Uluslararası barışı kurma, Birinci Dünya Savaşı süresince, devlet ve siyaset adamlarının, yazarların, basın mensuplarının, aydınların üzerinde durduğu önemli bir konu oldu. Bu, savaştan sonra da, devletleri, siyasetçileri aydınları, yazarları… meşgul eden bir konuydu. Bu konu, 18 Ocak 1919’da başlayan Paris Barış Konferansı’nın gündeminde ilk sıralarda yer alan bir konu oldu. O zaman Paris Barış Konferansı’na 32 devlet katılmıştı.
1920’ler Milletler Cemiyeti Dönemi
Uluslararası anlaşmazlıkların, devletler arasındaki gerilimlerin, savaşa varmadan, barışçıl yollarla çözülmesi, bunun için de uluslar üstü bir örgütün bu işlerle ilgilenmesi gündeme geldi. Cemiyet-i Akvam (Milletler Cemiyeti), bu anlayış doğrultusunda kuruldu. Milletler Cemiyeti, devletler arasındaki anlaşmazlıkların, savaşa varmadan, barışçıl yollarla çözülmesi için çaba harcayacaktı.
Fakat örgütün adı Milletler Cemiyeti olsa da, temelde savunulan, milletlerin hakları ve özgürlükleri değil, devletlerin hakları ve özgürlükleri ve çıkarlarıydı. Milletlerin, hakları ve özgürlükleri de çoğu yerde ve çoğu zaman, devletlerin hakları ve çıkarlarıyla çelişiyordu. Kürdler/Kürdistan böyle bir çerçeve içinde değerlendirilebilir.
Paris Barış Konferansı’nın önemli bir işi, savaşta yenilen devletlerin sömürgelerinin yenen devletler arasında paylaştırılmasıydı. Bu konu, Milletler Cemiyeti’nin de önemli bir işi oldu. A Tipi Mandalar, B Tipi Mandalar, C Tipi Mandalar bu anlayış doğrultusunda oluşturuldu.
A Tipi Mandalar, Osmanlı İmparatorluğu’nun, Yakındoğu’daki, Ortadoğu’daki, Mezopotamya’daki topraklarının paylaşılmasıyla oluştu. B Tipi ve C Tipi Mandalar, Alman İmparatorluğu’nun, Güneybatı Afrika’daki ve Güneydoğu Asya’daki sömürgelerinin paylaşılmasıyla oluştu.
A Tipi Mandalar çerçevesinde, Büyük Britanya’ya bağlı Irak, Ürdün, Filistin mandaları kuruldu. Fransa’ya bağlı Suriye, Lübnan mandaları kuruldu. Mandayı, kısaca sömürge olarak değerlendirmek mümkündür.
Bu dönemde, sorulması gereken temel soru şudur. Neden bir Kürdistan mandası kurulmamıştır? Kaldı ki, o dönemde, Güney Kürdistan’da, Şeyh Mahmud Berzenci, ‘Ben Kürdistan Kralıyım’ diyerek bağımsız Kürdistan talep ediyordu. Bunu, Büyük Britanya’dan talep ediyordu. O dönemde, dünya nizamını belirleyen temel güç Büyük Britanya’ydı. O dönemde, kuşkusuz Fransa da emperyal bir güçtü. Fakat Fransa’nın dünya nizamını belirlemedeki ağırlığı, Büyük Britanya’dan çok sonra geliyordu. Bunu, % 70, % 30 olarak değerlendirmek mümkündür.
Büyük Britanya, Fransa gibi emperyal güçlerse, bağımsız Kürdistan’ı bir tarafa bırakalım, sömürge bir Kürdistan’ı bile kabul etmediler. Kürdistan, bölündü, parçalandı, paylaşıldı. Bu durum Kürdlerde çok ağır etkiler yarattı. Bu, bir insanın iskeletinin parçalanması gibi, beyninin dağılması gibi etkiler yarattı. Bunun çok ağır durumlar olduğu besbellidir. Günümüzü belirleyen temel sürecin de bu olduğu çok açıktır.
Kürd isteklerinin hiç dikkate alınmaması, ötelenmesi, görmezlikten, bilmezlikten, duymazlıktan gelinmesi, Kürdlerin/Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması, paylaşılması, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Yakındoğu’yu, Ortadoğu’yu ilgilendiren çok önemli bir olgudur. Kanımca bu, olguların, olgusal süreçlerin başında gelmektedir. Bunun barış anlayışına, uluslararası barış anlayışına ne kadar aykırı olduğu besbellidir.
