Diyarbakır Barosu Başkanı, Kürt yurtseveri Tahir Elçi, Diyarbakır’da katledildi.
Tahir Elçi, Baro olarak üyeleriyle birlikte, Dört Ayaklı Minare’ye yapılan silahlı saldırıyı kınamak amacıyla , minarenin önünde bir açıklama yaptıktan birkaç dakika sonra katledildi. Olayı yansıtan tüm görüntüler, olay mahalinde bir çatışmanın olmadığını, silah kullananların sadece polisler olduğunu gösteriyor. Onlarca insanın yanyana durduğu bir ortamda, kurşunun sadece Tahir Elçi’yi adres olarak seçmesini bir ‘’tesadüf’’ olarak yorumlamak için hiçbir sebep yoktur. Çünkü muhatap olduğumuz devlet, para militer güçleri eliyle, 17 bin insanımızı ‘’faili meçhul’’ adıyla katledip, bugüne kadar da failleri ortaya çıkarmamak gibi kötü bir karneye sahip Türk Devleti’dir ve bu olayı da ‘’faili meçhul’’e ya da ‘’kaza kurşunu’’na bağlarsa hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.
Ayrıca, basın açıklamasının yapıldığı anda, olay mahaline yakın bir yerde YDG-H’lilerin polis tarafından ‘’en amatör bir şekilde’’ durdurulması, ardında polislerin öldürülmesi, kaçan YDGH’lilerin Tahir Elçi’nin bulunduğu noktadan geçmeleri, polisin onlara ateş etmesi, bir tek kurşunun bile bu YDG-H’lilere isabet etmemesi, ama Tahir Elçi’nin ensesinden tek kuşunla katledilmesi, Cüneyt Arkın’ın meşhur “Malkoçoğlu filmleri’’’nde bile görülemeyecek bir sahneyi oluşturmaktadır.
AKP iktidarı gerçekten Kürt halkının kendisine yeniden güven duymasını istiyorsa, bizlerin bu ‘’Cüneyt Arkın sahnelerini ‘’ gülerek seyr ettiğimizi bilmeli , hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde bu kirli cinayeti aydınlatmalıdır. Aksi durumda ‘’ihalenin” kendisinde kalacağını bilmelidir.
Evet, Tahir Elçi’nin son sözleri, bizler açısından miras alınacak bir siyasal tutumun da temel taşlarını oluşturmaktadır. Şöyle demişti Tahir Elçi:
‘’ Zihinlerimizde en çok canlanan, Diyarbakır ismiyle en çok anılan, en çok sembolize olan ‘Dört Ayaklı Minare’yi iki gün önce ne yazık ki ayağından vurdular. Bu tarihi bölgede, birçok medeniyete beşiklik etmiş, ev sahipliği yapmış bu kadim bölgede insanlığın bu ortak mekanında silah, çatışma, operasyon istemiyoruz. Savaşlar, çatışmalar, silahlar, operasyonlar, bu alandan uzak olsun.’’
Tahir Elçi’nin bu son sözleri aslında tüm Kürdistan ve Türkiye halkları için sahip olduğu yaklaşımın son bir kez daha dile getirilmesiydi. Tahir Elçi, hendeklere, süren çatışmalı ortama ve devlet terörüne karşı olduğunu defalarca net bir şekilde ortaya koymuştu.
Tahir Elçi’nin bu objektif ve doğru tutumunu hazmedemeyenler, PKK ile ilgili söylediği bazı şeyleri bahane ederek, son iki ayda kapsamlı bir şekilde, Hırant Dink örneğinde olduğu gibi, fiziken yok edilmesini vaaz eden büyük bir saldırı kampanyası başlattılar. Savcılar, tutuklama talebiyle mahkemeye sevkettiler. Tahir Elçi, açık bir hedef haline getirildi. İşte tek kurşunla katledilmesini de bu tablo içinde değerlendirmek, daha doğru sonuçlar çıkarmak açısından, daha bir önem kazanmaktadır.
Bu hedef göstermenin ne anlama geldiğini deneyimleriyle anlamış olan yüzbinlerce Kürdistanlı’nın yanısıra, Türkiye’den çok sayıda hukukçu, barış ve insan hakları savunucusu Tahir Elçi’yi son yolculuğunda yalnız bırakmadı. Bu görkemli sahiplenişe bakarak, Tahir Elçi’nin son sözlerinin sahiplenildiğinden hareketle gelecek adına umutlanabiliriz. Fakat Tahir Elçi’nin katline ferman ortamı unutmadan…
Unutmamak gerekir ki, Tahir Elçi’nin katline sebep olan temel neden, devam edegelen çatışmalı ortam ve Türk Devletinin, Kürdistan sorunundaki çözümsüzlükte ayak diremesidir. Sur Mahallesi hendeklerin kazıldığı, PKK ve YDG-H tarafından ‘’özyönetim’’ ilan edildiği yerlerden biridir. Devlet tarafından dönem dönem burada da sokağa çıkma yasağı ilan edilmekte, çatışmalar yaşanmakta ve bunun sonucunda çok sayıda insanımız yaşamını yitirirken, binlerce insanımız evini, işyerini terk etmiş bulunmaktadır.
