yanıt bulmaya çalışıyorum. Akıl tutulmasının kol kanat gezdiği coğrafyada ölümle yaşam arasında sömürgeciliğin vahşetini anlatmaya çalışıyorum. Statüsüzlüğü, devletsizliği ve ulusal bütünlüklü Kürdistani bir ortak iradenin yokluğundan söz ediyorum. Rozerin ve Çekdar derin bir uykuya dalmış gibi gökyüzünün boşluğuna bakıyorlar, usulca gözkapaklarını kapatıyorum!!
Oradan ayrılıp “çıkmaz” sokakların labirentin de, bana sordukları soruları haykırıyorum bomboş yıkıntılar arasında! Vedalaşırken, onlar adına o soruları yüksek sesle haykırmamı tembihlediler. Elçiye zeval olmaz misali benden soru sormak, yanıtlayıp düşünmek ise muhataplarına ait. Artık vicdan ve cüzdan arasındaki ince çizgiyi takip etmek tamamen size kalmış!
Yüz binlere hitap ediyoruz diye dergi kapaklarını kitlesel direniş fotoğraflarıyla süsleyen politik çevreler, neredesiniz?
Ekranlarda bol bol mistik ve felsefi cümleler kuran, Kürd halkına “sosyolojik, ekolojik, komünalizm, anarşizm,”mor”izm ve “lbgt”izmin” derslerini veren, asimilasyon ve Türkiyelileşme sürecinin mimarları; yüz mimikleriyle, bir takım jestlerle sorunları çok iyi anlıyormuş gibi davranan güdümlü medyanın sunucu bay ve bayanları, her şeye güzellemeler yapan Kemalist cemaatin sol versiyonları, sağ versiyonları, İslami versiyonları sahi süreci okuyabiliyor musunuz?
Kürd halkının ulusal kurtuluş mücadelesini, Misak-i Milli’nin dişlileri arasında “Türkiyelileşme” formülüyle ehlileştirenler, “barış ve demokrasi” sözcüklerinin tılsımlı gölgesinde bir halkın geleceği hakkında karar veren umumi müfettişler neredesiniz?
Kürdistan ve Kürdlerin bölünmüşlüğünü inkar eden Misak-ı Milli’nin has savunucuları, Osmanlı imparatorluğunun rüyasını güncelleştirmeyi arzulayan Kuvayi Milliye’nin sağ ve sol borazanları, resmi ideolojinin akıl hocaları, korku ve yalan şatosunun akademisyen ve güvenlik stratejistleri siz vicdanınızın sesini duyuyor musunuz?
TV ekranlarında utanmadan ölüm seviciliğini yapan, ranttan, kandan ve başkalarının üzerinden nemalanan mesleğinin piri denilen ak saçlı yazar ve çizerler; gizli fonlarla finanse edilen, bölgenin nabzını ölçen genç asistanlar neredesiniz?
Haydi, gözünüz aydın sevgili Boğaziçi’nin yalı kanaryaları, uzaktan saha taraması yapan, teorik güzellemelerle gazeller okuyan “samanlık devrimcileri”, “Türkiyelileşme” rüyalarınıza ramak kaldı(!)
“Devletlünün sadrazamı” tarafından dört bir yanda tellallarla, ferman-lar buyurulmaktadır. Egemen güç odakları “yok olun” sihirliğiyle Kürdistan’ın kadim kentlerini birer birer kardeşlik teraneleri eşliğinde buharlaşmasını, boşaltıp yok olması için düğmeye bastılar. Bundan böyle, uzaklara gitmeye gerek kalmadı. Haşmetli devletlünüz ferman buyurmuş: Artık Silopi’yi Sanfrancisko, Cizre’yi Roma, Nusaybin’i Amsterdam, Sur’u ise Toledo olarak içselleştirebilirsiniz!!!
Nede olsa, işgal mantığı buyurgandır! Artık Kürdistan kentlerinin isimlerini, yerlerini, konum ve demografik yapısını tıpkı yap-boz misali dilediğiniz gibi değiştirebilirsiniz(!)
Misak-ı milli’nin ruhuna uygun yeni “Tunç eli” mabetler yaratabilirsiniz(!)
Övünç kaynağınız olan İttihat ve Terakki’nin tarihsel arzuları doğrultusunda yol alabilir, yeniden kıtalar arası at koşturma hayalleriyle egemenlik çadırında kımız içebilirsiniz(!)
Eğer hala yüreğinizde birazcık vicdan kırıntıları kalmışsa, gidip sokak aralarında savaş mağduru kedi ve köpeklerin rehabilitasyonu gibi sosyal aktivitelerle ekranlarda arz-ı endam edebilirsiniz!
ANLAYANA SİVRİ SİNEK SAZ, ANLAMAYANA NELER AZ!!? 10/02/2016 -AMED