Kürtlerin “müstakil” bir tarih yazımı ve anlatısının önüne geçmeye çalışan bu çabayla, hakaret edildikçe lider ve isyancıların halkın gözündeki kıymetini düşürmek de amaçlandı. Bu sonu gelmeyen ve olabildiğince saldırgan dille, benzer niyet veya iştiyaki olan Kürtleri uyarmak, cezalandırmak da umuluyor.
Türkiye’de Kürt meselesi yüzyıldır çok şiddetli bir söylem savaşının da alanı. Bu söylem savaşında tarihi “milli” çıkarlar doğrultusunda eğip bükmek, Kürtlerin hak arayışlarını ve bu arayışa öncülük edenleri silikleştirip itibarsızlaştırmaya çalışmak en önemli kalemlerden birini oluşturuyor.
1925’te nüfusu 13 milyon civarında olan Türkiye’de Şeyh Said isyanına, destekleyenlerin değil, bizzat katılanların sayısının 15 bin civarında olduğu tahmin ediliyor. İsyanın sonlarına doğru bu rakamın 20 bine kadar çıktığına dair aktarımlar da mevcut. Resmi tarih, bu büyüklükteki bir isyanı yüzyıldır Kürtler ve talepleriyle ilgisi olmayan, arkasında İngilizlerin olduğu irticai bir kalkışma olarak göstermeye çalışıyor. Ancak isyanın karakteri itibariyle bir “Kürt” isyanı olduğunun belki de en açık kanıtlarından biri yine bizzat Atatürk hükümetinin büyük bir telaşla, isyandan sadece 5 ay sonra yürürlüğe koyduğu meşhur Şark Islahat Planı’ydı. Atatürk’ün ülkeye bıraktığı miraslardan olan söylem savaşının miladının da Şeyh Said isyanı ve ardından gelen bu plan olduğu söylenebilir.
Türkler dışındaki her kimliğin ileride Türkçü-merkeziyetçi devletin başını ağrıtacağının ayırdında olan Atatürk idaresi bu söylem savaşının zaferinin yeni bir tarih yazımına bağlı olduğunu düşünüyordu. Bu amaçla Kürtlerin Turani bir kavim olduğundan Türk ırkının bir kolu olduğuna, “dağlı Türkler” olduklarından “Sümer ve Hitit Türklerinin soyundan geldiklerine” kadar farklı, güya teorik-antropolojik çalışmalar yayınlatıldı. Tartışmayı bu kadar geriye götürüp Kürtleri kendi başına bir millet olarak görmeyen siyasi iradenin bu milletin isyanlarını, yürüttüğü söylem savaşının kapsamına almaması düşünülemezdi. Kürtler ne zaman baş kaldırsa bu söylem savaşının boyutu da o oranda artırıldı. Böylece yazarından akademisyenine siyasetçisinden gazetecisine hemen herkes söylem savaşının birer neferi olarak hareket etmeye başladı.
Son bir haftadır bu söylem savaşının çiğ ve ilkel bir versiyonuyla daha karşı karşıyayız. Bir kez daha hakaretler havada uçuşuyor, kim daha ağır hakaret edebilir, Kürtlerin tarihi şahsiyetlerine daha çok küfredebilir yarışı var. “Hain”, “bölücü”, “şaki”, “eşkıya”, “katil”, “çeteci”, “emperyalist uşağı”, “kökü dışarıda”, “terörist” ve daha nicesi. Türkiye’nin ilk yüzyılı böylece Kürt lider ve isyancılarına hakaret etmenin, onları aşağılama ve itibarsızlaştırmaya çalışmanın çabalarıyla geçti. Başta medya olmak üzere devletin her türlü ideolojik aygıtı, eğitim, sanat, kültür ve tabii siyaset bu amaçla kullanıldı.