Böyle bir sürecin planlanmasında, yaşama geçirilmesinde, dönemin iki emperyal devleti Büyük Britanya ve Fransa’nın rolü, kuşkusuz çok büyüktür. Büyük Britanya ve Fransa’yla bölgedeki Türk, Arap ve Fars yönetimleri arasında bu ilişkiler çerçevesinde yoğun bir işbirliği gelişmiştir. Dönemin önde gelen iki emperyal gücünün ve Yakındoğu’nun, Ortadoğu’nun iki köklü devletinin bu süreçteki işbirlikleri dikkatlerden uzak tutulamaz.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Yakındoğu’da, Ortadoğu’da yeni bir statüko kuruluyor. Ama bu statüko Kürdlere herhangi bir statü vermiyor. Kürdler, Kürdistan yeni kurulan manda (sömürge) devletler arasında paylaştırılıyor. Böylece dönemin dünya nizamını belirleyen iki emperyal gücü ve Yakındoğu’nun, Ortadoğu’nun iki köklü devleti böyle bir sürecin yaşanmasında işbirliği yapmış oluyor. Bu durumu, bu ilişkileri anti-Kürd uluslararası nizam, anti-Kürd dünya nizamı olarak tanımlamak mümkündür.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, yeni gelişen bu süreç karşısında Sovyetler Birliği’nin tutumunun değerlendirilmesi de gerekir.
Ulusların kendi geleceklerini tayin hakkı ilkesi 1920’lerde, Sovyetler Birliği’nde Lenin, Stalin, Troçki gibi liderler tarafından, ABD’de başkan Wilson tarafından çok konuşulan bir ilkeydi. Başkan Wilson’ın 14 noktası bu konuyla ilgiliydi. 14 noktanın 12.sinde Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğindeki halkların kendi geleceklerini tayin etmeleri dile getiriliyordu. Sovyetler Birliği bu çerçevede, örneğin Afganistan’da Büyük Britanya’ya karşı mücadele yürüten Emanullah Han’a askeri ve diplomatik destek sağlamıştır. Güney Kürdistan’da Kürdler de Kürdistan için büyük Britanya’ya karşı mücadele yürütüyorlardı. Fakat Sovyetler Birliği liderleri Şeyh Mahmud Berzenci’nin diplomatik ve askeri yardım taleplerine hiç cevap vermedi. Sovyetler Birliği her zaman Kürdleri baskı altında tutan, bunun için de birbirleriyle yoğun bir işbirliği yapan devletlerin yanında yer aldı. Eylül 1920’de, Bakü’de yapılan Doğu Halkları Kurultayı’ Kürdler, Ermeniler, Süryaniler açısından değerlendirilecek olursa, bu kurultayın mazlum halklara değil, mazlum halkları baskı altında tutan devletlere güç verdiği hemen görülür.
Ulusların Kendi Geleceklerini Tayin Etme ilkesinin en çok konuşulduğu, bu temel ilkenin Ortadoğu’da, Yakındoğu’da, Asya’da yaşama geçirilmesi için mücadele edildiği bir dönemde Kürdlerin, Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması, paylaşılması dikkatlerden uzak tutulamaz bir durumdur.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Araplar da bölündü fakat Arapların bölünmesi ile Kürdlerin bölünmesi, birbirlerinden çok farklı gelişen süreçlerdir. Araplar zamanla ayrı ayrı devletler olarak ortaya çıkmışlardır. Bugün Basra Körfezi’nden Fas’a kadar 22 Arap devleti vardır. Filistin Arap devleti ile 23 olacaktır. Kürdistan sömürge bile değildir. Sömürge bir statüdür. Kürdistan sömürge bile değildir.
Asuri-Süryanilerin durumunun da dikkatlerden uzak tutulmaması gerekir. Süryaniler de bölünmeyle, parçalanmayla karşı karşıya kalmışlardır.
Milletler Cemiyeti, uluslararası barışı kuramadı. İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine engel olmadı. Kürdler İkinci Dünya Savaşı sürecinde de ayaktaydılar fakat büyük çabalarına rağmen bir başarı elde edemediler.
