KÜRDİSTAN’A VE ERMENİSTAN’A SEYAHATİM

Almanca’dan çeviren:
Veysi AYDIN
Meine Reise in Armenien und Kurdistan
KÜRDİSTAN’A VE ERMENİSTAN’A SEYAHATİM
Makalenin 1883`te yayinlandigi dergi
Profesör J. Wünsch’ün Kürdistan YolculuÄŸu. Gezgin, seyahat notlarını baskıya vermeden
önce, dergiye İstanbul’dan 19 Aralık 1882 tarihli bir mektup gönderiyor. Mektubunda
aşağıdaki bilgileri veriyor:

» Şimdi size daha sonraki seyahatlerim ve güzergah fotoğraflarım hakkında birkaç kısa
bilgi verme özgürlüğünü kullanıyorum. Harput’tan 6 Haziran’da Muradsu’yu Pertek’te
geçtim. Burası nehrin üzerinde değil, nehirden bir saatlik mesafede. Şimdi dik bir şekilde
daÄŸlara doÄŸru gittik ve üçüncü gün bir kelek ile Havsik’in altındaki Munzursu’yu geçtik,
Mazgirt ve çevresini ziyaret ettik ve sonra tekrar Munzur-su üzerinden batıya, Xozat’a
döndük. Buradan Egin’e ilerlemek istedim. Ancak Kürtler birkaç gün önce ağır askeri
korumaya rağmen tüm bir nakliye aracını kaldırdıktan sonra vali bana izin vermedi. Şimdi
Peri ve Palu’ya, oradan da Çabaxçurd’daki Çewlik’e taşındım. Orada Kürtler tarafından
değil, açgözlü bir Türk Müdürü ve onun Ermeni eski egosu (kendisenci) tarafından
neredeyse yaÄŸmalanıyordum. Çewlik’ten Kürt Beyi Yusuf’un ardından mutlu bir ÅŸekilde
daha doÄŸuya, Göynik ve Çalta Köprüsün üzerinden Surp Karabet’e ve oradan da Abaratsu
üzerinden MuÅŸ’a ve Xınıs üzerinden Erzurum’a arabayla geldim. Tüm bu rotalar Araslara
kadar kaydedildi ve bunlar, haritalarımızda birçok şey ekleyecek ve düzeltecekler.
Erzurum’da tatilimle ilgili kararı beÅŸ hafta bekledim. Eylül ayının başında, Rusya
BaÅŸkonsolosu Denet, Wan’a bir gezi düzenledi. Nazik davetini kabul ettim. BingöldaÄŸ
zirvesinin yaklaşık iki saat doğusunda bir eyer üzerinden güneye doğru hareket ettik.
Bingöldağ buradan, 12.000 (ayak) yüksekliğini bile görmeyen birkaç önemsiz tümsek ile
yüksek bir plato olarak kendini gösterir. Oradan Xınıs, Gümgüm (Varto), Muş, Bitlis ve
gölün güney kıyısından Wan’a; sadece yaklaşık üç gün dinlenme ile üç hafta boyunca
yorgunluÄŸa denkti. Bir hafta Wan’da kaldık ve 18 Ekim’de Arnis ve ErciÅŸ üzerinden
Tuzlaçay vadisinde, AkdaÄŸ ve Aras üzerinden iki haftada Erzurum’a döndük. Erzurum’da
geceler zaten çok soÄŸuktu (11 Eylül, Mamonünkomi’de sabah saat 4’te 1.5º C.)
Erzurum’da zaten 1ö5 metre yüksekliÄŸinde kar yağıyordu. Ne yazık ki, bir güzergah
çizebilmem için çok hızlı seyahat ettik. Ama dikkatimi bir kez daha, tüm kavramların
ötesinde sürekli olarak üzücü olan ulusal ve toplumsal koşullara çevirmek için daha fazla
fırsatım oldu. Ayrıca DoÄŸu Dicle’nin Wan’daki kaynak suları hakkında tüm bunlardan sonuç
çıkarmak için daha ayrıntılı araÅŸtırmalar yaptım. Åžeyh Ubeydullah’a raÄŸmen bu bölgeleri
gezmek mümkün olmalı. Wan’da ayrıca Wan’ın yaklaşık 10 saat doÄŸusunda veya
güneydoğusunda, Solxan köyü yakınlarında (zaten Zab nehri havzasında), henüz hiçbir
Avrupalı tarafından görülmeyen çivi yazılı bir yazıt olduğunu öğrendim (bir niş/oyuk
etrafında en az 4 metre yazıt). Ancak ne yazık ki, param o kadar tükenmişti ki, kendimi
kopyalamak için iki günlük bu küçük geziye bile çıkamadım.

Şimdi yeni bir ferman almak ve kendimi yeni enstrümanlarla donatmak için kışın
Konstantinopolis’teyim (Ä°stanbul). Eskisi neredeyse imha oldu, iki iyi cıva termometresi
gerekiyor. Aneroïd’e artık 7000’den (ayak) fazla yükseklikte güvenilemez ve bu daÄŸlık
bölgelerde 7000’in (ayak) altına çok az inilir. Buradan Mart ayı başında Tiflis ve Erivan’a
gidip Rusya Ermenistanı’nı tanımayı planlıyorum. Solxan’nin kitabesini kopyalamayı
düşündüğüm Wan’dan sonra DoÄŸu Dicle’nin kaynak sularına gideceÄŸim ve bana kalan
zamanı Dersim’e ayıracağım. Bu gerçek bir terra incognita’dır (bilinmeyen toprak). General
Strecker’ın tek haritası, Mazgirt ve Xozat’a yaptığım yolculukta gözlemleme fırsatı
bulduğum kadarıyla, üçte ikisi tamamen fantezidir. Seyahat arkadaşım olarak bir Kürt Seyit
(rahip) kazanmayı başarırsam, belki de seyahat etmek mümkün olabilir.“ (Mektubun
sonu/Çevirmen)

Ermenistan ve Kürdistan’daki yolculuÄŸum

(23 Ekim 1883’te Ä°mparatorluk ve Kraliyet CoÄŸrafya DerneÄŸi’nin aylık toplantısında
Prof. Josef Wünsch tarafından verilen konferans).

Küçük Asya, özellikle kıyı bölgelerinde birçok yönden keşfedilmiş olmasına rağmen, iç
kısımlarındaki tüm toprak parçaları, sakinlerin veya arazinin doğal vahşeti nedeniyle,
şimdiye kadar neredeyse tamamen coğrafi araştırmalardan uzak kaldı. Bu nedenle, pozitif
bilgi eksikliğini hayal gücünün figürleriyle değiştirmek için ne kadar çok çaba sarf edilirse,
bu bölgelerin haritaları bir o kadar da kusurludur.

