Yılmaz Güney filmlerinin ‘Gardiyan Cafer’i ile ‘Paris’te Sürgün’ filmi üzerine

Bircan DEĞİRMENCİ

Yılmaz Güney’in Duvar filminde Gardiyan Cafer’i canlandıran oyuncu Ahmet Zîrek’le Güney’le tanışmasını, Duvar filmini ve sürgündeki yaşamını konuştuk.

Yılmaz Güney’in Duvar filminin efsanevi kötü karakteri Gardiyan Cafer’i canlandıran oyuncu Ahmet Zîrek, Paris’teki sürgün günlerini anlattığı Paris D’exile filmiyle Duhok Film Festivalindeydi. Zîrek’le Yılmaz Güney’le tanışmasını, Duvar filmini ve sürgündeki yaşamını konuştuk.

Çocukluğu ve ilk gençliği 1980 darbe öncesi Hakkari’de geçiyor Zîrek’in.

“Hakkari o dönem gerçekten dünyadan uzak bir yerdi. Gazeteler kışın neredeyse hiç, yazın ise üç dört gün sonra gelirdi. Her şeyi çok sonradan öğreniyor, dünyadaki gelişmeleri tahlil etmeye çalışıyorduk. Hatta ona göre eylemler yapıp bazen kendi kendimize gülüyorduk. Bu zaten 4 gün önce olmuş ama biz yeni tepki veriyorduk.”

Kurdukları gençlik derneğinde amatör tiyatro yapmaya çalışırlar.

“Bu bir gönül tiyatrosuydu. Öyle profesyonel bir şey değildi. Örneğin Aladağlı Mıho’yu oynayacağız. Metni alıyordum tiplere bakıyordum, karakterleri belirliyordum. Üç gün müddet veriyordum. Herkes rolünü ezberliyordu. Sonra dernekte iki üç gün prova yapıyorduk. Hakkari’deki sinemayı kiralıyorduk. Salon full. Öylece başladı tiyatro yaşamımız. Aynı zamanda Bursa’da öğrenciydim. Sürekli gelip gidiyordum.”

Bir 12 Eylül sabahı Türkçeyi iyi bilmeyen babası onu uykudan uyandırarak, “Kalk oğlum radyoda bir şeyler diyorlar ama ben tam olarak anlayamıyorum” der. Radyoyu duyunca Hakkari’den gitmesi gerektiğini anlar. Gidiş o gidiş. İki yıl Ortadoğu’da kalır. 2 Eylül 1982’de Suriye üzerinden Paris’e gider. Uçakta pasaportunu yırtarak yok eder. Bir gece havalimanında bekletilir. Ertesi gün Paris’e girebileceği söylenir. İltica başvurusunda bulunur. Elinde yeteri kadar belge olduğu için üç gün sonra başvurusu kabul edilir.

“O dönem ortam, çevre hiçbir şey yok. Kendine kalabileceğin bir yer arıyorsun. Bu yeri ararken de hiçbir zaman Türkiye’den uzaklaşma gibi bir hissim yoktu. Geçici bir uzaklaşma olarak görüyordum. Çünkü ben Hakkari’deyken de yakalandım. Biz alışkındık öyle şeylere, nasılsa bir iki ay cezaevinde kalıp bırakılıyorduk. Gençtik, kendimizi Che Guevara gibi hissedip havalara giriyorduk. Cuntadan sonra da birkaç aya kalmaz döneriz diye düşünüyordum. Aylar, yıllara döndü. Yakalanan arkadaşların durumunu takip ettiğimde kolay kolay dönemeyeceğimizi anladım. Vaziyet epey ciddiydi. “

GERÇEKTEN HAKKARİLİ MİSİN?

O dönem Paris’te kalan Yılmaz Güney Duvar filminin hazırlıklarını yapmaktadır. Kürt, Türk ve Fransız figüranların seçimi için birileri görevlendirilmiştir. Tesadüfi bir şekilde Kürt figüranlarla ilgilenen bir arkadaşı ona ‘Sen tiyatroyla ilgilisin. En azından gelip figüranlık yap. Hiç değilse biraz para kazanırsın” önerisinde bulunur. Yılmaz Güney’in ismini duyunca heyecanlanan Zîrek, özgeçmişini anlatan bir mektup yazarak Güney’e iletmesi için arkadaşına verir.

“Yılmaz Ağabey mektubu okuyunca ‘hemen bunu getirin’ demiş. Ertesi sabah o arkadaş beni alıp çekime götürdü. Set, Paris’ten 60 Kilometre uzaklıkta bir Manastır’daydı. Çekimden iki gün önceydi. Ben de figüranlık için gitmişim. Yılmaz Ağabeyle ilk karşılaşmamız enteresandı. Ben heyecandan titriyorum.

-Hakkarili misin?
-Evet Ağabey Hakkariliyim.
-Hakkari’de ne yapıyordun?
-Tiyatro yapıyordum.
-Gerçekten Hakkarili misin?
-Evet, Hakkariliyim.