Batı İran, 1941’de Sovyetler birliği ile İngiltere tarafından işgal edildi. Bölgenin kuzeyi Sovyetler Birliği, güneyi İngiltere tarafından işgal edildi. Sovyetler Birliği’nin işgal ettiği alanda, Mahabad, Senendec (Sine), Kermanşah, Urmiye, Maku gibi alanlarda, kısaca Kürdistan bölgesinde 1942-43 yıllarında ve daha sonrasında bir milli hareket filizlenmeye başladı. Bu hareket 1945 sonunda Kürdistan Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sonuçlandı. Kürdistan Cumhuriyeti’nin merkezi Mahabad’dı. Aynı dönemde Azeri bölgesinde de Tebriz Azerbaycan Cumhuriyeti kurulmuştu.
Kürdistan Cumhuriyeti kısa ömürlü oldu. Bir yıl kadar yaşayabildi. İran petrollerinden sağlanan imtiyaz karşılığında Sovyetler Birliği İran’dan çekildi. Bunun üzerine İran ordusu önce Tebriz Azerbaycan Cumhuriyeti’ne daha sonra da Kürdistan Cumhuriyeti’ne saldırdı. Bu iki yeni cumhuriyeti yıktı. Kürdistan Cumhuriyeti’nin başkanı Kadı Muhammed ve üç bakan Mahabad’da, Çarçıra Meydanı’nda idam edildiler. Cumhuriyetin ordu birliklerinin komutanı Mele Mustafa Barzani ve 500 civarında peşmerge, İran ordusunun, Irak ordusunun ve Türk ordusunun ve İngiliz Kraliyet hava kuvvetlerinin saldırıları altında, 1947 baharında, Sovyetler Birliği’ne iltica ettiler.
1945 Birleşmiş Milletler Dönemi
Uluslararası barışı kurma anlayışı, İkinci Dünya Savaşı sürecinde de devam etti. Devletler arasındaki anlaşmazlıkların savaşa varmadan, barışçıl yollarla çözülmesi istekleri bu dönemde de sürdü. 1945’te, Birleşmiş Milletler bu anlayış doğrultusunda kuruldu.
Kürdler, Birleşmiş Milletler kurucuları ABD, İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği gibi devletlere seslerini duyurabilmek için çok çaba sarfettiler. Fakat Birlemiş Milletler kurucuları Kürdlerin sesini, çığlıklarını duymak istemedi, bunu önemsemedi.
1945’te Birlemiş Milletler kurulurken, Milletler Cemiyeti’ne de dikkat çekilerek, Milletler Cemiyeti’nin yaşadığı zaaflar üzerinde duruldu. Birleşmiş Milletler’in bu zaafları yaşamamasına vurgu yapıldı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın siyasal çehresinde çok büyük değişiklikler oldu. Örneğin Afrika’da sömürgeler birer birer bağımsızlıklarına kavuştu. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Afrika’da sadece iki bağımsız devlet vardı. 1960’lardan sonra gelişen süreç içinde bu sayı arttı. Bugün Afrika’da 57 devlet var. Siyasal bakımdan bağımsız 57 devlet. Dünyanın başka yerlerinde de önemli değişiklikler oldu ama Kürdistan’da hiçbir şey değişmedi. 1920’lerde Milletler Cemiyeti döneminde Kürdlere statü vermeyen bir statüko kurulmuştu. Birleşmiş Milletler döneminde de aynı statüko kararlı bir şekilde sürdürüldü.
Birleşmiş Milletler adında “Milletler” sözcüğü var ama Birleşmiş Milletler hiçbir zaman milletlerin, örneğin Kürd milletinin yanında yer almamıştır. Her zaman Kürdleri, Kürdistan’ı ezmeye çalışan devletlerin yanında yer almış, onların çıkarlarını savunmuştur.
Uluslararası barışı kurma yolunda yeni bir örgütlenmeye gidilmesine “Milletler Cemiyeti’ni zaaflarından arındırmak gerekir” şeklinde bir anlayış da olmasına rağmen Kürdlerin, Kürdistan’ın durumu görmezlikten, bilmezlikten gelinmiştir. Buna dikkat etmeyen bir statüko sağlıklı bir statüko değildir. Bu çerçevede uluslararası barışı kurma çabalarının yine yara aldığı söylenebilir.