2 yıl önce, Ermenistan ve Kürdistan’ın bu ulaşılması zor bölgelerini mümkün olduÄŸunca
gezmeye ve kaydetmeye çalıştım.

Bu çabada tam ve en sıcak desteği aldım ve görevimi sadece en içten teşekkürlerimi
sunarak yerine getiriyorum. Bu yerdeki girişimimin tüm yüksek patronlarına ve
destekçilerine, özellikle yüksek İmparatorluk ve Kraliyet Kültür ve Eğitim ve Dışişleri
Bakanlıklarına, Ä°mparatorluk ve Kraliyet CoÄŸrafya DerneÄŸi’ne, yani BaÅŸkan Yardımcısı
Ekselansları Baron Helfert’e, yanı sıra Bay Hofrath Ritter v. Beck’e, ayrıca Prag’daki
>>Svatobor<< derneğine, İmparatorluk ve kraliyet ordusunda Binbaşı Daublebski v.
Sterneck’e. -coÄŸrafya. Enstitüsüne…

Benim için özel bir deÄŸer de, Konstantinopol’deki Ä°mparatorluk ve Kraliyet ElçiliÄŸi’nin
desteÄŸiydi. Bu elçilik olmasaydı Babıali’den resmi tavsiyeler almam imkansız olurdu.

25 Ekim 1881’de Mısır’a gitmek üzere Trieste’ye doÄŸru yola çıktım. Kışı orada geçirdim ve
ilkbaharda Yafa, Kudüs ve Beyrut’a gittim. Burada bir ülke gezisi için en gerekli ÅŸeyler satın
alındı ve Ä°skenderun’da son erzak alımları yapıldı. 15 Nisan 1882’de Ä°skenderun’dan
Kaxta’ya (Kahta) doÄŸru yola çıktık. YolculuÄŸun baÅŸlangıcında, Berlin Akademisı tarafından,
Nimrud-DaÄŸ’daki (Nemrut Dağı) muhteÅŸem anıtı incelemek için gönderılmiÅŸ olan Dr.
Puchstein ve Seste Beylerin kafilesine katıldım. Amanos’u geçip Antep’te 3 gün,
Adiyaman’da 2 gün dinlendikten sonra 17. gün Kahta’ya vardık.

Kahta, engebeli kayalık bir sırtta muhteşem bir kale harabesine sahip sefil bir Kürt
köyüdür. Kaymakamlık, Türk’tür ve burada bazı Ermeniler de yaÅŸamaktadır.

4 Mayıs’ta kafileden ayrıldım ve bir Zaptiye, iki katır ve bir rehberle Malatya’ya doÄŸru yola
çıktım. İki buçuk gün içinde kuzeyö kuzeybatı yönünde vahşi bir dağ manzarasını geçtik.
Ancak dağ silsilesinin ortak bir adı yoktur. Bana sadece Alof ve Kasas Dağ, Recep ve ve
Karaçor, Göktepe, daha sonra en yüksek zirve olan ve tamamen kar ve buzla kaplı AreleTaş ve kuzeyde Malatya ovasına doğru dik bir şekilde düşen Beg Dağ.

Yol bizi en yüksek zirvelerin doğu yamacında yüksek zirveye sürdü (von Moltke batı
yamacında geçti), TapaÄŸ-su, Çit-su, Åžiro-çay Buremer-su ve Åžağşınar-su gibi Fırat’ın
doğusuna akan bazı nehirlerin kaynaklarına çok yakın. İlk gün kendimizi sonsuz kar
kütleleri arasında zahmetli bir ÅŸekilde gökyüzünün zirvesi olan Göktepe’ye sürükledik.
AkÅŸam karanlığında daÄŸların yükseklerindeki Kürt köyü Kumik’e ulaÅŸtık. Dondurucu
soğuktu, yarı donmuştuk. Köy sadece altı kulübeden oluşuyordu. Her yerden geri çevrildik,
Zaptiye sonunda tabancasını çıkardı ve kendini ortaya koydu. Katırcı ile kabul edilmemin
tek yolu buydu, Zaptiye başka bir kulübeye yerleşti. Yüklü para için bile bize biraz süt bile
vermek istemediler.

Curde de Malatia.jpg
Malatya Kürd’ ü

Modern ÅŸehir ve Mutasarrıf’ın merkezi olan Malatya, haritalarımızın Asbusu köyünü
belirlediÄŸi Bey DaÄŸ’ın yamacında yer almaktadır. Mevcut Malatya, sadece 40 yıldır
Asbusu’dan inÅŸa edilmiÅŸtir ve orijinal adı Asbusu burada neredeyse tamamen
unutulmuÅŸtur. Eski Malatya, Eski-Malatya veya EskiÅŸehir, “mükemmel eski ÅŸehir, yaklaşık
Malatya’dan 2 saat kuzeydoÄŸuda yer almaktadır.

Bir Roma kolonisi olarak gelişen ve daha sonra hala hilalin altında olan eski bir vakıftı.
Şimdi sefil bir köye dönüştü ve sadece büyük bir cami, muhteşem taş süslemeler, masif
taş binaların geniş kalıntıları ve görkemli hanlar ile eski ihtişamı göstermektedir. Kuşkusuz
kısa ziyaretim sırasında Roma Malatya’sının izine rastlamadım.

Güneye doÄŸru bir gezi daha yaptım ve 12 Mayıs’ta Bey-DaÄŸ’a tırmandım.

Üç arkadaşım ve güçlü bir daÄŸ atı ile saat 7’de yola çıktım. Yarım saat sonra, ÅŸehrin
içinden kanallarla geçen ve her eve en lezzetli suyu sağlayan şehrin yakınındaki dermes
su’yu geçtik. Bey DaÄŸ’ın etekleri, doÄŸudan batıya doÄŸru hafifçe yükselen kireçtaşı sırtlarıdır
ve paralel vadiler olan Çorata, Banasi, Kurudere ve Beg Dağ Deresi ile birbirinden ayrılır.
Bu vadilerde çok az yerleÅŸim yeri vardır. Kurudere’nin yukarıda Büyük-Karagöz ve biraz
aÅŸağıda Küçük-Karagöz olmak üzere iki Kürt köyü vardır. Küçük-Karagöz’de süt almak
istedik ama reddedildi ve öfkeli kurt köpekleri üzerimize salındı.

Åžu andan itibaren dik bir ÅŸekilde yukarıya, yüksek Beg-DaÄŸ Deresi’ne doÄŸru gittik. Kısa
süre sonra at, derin karla dolu bir vadinin önünde bırakılmak zorunda kaldı. Ben ve iki
arkadaşım daha sonra mutlu bir şekilde dört ayak üzerinde sürünerek geldik. Asıl zirvenin
hemen altında büyük kar kütlelerini geçtik, 1 saat 40 dakikada zirveye başarıyla tırmanıldı.
En güneydeki kuleleri diğerlerinin üzerinde önemsiz bir şekilde yükselen birkaç alçak
tepeden oluÅŸur.

