Celâl Temel
-I-
Araplar, Türkler, Farslar ve Kürdler, Ortadoğu’nun dört büyük Müslüman ulusu olarak bilinirler.
İslam’ın doğduğu ve yayılmaya başladığı 7. yüzyılda, Araplar, büyük oranda Arap Yarımadası’nda, Hicaz’da yaşayan bir halktı. Mısır’da bile Arap varlığı yoktu. İslam dinin kurucusu olarak, zaman içinde kuzeyde, Suriye ve Mezopotamya’ya; doğuda İran, Orta Asya ve Hindistan’a; batıda Kuzey Afrika’ya doğru yayıldılar. Peygamberden sonraki Emeviler döneminde İslam, Arap milliyetçiliği ekseninde gelişirken daha sonra İslam Devleti olarak, yeni fetihlerle genişledi. Günümüzde Arap ulusu, yirmiden fazla devletin oluştuğu bir coğrafyanın siyasi egemenliğine sahiptir.
Mezopotamya, İran, Van Gölü’nün güneyinde yaşayan Kürdler, İslam’ı ilk kabul eden halklardandır. Halife Ömer döneminden itibaren, çatışmalı da olsa 7. yy sonları ve 8. yy başlarında, büyük oranda İslam dinini kabul ettiler. Özellikle 12-13 yüzyıllarda Eyyübiler döneminde, Haçlılara karşı gösterdikleri direnmelerle, adeta İslam’ın kılıcı olarak anıldılar.
Farslar da İslam’ı ilk kabul eden halklardandır. İran coğrafyasının Müslümanlar tarafından fethedilmesinden sonra Farslar ve Kürdlerin oluşturduğu Sasani İmparatorluğu yıkıldı ve Farsların da Kürdler gibi Müslümanlaşma süreci başladı. Daha sonra Farslar, özellikle Şii İslam’ın öncülüğünü yaptılar. Bu gün “İran İslam Cumhuriyeti” adlı bir devlete sahiptirler.
İslam’ın doğduğu sıralarda henüz Ortadoğu bölgesinde bulunmayan Türkler daha geç Müslümanlaştılar. Öncelikle Hazar Gölü’nün doğusundaki Türk grupları arasında, 7. yy sonlarından itibaren başlayan Müslümanlaşma süreci, 10. yüzyıla kadar sürdü ve 11. yüzyılda Selçuklar döneminde tamamlandı. Osmanlı dönemindeki Hilafet uygulamasından sonra, Türk ulusu da İslam’ın nimetlerinden faydalandı!..
Bu dört ulusun İslamiyet’le ilişkisi, ayrı ayrı, çok kapsamlı çalışmaların konusudur. Konumuz bu değil. Araplar dinin kurucusu ve adeta sahibi olarak, Türkler Osmanlı Hilafeti aracılığıyla, Farslar Şii İslam’ın koruyucusu olarak İslam dininden ulus olarak faydalanırlarken Kürdler İslam’ın kılıcı olarak ve ümmetin yetimleri olarak kaldılar. Konumuz, “İslam Ümmetinin Yetimleri: Kürdler”.
–II-
Doksanlı yılların başından itibaren, Türkiye’de, zaman zaman basılıp çabucak tükenen bir kitap vardı: “İslam Ümmetinin Yetimleri: Kürdler”
Doksanlı yılların ortalarında bu kitaptan haberdar oldum; aldım, okudum. Seksen, doksan sayfalık bir kitapçıktı. Kitap, tarihi araştırma ve belgelere dayalı olmaktan ziyade, Mısırlı Dr. Fehmi Şinnavi’nin, kişisel gözlemlerine dayalı küçük fakat anlamlı bir çalışmaydı. Şinnavi’nin kitaptaki tüm görüşlerini benimsemesem de Kürdlerin Müslüman bir topluluk olarak haksızlığa uğradıklarını çarpıcı bir şekilde dile getirmesi ilgimi çekti.