İnsan hakları elbette önemlidir ama kendi geleceğini tayin ilkesinin üzerinden düşünülmesi de önemlidir. Kendi geleceğini tayin etme hakkına sahip olmayan bir halkın insan haklarından yararlandığı söylenemez. Yaşam hakkı, kişi dokunulmazlığı, konut dokunulmazlığı, seyahat özgürlüğü, mülk edinme özgürlüğü, siyasal faaliyete katılma özgürlüğü, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü hep bireysel planda ele alınan özgürlüklerdir. Ama bir halk bir ulus kendi geleceğini tayin etme hakkına sahip değilse, baskı altındaysa bu hakların sağlıklı bir şekilde yaşama geçtiği söylenemez. Kürdler, Kürdistan bunun açık bir örneğidir.
Sömürge Halklara ve Ülkelere Bağımsızlık Tanıma Bildirgesi (14 Aralık 1960 Tarihli ve 1514 Sayılı BM Genel Kurul Kararı
Birlemiş Milletler Genel Kurulu’nun 14 Aralık 1960 tarihli ve 1514 sayılı kararına dikkat çekilmesi önemlidir. Bu, sömürgelere ve sömürge halklara bağımsızlık bildirgesidir.
Her şeyden önce bu bildirgenin hazırlanış amacı üzerinde durmak gerekir. Bu amacı şu şekilde ifade edebiliriz. Sömürgeler genel olarak baskıyla, zulümle yönetilir. Bu ülkelerin özgürlüklerine kavuşturulması, bu ülkelerde yaşayan halkların kendi kendilerini yönetebilmeleri önemli olmalıdır.
Bu bildirge yedi maddeliktir. 1., 2., 3., 5. maddelerin, sömürge ülkelerin ve sömürge halkların bağımsızlığa kavuşması ile ilgilidir. Birleşmiş Milletler bu süreci hem teşvik edecek hem de destekleyecektir. Bildirgenin 4.,6., 7. maddeleri ise devletlerin toprak bütünlüğünü korumaktadır. Bazı devletlerde, toprak bütünlüğünü zedeleyici milli hareketler olursa Birleşmiş Milletler bu hareketlere karşı devletlerin toprak bütünlüğünü savunacaktır. Bu milli hareketlerin bastırılmasında devletlere yardımcı olacaktır. Bu ikili durumun ayrı ayrı irdelenmesinde yarar vardır.
Yukarıda ifade edilen 4.,6.,7., maddeler, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun, 12 Ocak 1952 tarihli, ve 523 (VI) sayılı, Ulusların Kendi Geleceklerini Belirleme Hakkı kararına aykırıdır. Bu kararın birinci maddesinde, “Tüm halkların kendi geleceklerini belirleme hakları vardır. Bu haktan ötürü siyasal statülerini özgüce saptayarak ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişmelerini özgürce gözetebilirler” denmektedir.
Yine bu kararda, “Genel Kurul, halkların ve ulusların kendi geleceklerini belirleme haklarının her türlü insan haklarından tam yararlanmanın önkoşulu olduğunu ilan etmiştir.”
Bildirgenin 1., 2., 3., 5. maddeleri denizaşırı, okyanusaşırı sömürgelerin bağımsızlığını dile getirmektedir. Eğer metropol ülke ile sömürge ülke arasında denizler varsa, okyanuslar varsa, Birlemiş Milletler bu tür sömürgelerin bağımsızlığını savunacaktır. Büyük Britanya/Kenya,Tanzanya, Uganda, Zambia, Zimbabwe vs.; Fransa/Cezayir,Gana,Senegal; Belçika/Zaire, Portekiz/Angola, Mozambik, Gine Bisseau vs.
Bir de bitişik sömürgeler vardır. Irak’ın kuzeyi, Güney Kürdistan, Başur; İran’ın batısı, Doğu Kürdistan, Rojhilat; Türkiye’nin doğusu, Kuzey Kürdistan, Bakur; Suriye’nin kuzeyi, güneybatı Kürdistan, Kurdistana Rojava, bunlar bitişik sömürgelerdir. Bu arada, 1923-29 arasında Sovyetler Birliği’nde Kafkasya’da yaşam bulan Kızıl Kürdistan’ı da belirtmek gerekir.