Artık çok açık bir şekilde anlaşılmıştır ki, Türk Devleti hendekleri sebep göstererek, Cizre, Şemzinan, Varto, Silvan, Nusaybin, Sur mahallesi ve daha bir çok yerleşim yerinde olduğu gibi, şimdi de Derik’te yıkım ve katliamı esas alan, siyasal çözüm yollarını tahrip eden bir saldırı planı uygulamaktadır.
Aynı film her yerde neredeyse aynı senaryo ile, farklı farklı aktörlerle sahneye konulmaktadır. Önce hendekler kazılıyor, ardından devlet sokağa çıkma yasağı ilan ediyor. Sonra da tankıyla, panzeriyle, helikopteriyle, polisi ve askeriyle bir saldırı başlatıyor. Günlerce insanlarımız elektriksiz, susuz, doktorsuz, ilaçsız bırakılıyor. Çatışmalarda öldürülen insanların %90’ı sivil …Sonra sokağa çıkma yasağı kalkıyor. Geriye binlerce insanın evini terk ettiği, her yerin delik deşik olduğu, yaşama dair izlerin yokedildiği , çok sayıda ölünün acılara acı kattığı bir yıkım tablosu kalıyor.
Kuzey Kürdistan’da özgürlük mücadelesinin siyasal, sivil, demokratik, diplomatik, kitlesel yol ve araçlarla sürdürülmesinin, Kürt ve Kürdistan sorununu yok saymayı ya da ötelemeyi gelenek haline getiren Türk Devleti’nin hoşuna gitmediği anlaşılmaktadır. Hatta savaşı tekrar alevlendirmekle, siyasal çözüm yollarını tahrip etmeye, Kürtleri şiddete yönelterek mevcut kazanım ve olumlu gelişmelere darbe vurmaya yönelik bir amaç taşıdığı da açıktır.
Ortadoğuda haritaların yeniden çizileceği mevcut konjonktürde, Türkiye , İran, Irak, ve Suriye’de, Kürtlerin bu süreçten bir statü ile çıkmalarını önlemek amacıyla çok yönlü plan ve stratejiler geliştirmektedir. Kuzey Kürdistan’da savaşın tekrar başlatılması da bu stratejinin bir parçası olarak, Kürdistan özgürlük mücadelesinin geriletilmesini amaçlamaktadır.
Türk devletinin bu savaş siyasetinin, halkımıza, ülkemize, mücadelemize zarar verdiği gerçekliğiyle birlikte değerlendirilmesi durumunda, PKK’nin ‘’hendekler’’ ve ‘’yeniden çatışma’’ siyasetinin yanlışlığı ve zararları daha net bir şekilde görülecektir.
Hendeklerin kazılması ve ‘’özyönetim’’ kavramı birlikte ele alındığında, şimdiye kadar ne PKK ne de HDP’nin anlaşılır ve doyurucu bir açıklama yapmadığı görülecektir. ‘’Özyönetim’’ ile neyi kastettikleri net olarak bilinmemektedir. Kimisi bunu, ‘’Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’’na konulan şerhlerin kaldırılması olarak yorumlarken; kimisi ise ‘’şehirlerde özgür alanlar yaratarak kendi özyönetimini kurmak’’ ve bu yolla “statü elde etmek” olarak yorumlamaktadır. Ama her iki yaklaşım da Türkiye Parlamentosu’nda ‘’yemin ederek’’, mevcut Türk devlet sisteminin bir parçası olmayı da reddetmemektedir.
Şimdi sorun şu: Eğer ‘’Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’’na konulan şerhlerin kaldırılması ‘’öz yönetim’’ olarak savunuluyorsa, bunun için silahlı gruplar eşliğinde hendekler kazmaya ve savaşa gerek yoktur. Sivil, demokratik, kitlesel, siyasal, diplomatik yollarla bunun mücadelesini yürütmek pekala mümkündür; bunun için insanların ölümüne yol açmaya, tahribat ve yıkıma gerek yoktur. Yok eğer amaç gerçekten de ‘’adım adım özgür alanlar yaratmak’’ ve bu temelde literatürde bilindiği haliyle ‘’özyönetim’’ oluşturmak ise, o zaman atılacak ilk adım, parlamentodan çekilip, ‘’özyönetim parlamentosu’’ ilan etmektir. Ama hem ‘’Türkiyelileşme’’ siyaseti izle ve ‘’parlamentoda devlete bağlılık yemini’’ et, hem de “hendek ve savaş” siyaseti ile “özyönetim” iste… Açık ki bu kavram ve tutumlar birbiriyle uyuşmayan apayrı şeyleri ifade etmektedir.