Üç kez aynı soruyu sorduktan sonra asistanlarından birini çağırarak, ‘Zîrek Abiye bir gardiyan elbisesi hazırlayın’ der. Zaten set gardiyan ve jandarmayla doludur. Zîrek, tüm cesaretini toplayarak,
-Yılmaz Ağabey çok özür dilerim, üç defa neden ‘Hakkarili misin?’ diye sordun. Gerçekten merak ettim.

-Yılmaz Güney o meşhur kahkahasını atarak, ‘Ben bu Hakkari’yi o kadar çok duymuştum ki ama hayatımda hiç Hakkarili görmemiştim. Onun için sordum. Acaba buranın insanları nasıl?’ diye.

“Üç gün geçti henüz Gardiyan Cafer karakteri ortada yok. Sabah çocuklarla çekim yaptı. Öğlen yemek yedik. Sonra baktım beş altı kişiyi çağırdı. Ben tiplere baktım dedim, bu işte bir iş var. Bizi alıp yukarı götürdü. Başrol oynayan Şaban adlı çocuğu da getirdi. Fatoş Güney ve kameraman İzzet Akay orada. Alın bu çocuğu dövün, içinizden ne küfür geliyorsa edin dedi. Herkes başladı dövmeye ben dördüncüydüm. Başladım Şaban’a küfretmeye. Ben bitirdim. Yılmaz Ağabeyle İzzet’in kendi aralarında konuştuklarını gördüm. Yılmaz Ağabey bana, ‘Bir daha yapar mısın, ben bakacağım’ dedi. Ben bir heyecanlandım. ‘Oğlum Şaban, Yılmaz Ağabey beni izliyor, bittin sen.’ Gerçekte dövmüyorum tabi ama rolüm bittiğinde ter içinde kalmışım.”

Yılmaz Güney Zîrek’i biraz uzaklaştırır, gözlerinin içine bakarak “Açık konuşalım. Filmin en kötü rolü ve filmin de en çok üzerinde durduğu karakter. Bu faşist bir rol ve benim bu rol için Türkiye’den birini getirmeye imkanım yok. Senin o gözlerindeki bakışlar gayet uyuyor. Ne düşünüyorsun?” diye sorar.

“Yılmaz Güney bana rol veriyor bu benim için büyük bir şerefti. İkinci gün o mutfakta çekilen meşhur mercimeğe küfredilen sahne vardı, onu bitirdik. Yılmaz Güney akşam görüntüleri yeniden seyretmiş, ertesi gün gelip ‘Sen hiçbir şeyi değiştirme, aynı bu şekilde devam et‘dedi. Ben de ne yaptığımı bilmiyorum. Gerçi kimse de bilmiyor. Film çekiminde hiçbir oyuncunun senaryodan haberi yok. Yönetmen ne diyorsa onu yapıyoruz. O gün çekeceği sahneye göre çağırıp ‘şunu yap’ diyor, biz öyle yapıyoruz. Benim zaten Cafer’den haberim yok. Sadece bazı sahnelerde dikkatimi çekiyor bakıyorum çocuklar ‘Bu Caferi vuralım, öldürelim’ diyorlar. Oradan diyorum herhalde bu Cafer kötü bir rolde. Filmi izlediğimde tam olarak Cafer’in nasıl biri olduğun anladım. ”

Duvar filminden önce de birkaç filmin çekildiği Paris’ten 60 km uzaklıktaki manastırdaki çekimler iki ay sürer.

“Hayatımın en güzel günleriydi diyebilirim. Hafta sonları 150-200 figüran geliyordu ama biz hep orada kalıyorduk. Güney, beş kişiyle birlikte bana siz artık benim ekibimsiniz. O duvarların yıkılması için siz de yardım edin dedi. Bir ay daha fazladan kaldık. 15 gün de filmin dublajı sürdü. Sonrasında Yunan Bıçağı diye bir projesi vardı. Aynı zamanda Yılmaz Ağabey hastalanınca proje yarım kaldı.

Benim sinema olarak ilk deneyimim ve Yılmaz Ağabeyle oldu. Cannes’da jüri olması önerildi. ‘Ya jüri olacaksın ya da filmi sunacaksın’ dediler. O da tercihini filmden yana yaptı. Hatta o zaman şiddet sahneleri nedeniyle film biraz eleştirilere maruz kaldı. Yılmaz Güney de ‘Ben Türkiye’de cezaevinde olanların sadece yüzde birini anlattım. Yüzde ikisini anlatmış olsam bu adam tam delirmiş derdiniz’ demişti.”

Yılmaz Güney’in ölümü hayallerini bitirir. Zîrek Duvar filminin ardından Türkiye vatandaşlığından çıkartılır. O da Fransız olmak istemediğinden Birleşmiş Milletlere başvurarak vatansız statüsü alır. Yılmaz Güney hayatını kaybedince Zîrek’in tüm hayalleri çöker. Tek kelime Fransızca bilmediği için filmlerde rol alamaz.

“O dönem Fransız sinemasında hiçbir yabancıya yer yoktu. Yüzde 99 Fransızdı. Yeşilçam sinemasında Kürtlere aşağılayıcı roller verildiği gibi onlarda da o tip roller veriliyordu. Sonra Fransızca öğrenmeye başladım.”