Burada şu soru önemlidir. Sömürgelerin genel olarak baskıyla, zulümle yönetildiğini söylüyoruz. Baskı, zulüm hangi sömürgede daha yoğundur, daha yaygındır? Şüphesiz bitişik sömürgelerde daha yoğundur, daha yaygındır.
Şöyle düşünelim: Portekiz sömürgeleri Angola, Mozambik’e bakalım. Portekiz’le bu sömürgeler arasında binlerce kilometre mesafe vardır. 18.000-20.000 km. mesafe olduğu söylenebilir. Ordudaki, polisteki personelde, savaş araç gereçlerinde, lojistikte bir eksiklik olduğu zaman, kayıplar meydana geldiği zaman bu binlerce kilometre mesafeyi katederek bu eksiklikleri, kayıpları tamamlamak durumundasınız. Aradaki büyük mesafe, baskının zulmün devamlı olarak kurulamadığını, derinleşemediğini, yaygınlaşamadığını gösterir. Bitişik sömürgelerde ise mesafe çok küçüktür veya bazen de hiç mesafe yoktur. Mesafenin az olması veya hiç olmaması hem baskının, zulmün devamlı olmasını hem de derinleşmesini, yaygınlaşmasını sağlar.
Bağdat’tan kalkan bir savaş uçağı yarım saate varmadan Kürdistan’ı bombalamaya başlayabilir. Kaldı ki Irak ordusunun ikinci büyük karargâhı da Musul’dadır yani Kürdistan’ın içindedir. Mesafenin kısa olması veya hiç olmaması baskının, zulmün derin, yaygın olmasını getiriyor.
Büyük Britanya’nın, Fransa’nın, Portekiz’in vs. sömürgelerini nasıl yönettiklerini biliyoruz. Hiçbir emperyal güç sömürgesinde sistematik olarak zehirli gaz kullanamamıştır. Buna niyet etse bile uluslararası baskılardan, eleştirilerden, suçlamalardan kınamalardan çekinerek, bu niyetlerini gerçekleştirememiştir ama Saddam Hüseyin sistematik bir şekilde Kürdlere zehirli gaz kullanabilmiştir. Saddam Hüseyin rejiminin Kürdlere karşı zehirli gaz kullanmasının doruk noktası 16 Mart 19888’dir, Halepçe’de gerçekleşen Kürd soykırımıdır.
16 Mart 1988 günü, 6 binden fazla Kürd zehirli gazlardan bir çırpıda boğulup gitmiştir. Ama Saddam Hüseyin Kürdlere zehirli gazları 1983’ten beri kullanmaktadır. “En zehirli gaz hangisidir” deneyleri hep Kürd köylerinde ve cezaevlerindeki Kürd mahkumlar üzerinde yapılmıştır. 1983-88 arasında bu deneylerde yok edilen Kürdlerin sayısı 6 bini falan çok aşmaktadır ama bu soykırım zamana ve mekana yayıldığı için, basında hiç yer almadığı için kamuoyunun bilincine çarpmamıştır.
Burada Birleşmiş Milletler’in sözü edilen genel kurul kararına tekrar dönmek gerekir. Bu karar, baskı, zulüm altındaki halkların, sömürgelerin özgürlüklerine kavuşturulması kararıydı. Bitişik sömürgelerde baskının, zulmün daha yoğun, daha yaygın olduğunu vurgulamaya çalışıyoruz. Birlemiş Milletler ise bu konuda “devletlerin toprak bütünlüğü” diyerek bu zulme, baskıya arka çıkıyor. Birleşmiş Milletler’in çok açık bir şekilde ortada duran çifte standardını, bu tutumunu eleştirmek önemli olmalıdır.
Saddam Hüseyin rejimini Kürdlere soykırım yapmada rahat kılan unsur nedir? Saddam Hüseyin’in bu süreçte neden bir endişesi yoktur?
Bu da, bitişik sömürge olma yanında, Kürdistan’ın konumunu, farklı bir durumunu gündeme getirmektedir.
Halepçe soykırımına karşı dünyanın hiçbir yerinde bir tepki, protesto gelişmedi. Ne Londra’da ne Paris’te ne Washington’da ne Moskova’da ne Roma’da ne Berlin’de bir protesto eylemi gerçekleşmedi. Hatta her yıl 6 Ağustos’ta ve 9 Ağustos’ta Hiroşima ve Nagazaki kurbanlarını anan Japonya’da bile bir tepki gelişmedi. Bu duyarsızlığın üzerinde durmak gerekiyor.