Kürtlerin “müstakil” bir tarih yazımı ve anlatısının önüne geçmeye çalışan bu çabayla, hakaret edildikçe lider ve isyancıların Kürtlerin gözündeki kıymetini düşürmek de amaçlandı. Bu sonu gelmeyen ve olabildiğince saldırgan dille, benzer niyet veya iştiyaki olan Kürtleri uyarmak, cezalandırmak da umuluyor. Ağrı isyanından Dersim’e, oradan bugüne Kürt isyancıların ne şekilde “cezalandırıldığı”, “bozguna uğratıldığı”, “imha edildikleri”, “temizlendikleri”, “etkisiz hale getirildikleri” hiçbir insani/ahlaki kaideye dikkat edilmeden ve büyük bir coşkuyla paylaşılıyor.
Adnan Menderes’i yargılayan Yassıada mahkemelerini mahkemeden saymayanlar, Deniz Gezmiş’i yargılayanları hâkim kabul etmeyenler, üyelerinin hâkim bile olmadığı, ne avukat ne itiraz hakkının bulunduğu İstiklal Mahkemeleri’nin Şeyh Said’le birlikte yüzlerce Kürt’ü “yargılaması”nda herhangi bir adaletsizlik görmüyor, “bunlar mahkeme kararıyla vatan hainidir” diyorlar.
Bu dil ve söylem kullanılırken hedeflenen yalnızca Türkiye Cumhuriyeti’ne başkaldıran Kürtler de değil. Türkiye’ye tek kurşun sıkmamış Barzani ve Talabani gibi liderler de yıllarca “peşmerge başı, postal yalayıcı” gibi sıfatlarla hedef alındı. “Barzani haddini aştı” başlığının kullanılmadığı gazete kalmamıştır.
Ancak bütün bu çaba ve ortak emeğe rağmen tek bir tarihi figürün dahi Kürtlerin gözündeki değerinde -nedense- bir azalma olmadı. Dünyada bir yüzyıla yayılmış, bu kadar yoğun kullanılıp bu derece başarısızlıkla sonuçlanmış başka bir medya/söylem kampanyası muhtemelen yoktur. Ancak esas başarısızlık ve çürüme, bu başarısızlığın nedenlerine dair en ufak bir sorgulamanın da olmaması. Ya da bu yöndeki herhangi bir çabanın dahi devlet/iktidar istemediği zaman ortaya çıkmaması.
Zira, 2012-2015 yılları arasında etkili olan “çözüm süreci” boyunca medyadaki küfürbazların AKP’nin emriyle nasıl birer makul analizciye dönüşebildiğini, Şeyh Said’den Seyit Rıza’ya, hatta Barzani’den Öcalan’a kadar söylemlerini nasıl yumuşattıklarını, kimi zaman Kürt liderleri öven bir noktaya ne şekilde geldiklerini büyük bir hayretle ve canlı yayınlarda izledik. Erdoğan 2011’de Dersim katliamı nedeniyle devlet adına özür dilediğinde de aynı küfürbazlar bu defa sıraya girerek Cumhuriyet’in hatalarıyla yüzleşmemiz gerektiğine dair duyarlı yorumlar yapmaya başlamıştı. Erdoğan bu söyleminden vazgeçtiğinde ise ne yüzleşme ihtiyacı ne tartışması kaldı. Eski dil ve söylem bu defa daha ağır şekilde geri döndü.
Bu kez farklı bir vesileyle Şeyh Said etrafında başlatılan tartışma ve yüzyıldır tekrarlanan yalan ve hakaretler Şark Islahat Planı’nın hala etkinliğini koruduğunu, bunun ötesine de geçerek bir tür ideolojiye dönüştüğünü teyit etmiş oldu. Kürt kimliğini Türklük içinde tamamen yok etmeyi amaçlayan 1920’lerin planları ilk yüzyılında başarıya ulaşamadı. İkinci yüzyılda en azından siyasi kimlik ve tarihinden yoksun bir Kürt kimliğinin inşası arzulanıyor.
Hamza AKTAN
https://www.gazeteduvar.com.tr/tarihinizi-de-biz-yazariz-makale-1654843