2000’li yıllarda Fransızcası oyun oynayabilecek seviyeye gelince tiyatro yapmaya başlar. Kurdukları sahnede Türkiye’deki cezaevlerine ilişkin bir oyun ile Mem û Zîn’i Fransızca sahneler. Ufak roller de olsa Costa Gavras ve Tony Gatlif gibi yönetmenlerle çalışır.

“Son dönem Kürt sineması da gelişti, çoğu filmde çalışma imkanım oldu.”


BİR SÜRGÜN HİKAYESİ

Paris D’exile Zîrek’in yönettiği ilk ve son filmi. Sürgündeki kişisel hikayesini anlatan kendi deyimiyle ‘kalpten gelen, iç dökme’ filmi.

“Bütün sorumluluğu üzerime alıp içimi boşaltmak istediğim ve buna inanıp yaptım. Gerçek bir hikaye. Oğlumun 13 yaşındayken Hakkari’ye ilk gidişini anlatıyor. Önce ‘dil bilmiyorum, orada çok kar var beni nereye gönderiyorsun’ diye itirazda bulunmuştu. 90’lı yıllardı ve Hakkari bölgesi de siyasi olarak sıcak bir dönemi yaşıyordu. Ailem çocuk da olsa bu kaygılardan dolayı Hakkari’ye gelmesine karşıydı. Sonuçta gitti. Ben her gün telefonla konuşarak onu yönlendiriyordum. Bu diyalogları not etmeye başladım. Her geçen gün oğlumun diyaloğu değişiyor, bana sorular soruyor ve giderek yakınlaşıyorduk. Babam onu bir dağa götürüyor. Orada ona yıldızları gösteriyor. ‘Her insanın bir yıldızı var. Babanın da yıldızı kaymış ama yeniden doğacak’ demiş. Son telefon görüşmemizde Fransa’ya döneceği için üzgün olduğunu söyledi. Geldiğinde bana sarılarak, ‘Artık karı çok seviyorum. Hakkari’nin karı çok sıcak. Benim sürgündeki hissiyatımı anlamıştı artık. Avuçlarında Hakkari toprağını getirmiş ‘Baba bu senin toprağın’ demişti”

Aldığı notların 500 sayfaya ulaştığını ve diyalogları okuduğunda film senaryosu gibi olduğunu görür. Samimi olduğu birkaç yönetmen arkadaşıyla paylaşır.

“Onlar bana ‘sen konuştuğunda zaten bütün planları gözlerinde görüyoruz’ dediler. Kendi rolüm için birkaç kişi denedim. O da içime sinmedi. Benim derdim Kenan evren gitmeden bu filmin çıkmasıydı. O yüzden o resmi şeylerle uğraşırsam üç beş yılımı alacaktı. Kendi imkanlarımla o sorumluluğu alıp çektim”
Post prodüksiyonla birlikte 9 ayda film hazırdır. Paris’te bir festivale katılır. Kahire Festivali’nde ödül aldıktan sonra ‘Tamam ben içimi boşalttım. O biriken şeyi atmış oldum. Bu olay benim için bitmiştir.” der.

SÜRGÜN HASTALIĞI

Filmde sürgün yaşamının kişinin ruhunda ve bedeninde yarattığı tahribat anlatılıyor.

“Hakkari’de bir kitabevi vardı. Victor Hugo’nun sürgün yazılarını okuyordum ama edebi olarak düşünüyordum, fiziki yaşamı düşünmüyordum. İki yıl kaldığım Ortadoğu’dayken bunu çok fark edememiştim. Çünkü yakınsın gelen giden var. Paris’e geldiğim gün bunun ne demek olduğunu anladım. Bu sürgün ne? Onun üzerine araştırmaya başladım. Bir ara ayağım çok ağrıyordu, yürüyemeyecek haldeydim. Tesadüf bir profesörle görüştüm. Röntgen çekiyor, hiçbir şey yok. Bir gece yattığım odaya gelip birkaç filozof kitapları gördü ve sohbet ettik. Gülmeye başladı. ‘Kardeşim senin derdini anladım. Tıp dilinde biz sürgün hastalığı diyoruz. Düşünceler birikiyor ve vücudun bunu atmaya ihtiyacı var. Atmadın mı böyle bir yerinden ağrı olarak çıkıyor ve hareket edemiyorsun

Hakkari’yi terk ettiğimde 8-10 bin nüfusu vardı. Herkesi tanıyorduk. Doğan çocuğu bile bilirdik. Koca aile gibi yaşıyorduk. Medeniyetten uzak olduğumuz için birbirimize ihtiyacımız vardı. Bütün sosyal ilişkilerimiz birbirimizleydi. Öyle bir yapılanmadan sen bir ağacı kesip Paris’e götürüyorsun, nasıl yeşerecek. O sürgünü anladığında yaşamın dertlerinden kurtulup rahatlıyorsun. Film de benim için öyle oldu.”

Fatih Akın’ın son filminde rol alan Zîrek yeni projelerle bizimle buluşmaya devam edecek.

Geef een reactie

Het e-mailadres wordt niet gepubliceerd. Vereiste velden zijn gemarkeerd met *