Halepçe’de Kürd soykırımının yaşandığı dönemde, İslam Konferansı Kuveyt’te toplantı halindeydi. Halepçe’de Kürd soykırımı 16 Mart’ta meydana geldi. İslam Konferansı 18 Mart’ta toplandı. 1988’de İslam Konferansı’na üye devletlerin sayısı 53’tü, bugün 57.
İslam Konferansı sırasında Halepçe’de yaşanan soykırım hiç gündeme gelmedi, konuşulmadı. İslam Konferansı’nın sonuç bildirisinde de bu konuya hiç değinilmedi.
O günlerde Bulgaristan hükümeti, orada yaşayan Türklerin isimlerini değiştirmeye dönük bir program uyguluyordu. Bulgar hükümeti Türklere şunu söylüyordu: eğer Bulgar isimleri alırsanız, Bulgaristan Komünist Partisi’nde, Bulgaristan devlet bürokrasisinde görev alırsınız. Bu görevlerde hızla yükselirsiniz. Eğer Türk isimleriyle devam ederseniz, günlük yaşamda sıkıntılarla karşılaşabilirsiniz. Bulgaristan’daki isim değiştirme operasyonlarından dolayı, Türkiye’de devlet ve hükümet tarafından, sivil toplum kurumları tarafından büyük tepkiler verildiği, protestolar geliştirildiği biliniyor. İşte İslam Konferansı Sonuç Bildirgesi’nde bu tutumundan dolayı Bulgaristan’ı eleştiriyor. Benzer nedenlerden dolayı Batı Trakya Türkleriyle ilgili politikadan dolayı Yunanistan da eleştiriliyor. Ama Kürdistan’da bir soykırım gerçekleşmiş, İslam Konferansı’nın buna hiçbir tepkisi yok. İşte Saddam Hüseyin’i rahat kılan bu durumdur. Saddam Hüseyin rejimi Kürdlere soykırım gerçekleştirdiği zaman İslam Konferansı tarafından da, Batı dünyası tarafından da sosyalist, komünist dünya tarafından da kendisine bir eleştiri, kınama, suçlama gelmeyeceğini bilmektedir. Bu, Kürdistan’ın bölünmesiyle, parçalanmasıyla paylaşılmasıyla çok yakından ilgili bir durumdur. Bu, Kürdleri dostsuz bırakmış, düşmanlarının sayısını ise çoğaltmıştır.
Yukarıda, Halepçe’de gerçekleşen Kürd soykırımından sonra dünyanın hiçbir yerinde bir tepkinin gelişmediği vurgulanmıştı. Irak’ı, daha sonra Irak’ı destekleyen Türkiye’yi, İran’ı, Suriye’yi, büyük güçler ABD’yi ve Sovyetler Birliği’ni gücendirmemek için Kürdistan’da yaşana vahşet bilmezlikten, görmezlikten duymazlıktan geliniyordu. Bütün bunlara rağmen İsrail’de, Tel Aviv’de bu soykırımı protesto eden bir miting, yürüyüş olduğunu vurgulamak gerekir. Yahudiler ve İsrailli Kürtler, Saddam Hüseyin rejimini protesto eden etkinlikler gerçekleştirmişlerdir.
Şunu da belirtmek gerekir. Halepçe’deki Kürt soykırımının gerçekleştiği günlerde, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün lideri Yaser Arafat Washington’daydı. ABD’li bir gazeteci Yaser Arafat’a soruyor: “Saddam Hüseyin Kürdlere zehirli gaz kullandı, bir çırpıda 6 binin üzerinde Kürd zehirli gazlarla boğuldu. Bu konuda görüşünüz nedir?” Yaser Arafat’ın cevabı şudur: “Saddam Hüseyin onlara gül mü atsaydı?”(1)
Bu, “ezilen halkların omuz omuza mücadelesi” çerçevesinde değerlendirilmesi gereken bir ilişkidir. “Omuz omuza mücadele “ nin, Kürdler söz konusu olduğu zaman amacından nasıl saptığını gösteriyor.
*****
(1) Burada, Arapların Kürdler/Kürdistan konusunu nasıl algıladığı noktasında, bir olgusal ilişkiyi gündeme getirme gereğini duyuyorum.