Burada, birbirlerinin üzerinde yükselen Muradsu sıradaÄŸlarının, Munzur ve KöşhmürDaÄŸ’ın çok ötesinde, köyleri, koruları ve küçük nehirleri ile Malatya ÅŸehri ve ovası üzerinde
harika bir manzara açıldı. Ancak tüm bunlar birkaç dakika sonra kayboldu, bir fırtına
kükredi ve kısa süre sonra tamamen kalın bulutlarla çevrildik.

Kürt refakatım, benimle ikinci zirveye çıkmayı kesin olarak reddetti; Orada garip değil.
Hıristiyan refakatımla yalnız gittim ve Kürt ise bizi terketti. Malatya’da, bir hafta önce BegDaÄŸ’ın batı yamacında bir kiÅŸinin gerçekten öldürüldüğünü, ancak akÅŸam öğrendim.
Tırmanışımdan üç gün sonra, aynı bölgede iki Malatyalı yağmalandı ve tüm kıyafetleri
çalındı. Daha sonra çalıların arasına süzüldüler ve geceleri sadece “meÅŸe dalları ve
karanlıkla giyinmiÅŸ” bir ÅŸekilde Malatya’ya döndüler.

Malatya’dan ayrılmadan önce bir güneÅŸ tutulması gerçekleÅŸti, yani kötülük güneÅŸin üzerine
oturdu ve onu serbest bırakmak istemedi. Bununla birlikte, şehirde ve çevre köylerde,
Türkler ona camilerin tüm çatılarından ve minarelerinden o kadar şiddetli ateş ettiler ki,
çeyrek saat sonra oldukça korkmuş bir şekilde geri çekildi ve zavallı güneşi serbest bıraktı.

Malatya’dan Harput’a giden yolu iki buçuk günde kat ettim. Ertesi gün, doÄŸu ve
kuzeydoÄŸudan, Beg-DaÄŸ’ın kuzey etekleriyle hemen hemen paralel, Bulguru, Çitlik,
Kesula, Çolaklı ve Mamikan köylerini geçerek, Çitlik ve Mamukendi çayı üzerinden
Muradsu’da birkaç kompleksten oluÅŸan büyük bir köy olan Pirut’a gittik ve geceyi ihmal
edilmiÅŸ bir hanın önünde geçirdik. Ä°kinci gün Muradsu’da 2 saat daha yürüdük ve sol
yakada Kömürhan’ın üzerinde yaklaşık bir saat kürek çektik, kocaman bir araçla, yarı
gemi, yarı sal. Sol kıyıda, dağlar nehre dik olarak düşer, böylece dar bir yol için neredeyse
hiç yer kalmaz. Sağ kıyıda, nehir ve dağlar arasında, iyi ekili engebeli bir ülke var, ancak
burada da daÄŸlar kısa sürede nehre yaklaşıyor ve dikleÅŸiyor. Kömürhan’ın hemen altında
nehir, dik dikey kaya duvarlarıyla daralan bir geçide girer ve burada Muradsu’nun kayalık
sırtlardan zorla geçtiği oldukça açıktır.

Burada da tek tek sıradağların özel isimleri vardır, örneğin kuzeyde Bekir Hüseyin-Dağ,
Hüseyin Bey Dağ, Pancarlı Dağ ve Kömürhan Dağ, güneyde Isurlu Dağ, Kuzluk Dağ ve
MeÅŸale DaÄŸ.

Kömürhan’dan,saÄŸ tarafta kurulan Murad’ın bir kolu olan Büyük-çayın saÄŸ kıyısındaki
dağlara dik bir şekilde yönelir.

Kuzeyde ve güneyde dağ silsilesi. çok sayıda akarsu ile zengin sulanmasına rağmen, vadi
çok az ekilir, Malatya Murad ile Pelu’nun Murad kolu arasındaki havzayı TortuÅŸak ve
Hassanuşak Dağları oluşturur. Üçüncü gün, saat 11 civarında, Harput ovasına geldik ve
kısa bir süre sonra Harput Mezere’den buraya kadar uzanan bir kuyunun kenarından çok
iyi bir yola girdik. Harput ovası çok verimlidir ve yeterince sulanır ve ekilir. Buğday ve arpa
mükemmel bir şekilde gelişir ve çok sayıda üzüm bağı da mükemmel bir içecek sağlar.
Sadece Hıristiyanlar şarap yapıp içer, Türkler meyveleri taze veya kurutulmuş olarak
yerler. Harput’un çevresine ÅŸu anda inÅŸa edilmekte olanın on katı kadar inÅŸaat yapılabilir.

Harput-Mezere, Harput vilayetinin merkezi idarelerin merkezidir. Harput Antik Kenti, yüksek bir plato üzerinde bir saat kuzey-kuzeydoğuda yer almaktadır.


Wikipedia’dan

Harput’ta yine birkaç gün dinlendim ve doÄŸuda Fırat’ın iki kolu arasında kalan daÄŸlık bölge
olan Bingöl-DaÄŸ’a kadar uzanan Dersim hakkında her taraftan haber ve bilgi aldım.
Bununla birlikte, genel olarak, Dersim denince, yaygın bir şekilde pek güvenli olmayan bir
yer olarak kabul edilir.

6 Haziran’da tekrar yola çıktım ve Pertek’te 5 saat kaldıktan sonra büyük bir tekneyle
Murad’ı geçtim. O sırada geçiÅŸ, Pertek Kalesi’nin kalıntılarının yaklaşık çeyrek saat
üzerinde gerçekleşti. Kalenin altında büyük bir köy yayılırdı; ancak yıllar önce terk edildi ve
sakinleri Murad’dan bir saat uzaklıktaki bazı yerlere yerleÅŸti. Åžimdi sadece oldukça iyi
evlerin, hanların ve iki güzel caminin kalıntılarını görebilirsiniz. Orası artık Murad Su“nun
Pompeyisi olarak da anılmaktadır.

Ertesi gün, yüksek platoya kuzey yönünde tırmanıldı ve bu plato, Murad-su ile Munzur su
ve batıdaki Singit su arasında yayılmıştır. Doğuda birkaç saat boyunca derin kazılmış bir
vadi olan Kuytu -mazrani-Dere uzanıyor. Batıdaki kayalık sırtlar bana Mercimek dağı,
Sakaltutan Dağı, Çewirmen ve Sorpiyen Dağ diye adlandırıldı. Tansün su, Tassu ve
Walsú’nun kaynağı da oradadır.