Gerek “hendek” ve gerekse “savaş” siyaseti, bugün yıkım ve ölüm dışında bir sonuca yol açmamaktadır. Kürdistan’daki özgürlük mücadelesini yok ederek eğemenliğini bir şekilde sürdürmek isteyen geleneksel Türk devlet aklı açısından savaş ve imha siyaseti belki ‘’anlaşılır’’dır. Ama, artık zarar vermekten öte bir anlam taşımayan bir şiddet ve çatışma siyasetinin Kürtler tarafından savunulması ve uygulanmasının hiçbir ikna edici açıklaması yoktur.
Türk Devleti Başbakanı Davutoğlu , ‘’PKK 2 yıldır şehirlere silah sevkiyatı yapıyordu, çözüm sürecinde samimi değildi’’ diyor. Peki sormak lazım: Madem ki çatışmalara karşısınız, niye onları seyrediyordunuz?, Silah sevkiyatını neden durdurmadınız?. Bu açıklama bile aslında devletin savaştan, çatışmadan medet umduğunun itirafıdır. O halde biz Kürtler devletin bu savaş planlarına niçin zemin hazırlayalım, niçin bu ateşe benzin dökelim?
Bu savaş siyaseti Türk devleti açısından bir sonuç getirir mi? Elbete ki, hayır. Savaştan medet uman Devletin bir an önce bunu anlamasında son derece büyük yarar var. Bu konuda müneccim olmaya gerek yok. 90 Yıldır yapılanlara ve sonuçlarına bakmak bile Türk Devleti’nin her geçen gün kaybettiğini görmek için yeterlidir. Kürt ve Kürdistan sorunu artık mızrağın çuvala sığmadığı bir hal almıştır. Çözüm bulmak için en akılcı, en makul yol, görüşme ve siyasal çözümün yolunu açmaktır.
Devlet yetkilileri, ‘’ artık PKK’yi, HDP’yi muhatap almayacağız, halkla doğrudan temaslarla bu sorunu çözeceğiz” diyorlar. Hemen belirtmek isterim: Bununla bir yanlıştan başka bir yanlışa savrulursunuz, çözümü geciktirmekten başka bir şeye hizmet etmezsiniz, dönüp dolaşıp geleceğiniz yer, yine gerçek anlamda bir çözümün yolunu bulmak olacaktır. Amerika’yı yeniden keşfetmiyoruz. Benzer ulusal sorunlarda izlenen yol ve yöntemler önemli tecrübeler sunmaktadır. Nasıl ki Kürdistan sorununun çözümü salt PKK ile görüşme sorunu değilse, “orta yerde bırakmak ve zaman kazanmak” anlamında halka gitmek de değildir.
İki taraflı, karşılıklı bir ateşkes ve Kuzey Kürdistan’daki tüm siyasal güçlerin esas muhatap alınacakları yeni bir sürecin, uluslararası garantörlerle birlikte başlatılması, bu konuda atılacak ilk adım olmalıdır.
PKK derhal şehirlerdeki askeri gücünü geri çekmeli, hendek kazma , çatışma ve savaş siyasetinden vazgeçmelidir.
Türk Devleti halkımızı sokağa çıkma yasakları, ablukalar, açlıkla terbiye etmeler , yıkım ve ölümlerle teslim alamayacağını görmelidir. Bilmelisiniz ki, tüm ilçelerimizde öldürdüğünüz siviller, yakıp, yıktığınız ev ve işyerleri, bugüne kadar yakıp yıktığınız 5000 köyün, öldürdüğünüz onbilerce Kürdün yanında hiç kalır. Bütün soykırımlar ve imha uygulamaları özgürlük mücadelemizi durduramamıştır. Bundan böyle de durduramayacaktır. Türk Devleti’nin yeni yöneticilerini geçmişte yapılanlardan ders çıkarmaya ve bu gerçekliği görmeye davet ediyorum.
Gerçekten sorunu çözmek ve yeni Tahir Elçi’ler olmasın istiyorsak, derhal eller tetikten çekilmeli, barışçıl ve adil bir çözüm için görüşme masasına oturulmalıdır. Savaş ve çatışma yolu, başta Kürdistan halkı olmak üzere, Türkiye’nin de en geniş toplum kesimlerine yıkım ve zarardan başka bir şey vaadetmiyor. Bu nedenle de kararlı bir şekilde ‘’hendeklere, savaşa , devlet terörüne hayır; özgürlüğe, demokrasiye ve Kürdistan’a evet’’ diyelim.