Nusaybin’den kalkıp Suudi Arabistan’a giden, orada inşaatlarda çalışan Kürdler var. Riyad’da çalışıyorlar. Bunlar arasında Sait isimli bir arkadaş da var. O’nun anlatımları. Sait, dindar bir Kürd. Her Cuma muhakkak camiye gidiyor. Sait şunları anlatıyor. “ Her Cuma camiye gidiyordum. Arap imamın hutbesini dikkatle dinliyordum. Arap imam hutbesinde, İndonezya’dan Fas’a kadar bütün Müslüman halkların, onların ülkelerinin ve devletlerinin isimlerinin sayıyor ve onlar için dua ediyordu. Arap imam her Cuma günü hutbesinde, böyle bir dua bölümü vardı.
Arap imam, İndonezya’dan Fas’a kadar bütün Müslüman halkların işimlerini, onların ülkelerinin ve devletlerinin isimlerini sayıyor, onlar için dua ediyordu. Arap imamın bu hutbelerinin iyice dinliyordum. Dikkat ettim, Kürdlerden, Kürdistan’dan hiç söz etmiyordu. Duada, Kürdlerin, Kürdistan’ın hiç adı geçmiyordu. Arap imamın hutbelerinin birkaç hafta daha dinledim. Aynı tutumun sürdürüldüğünü anladım. Nihayet bir Cuma namazı çıkışında hocayla bir konuşmam oldu.
-Hocam, Cuma hutbelerinde, İndonezya’dan Fas’kadar bütün Müslüman halklarının, isimlerini, bu halkların ülkelerinin, devletlerinin işimlerini sayıyorsunun onlara dua ediyorsunuz, ama, bizim ülkemizden, bizim halkımızdan hiç söz etmiyorsununuz.
-Siz kimsiniz, ülkeniz neresidir?
-Biz Kürdüz, ülkemiz Kürdistan…
-Kim onlar, nerede yaşıyorlar?
-Ne demek, kim onlar, nerede yaşıyorlar, henüz iki ay kadar önce, Halepçe’de, halkımız zehirli gazlarla boğuldu. Çoluk-çocuk kadın-erkek, yaşlı-genç binlerce insanımız, soykırımla yok edildi…
Bu konuşmanın sonrasını Sait şöyle anlatıyor: BU konuşma üzerine, Arap imam bana, şöyle dedi: Sen onlar hakkında bir yazı yaz, ben onları, nerde yaşadıklarını vs. öğreneyim, bundan sonraki hutbelerde onlar için de dua edeyim….
Kürdler, Kürdistan hakkında, bir sayfa kadar yazı yazdım. Bir Cuma namazında, camiye girerken bu yazıyı İmama verdim. Arap imam, o gün hutbesinde, yine İndonezya’dan Fas’a kadar, bütün Müslüman halkların, onların ülkelerinin devletlerinin adını saydı, sonunda “ve diğerlerinin” diye bir ilave yapıtı. Ama yine Kürd, Kürdistan adlarını anmadı.
Bu, Suudi Arabistan’da, Arap halkının Kürdleri, Kürdistan’ı ne kadar dışladığı ile ilgili çarpıci bir örnektir. Burada soru şu olmalıdır: İsrail’de yaşayan halkların, Kürdlerden, Kürdistan’da, Kürdlerin Yaşadıklarından haberi var da Suudi Arabistan’da Arapların, Arap imamların neden yok? Sait’in daha sonraki yaşamında bakmak gerekir.
Sait, 1990’ların başlarında, bir Kurban Bayramı’nda Riyad’dan Nusaybin’e gelir. Bir sabah, bayram arefesinde, çocuklarına bayramlık almak evinde dışarıya çıkar. Çarşıya-pazara gidecektir. Evinden sokağa çıkar çıkmaz, ensesine yediği bir kurşunla katledilir. Sait’i katleden Hizbullah da Nusaybinlidir, belki, çocukluklarında, Sait’in sokak arkadaşıdır.
Sait, Riyad’daki işçiliği sırasında şunu da anlatırdı: Kaldığımız barakalarda, gerilla için her ay düzenli olarak para toplardık. Barakalardaki Arap görevliler bunu bilirlerdi. Ama buna ses çıkarmazlardı.