Dersim, genel olarak kuzeyden güneye doğru eğimli yüksek bir platoyu temsil eder. En
yüksek daÄŸ sırtları. kuzey kenarında, Karasu’ya oldukça paralel olarak görünür. Neredeyse
tüm su güneye, Muradsu’ya düşer. Hepsi azgın daÄŸ dereleri, vadiler çok derin kazılmış.
Sakinleri ağırlıklı olarak hayvancılık, özellikle de koyun yetiştiren Kürtlerdir. Türk hükümeti
bu aşiretlere neredeyse hiç ilgi göstermiyordu ve bu yüzden neredeyse tamamen bağımsız
yaşıyorlardı.

Daha yakın zamanlarda, Türk hükümeti bu bölgelerdeki egemenlik haklarını savunmaya
baÅŸladığında, Kürtler hükümete karşı tavır aldı. 1879’da Babıali, Dersim’i askeri güçlerle
kuşatma ve boyun eğdirme planını yaptı. Ancak bu kararın uygulanması başarılı olamadı.
Bazı taburlar Xozat (Hozat?), Mazgirt, Pax ve Kızılkilise kasabalarında kendilerini tahkim
etti. İsyan eden Kürtler eşyalarını çukurlara ve mağaralara sakladılar ve sürülerle birlikte
Pülümür su’nun ulaşılması zor Kutu-Dere’sine gittiler (yaklaşık 6 saat). Türk ordusu Ovacık
ovasını iÅŸgal etti ve böylece Kutu-Dere’nin giriÅŸini engelledi, ancak daha ileri gitmeye
cesaret edemediler. Sonbaharda taburlar hiçbir şey başaramadan kışlaklarına çekildiler ve
hala da orada bulunmaktadırlar. Bu barışta bir savaşıtır.

Teslim alınmış Dersimli kadın ve çocuklar

Kacer’de Munzur su vadisine iniÅŸ baÅŸladı. Charapuar (Çarpunar?) köyünde reddedildik ve
aynı akÅŸam Hawsik’e gitmek zorunda kaldık. Hawsik ve Göktepe arasında, azgın Munzur
bir geçitle geçilecek. Ama o zamanlar nehir çok kabarmıştı ve ÅŸansımızı Göktepe’nin yarım
mil aşağısında bulduğumuz bir kelek ile denemek zorunda kaldık. Buradan Kale-su ve
Sarıca-su gibi bazı daÄŸ derelerini aÅŸarak Mazgirt’e çıktık.

Mazgirt, bir Mutasarrıf’ın merkezi olmasına raÄŸmen, kasabadan çok köydür. Eski bir
Ermeni şehri ve kalesi olduğu anlaşılıyor. Bu, engebeli bir dağ kubbesi üzerinde bulunan
kale kalıntıları ile belli oluyor; İç kaleye şimdi ancak büyük bir çaba ile girilebilir. Arapların
zamanında tamir edilmişe benziyor. Ermeni kökeni, Ermeni halkının hafızasında bugüne
kadar korunmuştur. Bana eşlik eden Ermeniler birçok taşı öptüler. Daha sonra kasaba ve
kalenin uzun süre Persler tarafından da tutulduğu belli oluyor. Şehirde, kışlanın yakınında,
bir Pers prensesinin mezarı olduğu söylenen yuvarlak bir türbe görülebiliyor.

Mazgirt’ten iki saat uzaklıkta, kayalık bir tepede, sadece Kale adında bir kalenin
kalıntılarını buldum. Güneyde dağ kayası dik bir şekilde düşer ve kaya duvarında 120
santimetre genişliğinde ve 123 santimetre yüksekliğinde oyulmuş bir kapı vardır.
Kapının sağında ve solunda, yaklaşık 80 cm. uzunluğunda ve 60 cm. genişliğinde,
ince karakterli çivi yazılı bir kitabe bulunmaktadır. Tek tek çizgiler sadece 3 cm
genişliğindedir. Ne yazık ki, bu yazıtın münferit kısımları insan eliyle tahrip edilmiştir. O
zamanlar kalıp kaplarım bende değildi ve daha sonra o bölgelere bir daha gelmedim.


Çivi yazısıyla işlenmiş yazıt

Ermeniler bana, birkaç saat ötede, daha yeni büyük bir çivi yazısı yazıtlı benzer bir kale
harabesi olduğunu söylediler.

Bu kapıdan bir odaya girilir, 5.80 ve 3· 60 n . 240 m. yüksekliğinde bir kare içinde,
tamamen sert kayaya oyulmuştur. Bu odanın bitişiğinde doğuda benzer bir oda vardır;
Onları birbirine bağlayan kapı taş süslemelidir.

17 Haziran’da Mazgirt’in batısındaki Hozat’a doÄŸru yola çıktım. Laswent ve Åžex Hesu
arasında, Munzur su üzerinden bir kelek ile geçtik, Sonra Bur Deresi’den yükseklere,
buradan Göktepe, Ergen ve Pohami-DaÄŸ’ın eteklerindeki Hozat-Deresi’den Hozat’a gittik.


Ergen Kilisesi, Hozat

Hozat, dağlarla çevrili geniş bir havzada yer almaktadır. Önemsiz bir su üzerinde bulunur.
Ana nehir olan Hozat, Hozat’ın yarım saat doÄŸusunda bulunan Kale ve Meydan DaÄŸları
arasındaki bir boğazdan/geçitten doğar ve burada Calaca veya Karaca-su olarak
adlandırılır.

Sadece 6 yıl önce Hozat sefil bir Kürt köyüydü. Dersim Vilayeti’nin merkezi haline
geldiğinden beri önemli bir şehir olma yolunda güçlü bir girişimde bulunmuştu.

1882 yılında büyük bir kışlası vardı, bir çarşı, tahminen. 30 ila 40 büyük ve biraz küçük
evler vardı. Bu yılın yazında neredeyse bir o kadar ev yapım aşamasındaydı. Vali bana bir
han ve okulunun planlarını gösterdi ve bir akşam hükümetin bir yetkilisi bütün sokaklarda
koşturdu ve yerinde bir konuşmayla ertesi gün okulun inşası için kendi şahsiyetlerinde ve
yük hayvanlarıyla birlikte taş getirmelerini istedi. Bu uygarlık çalışmasının o zamandan beri
ne kadar ilerlediğini öğrenemedim.