Zaman zaman kitapçıya uğrayıp 2-3 tane alıp dostlara hediye ediyordum. Bir gün yine kitapçıya uğrayıp üç tane almak istedim. Kitapçı bana yaklaştı, hafif bir sesle, “Abi polis misiniz?” dedi. “Yok değilim.” dedim. Devam etti: “Kusura bakma Abi, bu kitabı toplu hâlde, genellikle polisler alıyor, onun için sordum.”
Kitap hakkında soruşturma ve toplatma kararları vardı. Bazen bulunuyor, bazen bulunmuyordu. Kitabın neden hemen tükendiği de anlaşılıyordu! Kürdlerin çoğunun varlığından haberdar bile olmadığı kitabın farkında olanlar vardı!..
Dr. Fehmi Şinnavi, konuya vicdanlı, hatta demokratça yaklaşıyor denilebilir. Bu yüzden, Mısır’da, Irak’ta, Suriye’de, İran’da ve Türkiye’de, bu kitabı okuyan pek çok kimsenin kitaptan çok etkilendiği bilinmektedir. Bu kitapla, Kürdlere ve Kürd Sorunu’na bakış açısı değişen insanlar var.
Kitabın yazarı Dr. Fehmi Şinnavi (1917-?), Mısırlı bir akademisyen. Tıp tahsili ve Bevliye dalında Avrupa’da ihtisas yaptı. Mısır’daki bazı üniversite hastanelerinde çalıştı, anabilim dalı başkanlığı yaptı. Bir süre Musul Tıp Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak da çalıştı. Siyasal İslam’la ilgili çok sayıda kitabı var, önemli bir Müslüman-Arap aydını.
Şinnavi, “Bu kitabı neden yazdım?” başlığı altında, Musul Tıp Fakültesi’nde görevli olduğu, Kürdleri yakından tanıdığı sıralarda (seksenli yılların sonu, doksanlı yılların başı), Kürdleri ve “Kürd Sorunu”nu nasıl keşfettiğini şöyle anlatıyor:
“Kürtlerle çok sıkı diyaloglara giriştiğim yıllar, benim Kuzey Irak’ta Musul Tıp Fakültesinde araştırma görevlisi olarak çalıştığım yıllara denk düşer. O zaman dikkatimi çekmişti: Görevli olarak bulunduğum fakülte, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgede faaliyet gösteriyor olmasına rağmen bu fakültenin bir tek Kürt öğrencisi vardı. Buna rağmen Tıp Fakültesinin hastanesinde yatan hastaların en az dörtte üçü Kürt kökenliydiler. Benim Kürt hastalarımla olan iletişimimi işte bu Kürt öğrenci sağlıyordu. Koskoca fakültede bir Kürt Öğrencinin bulunması bu açıdan işime çok yaramıştı. Ama bu öğrenci dış görünüşünden de rahatlıkla anlaşılabileceği üzere çok yoksul bir ailenin çocuğuydu.
Bir Kürt bölgesinde, hastalarının büyük bir çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu bir Tıp Fakültesi’nde bir tek Kürt öğrencinin okuyor olması, gerçekten beni çok düşündürdü.[1] Bu gerçekliği apaçık gördükten sonra Kürtlerin bu ümmetin yetimleri olduğu sonucuna vardım.” [2]
Şinnavi Kürdleri, “İslam mızrağının başı” olarak da nitelendiriyor ve özellikle Eyyübiler döneminde ve sonraki süreçlerde Kürdlerin İslam’a büyük hizmetler verdiğini, buna karşın büyük haksızlıklara uğradıklarını, mazlumiyet yaşadıklarını belirterek şöyle diyor:
“Kürt sorunu oldukça karmaşık, riskli ve yakıcı bir sorundur. Bu soruna bir şekilde eğildiğiniz veya soruna ilişkin konuşmaya-yazmaya başladığınız andan itibaren, Irak, Türkiye, Iran, Suriye ve Bağımsız Devletler Topluluğu (eski SSCB) gibi bölge ülkelerinin tepkileriyle karşı karşıya gelirsiniz. Sorun karşısında duyarsız ve suskun kalmayı tercih ederseniz, bu durumda da hem Kürt halkına hem de apaçık gerçeklere ve hak ölçülerine ihanet etmiş olursunuz.