Hozat’tan güneydoÄŸuya devam etmek istedim. Karasu’daki Engin’e. Ama vali beni
engelledi: Bu kesinlikle imkansızdı. Egin’e gitmek için iradesi dışında bir katırcı
tuttuÄŸumda, adamı oradan uzaklaÅŸtırdı Bu iki kez oldu. – Hikaye o zaman gerçekten şüphe
uyandırıyordu. Kürtler, Pach veya Kizılkilise’ye giden bir ikmal yolunu ele geçirmişti.
Onları cezalandırmak istediler, silahlandılar. Bu şartlar altında yapılacak en iyi şey
atıştan uzak durmaktı.

Bu yüzden Hozat suyunu güneye ve sonra da doÄŸuya kadar takip ettim, Munzur’u üçüncü
kez geçtim, Peri’de, sonra Kutu Dere’den akan Pelemür (Pülümür) su olarak da
adlandırılan Peri-su üzerinden ve üçüncü gün Polu’daki Muradsu’ya ulaÅŸtım. Buradan iki
gün içinde Çewlik’e, Çapaxçur’un ana kasabası olan Çewlik’e geldim. Nüfusun neredeyse
tamamı Kürt’tür ve Kürt büyükleri hariç, yabancılara karşı aşırılık noktasına kadar
hoÅŸgörüsüzdür. Mesela bir Kürt kadın, Sager Nehri’ne varmak için köyün içinden
geçerken bana Gavur diyerek, balta salladı.

Bu Çewlik’te tüm gezinin en tatsız günlerini geçirdim. Türk Müdürü, Ermeni bir köylüden
(değerli adı Sirko idi) bir beyefendi ile birlikte, bana bir zaptiye veya at vermedi. Yeterince
at vardı, ama benden tüm paramdan daha yüksek bir meblağ koparmak için utancımdan
yararlanmak istediler. “Bu bir Ingiliz ve ödemesi gerekiyor, bize çok yakında zaten
gelmeyecek’’ diyorlardı.

Sonunda bu utanç verici durumdan kurtuldum, ama sadece ÅŸans eseri, Kürt Beg Yusuf’un
Bitlis Valisi ile buluşmaya gitmesi ve beni de yanına almasıyla mümkün oldu. Daha sonra
Karabet ve MuÅŸ’a, oradan da Xınıs üzerinden ve KarataÅŸ ile AkdaÄŸ arasında Aras vadisine,
Hasankale’ye ve Erzurum’a geldim.

Orada birkaç hafta dinlendikten sonra, Rusya’nın Erzurum BaÅŸkonsolosu General Denet
ile Van Gölü çevresinde altı haftalık bir geziye çıktım ve sonra kışın Türk hükümetinden
yeni bir tavsiye mektubu almak için Trabzon üzerinden Ä°stanbul’a gittim.

Böylece 1883’te, Nisan ayının ortalarında, Rus Ermenilerinin durumunu öğrenmek için bu
kez Batum, Tiflis, Erivan ve Eçmiadzin üzerinden tekrar Kürdistan ve Ermenistan’a gittim.
Türk-İran sınırındaki ilerleme tehlikesiz değildi ve ancak atlı askerler, jandarmalar ve
Kürtlerden oluşan önemli bir eskortla gerçekleştirilebilirdi ve bunların bir kısmı (Doğu)
Beyazıd komutanı, kısmen de kötü şöhretli Abaha’nın eski bir Kürt aÅŸiret reisi olan Musa
Ağa tarafından sağlandı.

Musa Ağa ve oğulları tarafından bir dağda, alacalı arabesklerle zengin bir şekilde dekore
edilmiş, çok misafirperver ve birçok törenle büyük bir çadırda karşılandım. Çay da servis
edildi. Ev sahipleri tabanca, dürbün ve manyetik iğnelere bakmaya doyamadı. Onlara
Nemsa’dan (yani Avusturya’dan) geldiÄŸimi ve Nemsa’nın Türk olmadığını, tam bağımsız
olan bu vilayetin sultanının Franz Josef olduğunu söylediğimde çok şaşırdılar.

Wan’dan 6 Haziran’da güçlü bir askeri asistanla Warrak Dağı’nı geçtim ve üçüncü gün
Salachana’ya (Solhan?)ve Kapersu’nun sol kıyısındaki Kürt köyü Pagan’a geldim. Bu
nehrin sağ kıyısında, bir kireçtaşı kayasının üzerinde Aşrut-Dağında, gerçekten de
aradığım çivi yazılı yazıtı buldum. Yazıt, üst kısımda 3.59m yükseklikte ve 1,70 metre
eninde bir oyuğun içinde kazınmış, her biri 160 cm uzunluğunda on sıra ince kesilmiş
satırdan oluşmaktadır. Yazıt çok iyi korunmuş. Oyuk/Niş içindeki derin konumu nedeniyle
yağmur ve karla tahribattan, yüksekliği nedeniyle de insan elinden korunmuştur. Tek
lezyon kayadaki bir çatlaktı. Niş, kaya duvarının hemen hemen ortasındadır ve önünde,
yine kayadan oyulmuş geniş bir merdivenin kalıntılarını görebilirsiniz.

Kürtler birkaç tahta parçası getirdiler ve iplerle birlikte bir merdivene bağlanarak yazıta
ulaştım ve onu elledim, ki bunu ancak büyük bir çabayla başardım.

Şimdi çok ıssız olan bu bölgelerde eski kültürün izlerini aradım. Kürtler bir zamanlar
Kesselthale’de büyük bir ÅŸehir olduÄŸunu iddi ettiler. Ancak vadinin tüm tabanı bu iddiaya
doğrulamıyordu. Sadece nehre yakın engebeli bir kireçtaşı kayanın içinde, silindir şeklinde
oyulmuş yaklaşık 2 m. çapında bir kuyu buldum. Dipte su ve buz vardı. Kuyunun suya
derinliği 10 metrenin üzerindeydi. Biri eğimli bir kaya setinin üzerindeki çeşmeye ve
ardından kireçtaşı kayaya çarpık bir şekilde oyulmuş ve parçalanmış bir merdivenle
oyulmuş bir tünelden ulaşıldı. Kayanın üzerinde eski bir yerleşim izine rastlanmadı. Bütün
çeşme benim için bir sır olarak kaldı.

Ertesi gün Mokmudia’da (Mahmudiye) XoÅŸab’ı geçtik ve BaÅŸid-DaÄŸ ile Sündus-DaÄŸ
arasındaki yüksek bir geçitte doÄŸu Dicle’nin kaynağını, yani Röhtan çay’ına varmış olduk.

Ermenistan ve Kürdistan’daki yolculuÄŸum. 23 Ekim 1883’te Ä°mparatorluk ve Kraliyet
CoÄŸrafya DerneÄŸi’nin aylık toplantısında Prof. Josef Wünsch tarafından yapılan konferans.
Hokor’dan Pirbedelen’e doÄŸru rotasını takip ettik. Pirbedelen ile Mervanen arasında, atla
birlikte kollarından birinde neredeyse boğuluyordum ve akşam saatlerinde fakir Nasturi
köyü Mervanen’e vardım. Tüm hayvanlar için yeterli yiyecek yoktu ve bu yüzden
eskortumun bir kısmını Kotran’a geri göndermek zorunda kaldım. Geri kalanlar ve 2 yerel
Kürt ile ertesi gün Karamürük’ün geniÅŸ hakim sivri piramidine tırmandım ve çevredeki
muhteÅŸem daÄŸ panoramasını seyrettim. Sonra Dicle’yi aramak istedim. Ama ilk Kürt
bilmiyordu, diğeri sabah erkenden benden kaçmıştı. Öğlen kar altında kalmış bir Kürt
çadırında kendimizi yeniledik. Orada daha aşağıda gerçekten büyük bir >> Çay <
olduğunu öğrendik«. Yaklaşık 3 m. genişliğinde ve ½ m. derinliğinde, kayalık bir geçitten
fışkıran Dicle’ydi. Åžimdi Sinar Dağı’nın bir kar tarlasından kaynağına doÄŸru rotasını takip
ettim. Güney batı yönünü buldum. Kuzeyden beş akarsu aldı, Güneyden sadece iki. Son
derece meşakkatli bir yürüyüştü. At ve binici sık sık derin karlara battı. Arkadaşlarım daha
fazla hareket etmek istemediler, sonunda beni tamamen terk ettiler. Daha sonra onlarla
tekrar karşılaştım ve ancak karanlığın başlamasıyla birlikte kar hattındaki Kürt köyü
Onamon’a ulaÅŸtık. Åžimdi Dicle’nin rotasını takip ettim, kısmen vadi geçidinde, kısmen
Sairt’e 1-2 saatlik bir mesafede, buradan tekrar kuzeydoÄŸuya döndüm. Åžirwan ve Xizan’a
ve buradan kuzeybatıya >Tatik” veya >> Inseldere” olarak da adlandırılan birçok köyün
bulunduÄŸu güzel, verimli bir daÄŸ vadisi aracılığıyla, Kara-su’daki Bitlis üzerinden MuÅŸ’a.
Oradan bir hafta boyunca Muradsu vadisinin dar yarığından Palu’ya, Palu’dan Gölçik
Gölü’ne, neredeyse tüm kenarından yürüdüm ve suyunun kısmen kuzeye Muradsu’ya ve
kısmen de güneye doÄŸu Dicle’ye aktığını buldum. Ayrıca burada XoÅŸerik Çay olarak
adlandırılan batı Dicle’yi, CingiÅŸ Dağı’nın altındaki Savjan köyü yakınlarındaki kaynağına
kadar takip ettim ve suyunun doÄŸal olarak zaten Muradsu’ya ait olduÄŸunu, ancak çiftçilerin
suyu tarlalara götürdüğünü ve buradan Dicle’ye aktığını gördüm. Gölçik’ten fakir Kowank
köyüne gittim. Geçen yıl Kesrik’te duyduÄŸuma göre Latince bir yazıt olması gerekiyordu.
Yazıtı Ermeni kilisesinde duvarlarla çevrili olarak buldum, ancak üzerine büyük bir haç
oyulmuştu, bu yüzden o kadar hasar görmüştü ki sadece tek tek harfler (yaklaşık 17)
okunabiliyordu. Özellikle çarpıcı olan, belki de Domitian olarak yorumlanabilecek bir
baÅŸlangıç D harfidir. Mayıs 1882’de bulup kopyaladığım Mazera yakınlarındaki Kesrik’in
çift yazıtının yayınlanmasıyla, bu yıl Ä°stanbul’dan önce geldim. Harput Mezeresi’nde birkaç
gün dinlendikten sonra Dersim’e geri döndüm. Her ÅŸeyden önce geçen yıl şüphelendiÄŸim
ÅŸeyi, Xartsuyu’nun suyunun Muradsu’ya akmadığını tespit ettim. Ancak Murad-su’ya,
Palu’nun yaklaşık 1 saat altında, Strecker’ın Singit-su’yu çizdiÄŸi noktada akıyor. Daha
sonra ÇemiÅŸgezek üzerinden Murad ve Kara-su kavÅŸağına gittim ve ardından Karasu’yu
Çaltoraysu’daki Egin ve Penga’ya kadar takip ettim. Penga ayrıca önemli bir Roma kolonisi
gibi görünüyor. Bahçelerde birçok kitabe var, bunlardan bazılarını aldım. Bulunduğu yer,
Karasu’nun saÄŸ kıyısında, Kutsal Üç Çocuk Tepesi (bir Hıristiyan kilisesinden sonra) olarak
adlandırılan bir tepedir. Benim düşünceme göre, burada nispeten az çabayla ortaya
çıkarılabilecek bazı hazineler var. Kemah’taki eski Ermeni ikametgahından sadece doÄŸal
olarak çok sağlam akropolün kalıntıları, engebeli kayalar üzerindeki harap kale duvarları,
kapılar, kemerli girişler kalmıştır.

Bununla birlikte kesme taşların hepsi çıkarılmıştır. Alan keçilerin ziyafet çektiği yemyeşil
otlarla kaplı. Tek bir yazıt değil, ancak burada da birçok hatıranın enkaz altında kalmış
olması muhtemeldir. Åžimdi Profesör Kiepert’in benim için çizdiÄŸi, “her yerde keÅŸfedilecek
yeni bir ÅŸeyin olduÄŸu” yolu seçtim, Kemah’tan Kömürsu’ya kadar Gerjanis’e, aynı adı
taşıyan dere üzerinde bulunan bir dere, sonra TaÅŸtamer’in aÅŸağısındaki bu derenin
aÅŸağısından Kelkitçay ile birleÅŸmesine, ÅŸimdi Kelkitçay’dan Kelkitçiftlik’e ve oradan Gedilve Ali-Dagh üzerinden Bolodor’a ve Ululum DaÄŸ üzerinden Gümüşhaneye. Bununla iÅŸimi
bitirdim ve 6 AÄŸustos’ta Trabzon’a vardım.

Ziyaret edilen bölgelerin sakinleri, dilleri ne olursa olsun Türkler, Ermeniler, Kürtler, Araplar ve Rumlardır.

Türkler bütün şehirlerde memur, zapit, asker, esnaf ve esnaf olarak bulunabilirler. Ancak
Türk unsuru hiçbir yerde münhasıran ve kompakt kütleler halinde görünmüyor. Evet,
sadece azınlıkta oldukları birçok alan var. Egemendir, ancak baskın unsur değildir.
Gerçekten de yabancı milliyetleri sömürüp emdi, ama onları özümseyemedi/asimile
edemedi, manevi olarak dönüştüremedi. Yabancı uyruklular burada ilkel yaşamlarında
geliştiler. Özgünlük ve Türk unsuru, bu heterojen unsurları bir devlet bütünü oluşturmak
için hala bir arada tutan yapıştırıcıdan başka bir şey değildir. Ancak bu uyum, bir granit
bloğun bir arada tutulması değildir. En fazla, farklı atmosferlere ve özellikle kuzeyden
gelen güçlü bir esintiye dayanamayacak bir holding düşünün.

Ä°skenderun’dan Trabzon’a doÄŸru milliyetlerin oranının ÅŸu ÅŸekilde olması muhtemeldir:
Ä°skenderun’da Arap ve Türkçe arasındaki sınır. Sonra Çerkeslerin ara sıra rastlanan
yerleşimlerinde Türklere rastlanır. Aynı zamanda Kürtler ve Ermeniler var. Yabancı,
burada, Akdeniz kıyısındaki yoksul köylerde ÅŸu soruyla karşılaşır: “Znajs po rusku, frajs?
<« (Rusça biliyor musun?) Malatya çevresinde Türkler ve Ermeniler dengelerini koruyorlar,
Ancak dağlarda Kürtlerin üstünlüğü var. Harput ovası ağırlıklı olarak Ermeni, Dersim
Kürtçesi ve Ermeni, Erzurum ovası ağırlıklı olarak Ermeni; Trabzon’a doÄŸru ve genel olarak
Karadeniz’e karşı, Yunanca ve doÄŸu Lazca’da zaten ortaya çıkıyor. Daha kuzeydoÄŸuda,
Rusya sınırında Ermenice baskındır ve dağlarda yine Kürtçe ve doğu Dicle bölgesinde
tekrar Arapça ile temasa geçilir. İran sınırında Kürtçe hakimdir. Sairt zaten oldukça Arap ve
hatta kuzeyindeki 2 köyde de. Bu karşıtlık özellikle köylerdeki binaların inşasında göze
çarpmaktadır. Arap evleri, kesme taştan, sivri kemerli tonozludur ve kuleler gibi yükselir.
Türk ve Ermeni evleri kulübelergibi eğimli bir dağ yamacına inşa edilmiştir ve sadece ön
duvar genellikle kil veya kaba taşlardan yapılmıştır. Binanın üzerine ve bu dallara
yapraklarla çapraz parçalar serilir, tümü toprağa götürülür ve damgalanır. Bu düz çatılara
açılan delikler, çok az ışık ve hava girmesine izin verir, hatta daha az duman çıkarır. Bu tür
köylere büyük bir dikkatle yaklaşılmalıdır, kişi bunun farkına varır varmaz, böyle bir çatının
ortasında atıyla durur ve çok kolay bir şekilde kırılabilir. Bu tür kulübelerde köylü evcil
hayvanlarıyla birlikte yaşar. Bu sonuncusu, ailenin gündüzleri çalıştığı ve geceleri uyuduğu
şöminenin yanındaki ahşap bir podyum dışında tüm iç mekana sahiptir. Soygunculardan
korunma ve kışın sıcaklık, elbette bu meslektaş birlikteliğinin tek avantajıdır. Evin
efendisinin refahı ile ev de büyür, ancak sadece cüretkar bir yönde, ancak yeryüzünde inşa
etme ilkesi ve düz çatı kalır. Ev ne kadar büyük olursa olsun, neredeyse her zaman tüm
evi ve tüm parçalarını dışarıdan kapatan tek bir kapı vardır. Sonra dar bir antreye girilir,
buradan sağa ve sola ahırlara ve dümdüz ileriye, çatısı ve tavanı (burada ikisi çakıştığı
için) genellikle yarım küre şeklinde yükselen ailenin merkezi oturma odasına girilir, ki bu
örtü kerestelerinin üst üste ve merkeze daha yakın ve daha yakın bir daire içine
yerleştirilmesiyle elde edilir. Bu merkezi oturma odasından her taraftan bitişik odalara ve
çeşitli odalara girilir. Bu, ovalarda yaşayan bir çiftçinin modelidir.

Tabii ki, dağlar usta inşaatçıyı tamamen farklı koşullarla karşılar: burada inşa
etmiyorsunuz, kayanın üzerine inşa ediyorsunuz ve taşlarla inşa ediyorsunuz.

Genel olarak, insanlar büyük bir yoksulluk içinde yaşarlar. Onlar için en gerekli geçim
kaynağı olan süt ve ekmek, onlara toprak veya sürü tarafından verilir. Dağ köylerinde
bazen pirinç, kahve veya şeker yoktur; Çocuk kendisine verilen şeker parçasını çöpe atar.
Sevimli olduğunu bilmiyor. Beyaz sakallı ve saçlı yaşlı bir Kürt bir parça şeker ister, onu
daha önce hiç görmemiş olan yaşlı kadınına göstermek ister.

Genel olarak, arazi çok az ekilir. Sadece son derece gerekli olanı ekerler. Kimse Kürtler
tarafından bir gecede götürülebilecek malzemeleri yığmaktan hoşlanmaz, Kürt, çoğu
zaman ekmediÄŸi yeri biçer. Dicle’nin doÄŸu kolundaki yoksul Ermeni köyü Çumar’ın sakinleri
umutsuzluk içindeydi: Kürtler, tek mülkleri olan 1000 koyunlarını sürmüşlerdi. Karasu’dan
yaklaşık 1 saat uzaklıktaki Ermeni kasabası Liçk, bir Kürt kalabalığı tarafından oluşturulan
kuşatmayı (yani sürüyü) ancak 30 lira (330 florine karşı) nakit olarak ödendikten sonra
kaldırdı. Tabii ki, soygunu cezalandırmak hükümete bağlı değil. Bu tür şeyler burada
gelenekseldir ve söylemeye gerek yok.

Ancak Kürtlerin bu yağmacı şehvetini gerçek kötülükten ziyade yanlış bir özgürlük
anlayışına bağlamak istiyorum. O bir doğa çocuğu, yaramaz ve bağlanmamış, ama
şımarık değil. Ayrıca güçlü ama aynı zamanda adil bir hükümetin sıkı dizginlerine isteyerek
boyun eÄŸecekti. Wan’dan gelen Amerikalı misyoner Dr. Reinolf’un, benim Wan’a
varışımdan yaklaşık bir hafta önce, Bitlis ile MuÅŸ arasında Mirza-Bey’in oÄŸulları tarafından
saldırıya uğraması ve dövülmesi, daha çok, kendisine yapılan bir davete göre, henüz
gitmemiş olması gerçeğine dayanıyor gibi görünüyor.

Aileye büyük bir hakaret etmişti ve daha sonra genç asabiler tarafından hemen kanlı bir
şekilde intikam alındı.

Kürt neredeyse sadece bir çobandır ve göçebe bir yaşam sürmektedir. Kışın
Mezopotamya’da yaÅŸayan birçok Kürt aÅŸireti, yazın sürüleriyle birlikte yüksek daÄŸlarda
otlak arıyor. Dicle’nin doÄŸu koluna yakın bir Kürt çadır köyüne rastladım, çok iyi
karşılandım ve ağırlandım. Köyde çok sayıda ve büyük koyun sürüleri, boynuzlu sığırlar ve
atlar vardı ve güçlerini 60.000 çadırda tahmin eden Miran – Kürtlerin AÅŸiret’ine aitti.

Ermeni, ticaret ve sanayi de yaptığı şehirlerde öncelikle tarım ve hayvancılıkla uğraşır ve
bu bakımdan fikri üstünlüğü ve faaliyeti sonucunda Türk komşusunu geride bırakır. Ermeni
köylüsünde büyük zihinsel yetenekler de göze çarpmaktadır; ama daha da fazlası: biri de
fark ediyor, ateşli bir eğitim dürtüsü diyebilirim. Ülkedeki üzücü koşullarda bile herkes
öğreniyor. Yoksul dağ köylerinde, genellikle irili ufaklı gayretli öğrencilerle dolu bir okul
binası bulunur; Yoksul sakinlerin kendileri tarafından ödenen bir öğretmen bulunur. Oradaki siyasi durum daha iyiye doğru değiştiğinde, Ermeniler eğitim konusunda yakında
Avrupa’ya ulaÅŸmış olacaklardır.

Son olarak, sıradan Türk köylüsü, hayal edilebilecek en iyi huylu ve dürüst insandır.
Misafirperver ve fakir evinin sunduğu her şeyi isteyerek yabancıya getiriyor. Yeni şeyler
görmeyi ve duymayı da sevse de, müdahaleci değildir ve yabancıyı rahatsız etmez. En
küçük BahÅŸiÅŸ’ten memnundur ve bir tane alamasa bile ona mutlu yolculuklar diler. Bununla
birlikte,

Ermeni köylüsü için böyle genel bir övgü ifade edilemez. Ermeniler depresyondaydı. Bu
durumda, çoğu zaman adalet duygusunu tamamen kaybetmiştir. Entelektüel üstünlüğü
çoğu zaman yaramazlığa dönüşür. Verilen hizmetler için, genellikle korkunç olanı talep
etmekten çekinmez. Mesela aldığım süt, peynir, yumurta ve ekmek Avrupa fiyatlarındaydı
Ancak bununla bile Ermeni çiftçi nadiren tatmin oldu. Son olarak, Kürt ya misafirperverdir
ve sonra hiçbir koÅŸul ya da bahane olmadan bir BakÅŸiÅŸ’i kabul eder ya da yabancıya kapıyı
gösterir ve en yüksek fiyata bile kesinlikle hiçbir şey vermez.

Bu bölgelerdeki kişilerin ve mülklerin güvenliği arzulanan çok şey bıraksa da, bu
tehlikelerin, bu yolsuz bölgelerdeki gezginlerin hayatlarını tehdit eden tehlikelerle
karşılaÅŸtırıldığında çok küçük olduÄŸu kabul edilmelidir. Burada Dicle’nin doÄŸu kolunun
daÄŸlık bölgelerini, MuÅŸ’tan Palu’ya kadar olan Muradsu vadisiniı ve Pengo ve Kemah’a
kadar olan Karasu vadisini kastediyorum. Saatlerce, günlerce ve haftalarca, at, atın yanlış
bir adımının binicinin kesin kıyameti anlamına geldiği korkunç uçurumlardan geçer.

Köprüler genellikle kötü durumdadır ve uzak bölgelerde bunlardan tamamen yoksundur.
Dersim’de kelek denen aletler hala kullanılıyor ve bununla Munzursu’yu birkaç kez geçtim.
Hafif çubuklarla birbirine bağlanmış şişirilmiş keçi derileri ve üzerlerine serpilmiş ağaç
dalları ve yaprakları vardır. Yolcu daha fazla denge için tam ortasına uzanır ve büyük bir
tahta kaşıkla çalışan Kelekçi, genellikle her şeyi mutlu bir şekilde diğer tarafa kürekler. Bu
tür sallar, o bölgelerde Xenophon dönemini hatırlatır. Bagajlar/Yükler de da parça parça
kürek çekiyor, atlar taş atışlarıyla suya sürülüyor ve biraz tereddüt ettikten sonra yüzerek
karşıya geçiyorlar. Diğer kıyıya vardıklarında, genellikle yakın çevrede bir gezinti yaparlar
ve çoğu zaman çok çaba sarf etmek zorunda kalırlar. Kelek ile geçiş çok zaman alıcıdır.

Diğer bir özellik ise doğu Dicle bölgelerinde sepetçilik tarzında dokunan köprülerdir.
Köprüler, Dicle’nin üzerine gerilen ve her iki yakaya tutturulan 1 metre geniÅŸliÄŸinde ve 10-
20 metre uzunluğunda masif huş ağacı çubuklarından dokunan kurdelelerden yapılır. Bu
tür köprüleri asla geçemezdim ama dört ayak üzerinde sürünebilirdim. Çünkü hem dikey
hem de yatay olarak dalgalanırlar. Bagajlar parça parça getirilmelidir. Atlar, köprüden çok
fazla güç bekliyorsanız, neredeyse kesinlikle onu geçecektir. Ancak genellikle geçici olarak
toplanan komisyon, hayvanların daha fazla güvenlik uğruna yüzmesine izin vermenin daha
iyi olacağı anlamında taşıma kapasitesine ilişkin pareresini verir. Son olarak, gezinin
sonuçlarını kısaca özetleyecek olursam, ortaya şunlar çıkıyor: Henüz hiç bilinmeyen ya da
yeterince bilinmeyen yaklaşık 300 mil karelik bir alanın araştırması yapıldı; Ayrıca bir takım meteorolojik gözlem ve ölçümler yapılmış, bu bölgelerin etnografik, siyasi ve kültürel
durumlarına mümkün olduğunca dikkat edilmiştir.

Salachana-Pagan ve Penga’nın çivi yazılı yazıtının tarihi deÄŸeri, Trabzon’un kopyası henüz
gelmediği için hala tespit edilememiştir.

Çevirmenin notu:
Resimleri, çoğunlukla arşivimden ekledim.

Geef een reactie

Je e-mailadres wordt niet gepubliceerd. Vereiste velden zijn gemarkeerd met *