Üzülerek belirtmek isterim ki, sayıları bir buçuk milyarı bulan Müslüman topluluğu Kürt sorunu karşısında duyarsız ve suskundur.”
Şinnavi, Kürdlerin haklarının, aynı dine mensup kardeşleri tarafından gasp edildiğini belirtirken şöyle diyor: “Bence Kürtlerin zengin yeraltı ve yerüstü kaynakları aynı dini paylaşan kardeşleri tarafından ne yazık ki hak ve hukuka aykırı bir biçimde gasp edilmiş veya başka zümrelere devredilmiştir. Bütün bu gerçeklikleri kendi gözlerimle müşahede etme imkânı buldum.”
-III-
Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Osmanlı İmparatorluğunun dağıldığı süreçte, Arap, Arnavut gibi Müslüman topluluklar, Osmanlıyla, Türklerle yollarını ayırırken Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu döneminde ve sonrasında, diğer bir Müslüman topluluk olan Kürdler, en çok, “ümmet kardeşliği”, “Müslüman kardeşliği” söylemleriyle, ulusal haklarından uzak tutuldular. Bu tutum dün böyleydi bu gün de öyle. Arap, Türk, Fars milliyetçilikleri meşru görülürken Kürdlere hep ümmet olma bilinci dayatıldı, Müslüman oldukları hatırlatıldı. Üç Müslüman ulus, dört devlet (İran, Türkiye, Irak, Suriye), Kürd ulusal haklarını tanımamak için gerektiğinde aralarında paktlar kurdular, Kürdlere karşı her türlü şiddeti uyguladılar.
Dünyanın bir çok yerinde, Çin’de, Bosna’da, Çeçenya’da, Gazze’de Müslümanların burnu kanasa ayağa kalkanlar, Kürdlere her türlü kötülüğü yapmaktan çekinmeyenleri hep seyrettiler. Zilan’da, Dersim’de, Halepçe’de, Rojava’da, “kardeş” denilenler, Kürdleri her türlü silahla, hatta zehirli gazlarla öldürürken “diğer kardeşlerden” ses çıkmadı/çıkmıyor. Son yıllarda, bir de nerelerden geldikleri ne oldukları belli olmayan, bir kısım mobilize gruplardan oluşan İslami cihat örgütleri çıktı ortaya. Onlar da Kürdlerin üzerine salınıyor. Güney’de, Suriye’de, Rojava Kürdistanı’nda, Kobani’de olanlar, daha hafızalarımızda taptaze…
Arap, Türk, Fars, hepsi kendi tarihleri, dilleri ve kültürleriyle övünürler; Kürd tarihi, Kürd dili, Kürd hakları söz konusu olunca hemen, “Din kardeşiyiz, hepimiz Müslümanız.” söylemine başvururlar. Kendisi için istediğini, başkası için istememek şeklindeki bu tutum, ikiyüzlülüktür; Kürdleri oyalamak, aldatmak için dünden bu güne başvurulan kirli bir yöntemdir. Hiç birisi de gerçekte Kürdleri kardeş olarak görmemektedir. Sol, sosyalist değerler söz konusu olduğunda da Kürdler yine benzer bir söylemle karşı karşıya kaldılar, kalıyorlar. Bu söylem de “Halkların Kardeşliği” şeklinde ifade edilmektedir.[3]
Araplar, “Kurd û Ereb birane” (Araplar ve Kürdler kardeştir); Türkler, “Türkler ve Kürdler ayrılmaz bir bütündür, kardeştir.”; Farslar, ”Kürdler ve Farslar aynı familyadandır.” derken hepsinin iki yüzlü davrandığı gerçeğini, artık bilmek, görmek gerekir. Dr. Fehmi Şinnavi, Kürdleri İslam Ümmetinin Yetimleri olarak nitelendirirken bu gerçeği ifade etmektedir.
Elbette Kürdlerin, Dr. Fehmi Şinnavi ve Dr. İsmail Beşikci gibi dostlara ihtiyacı vardır, onlara minnet borçludur. Ancak Kürdler, yukarıdaki belirttiğimiz gerçekleri bilmek ve başkalarına sitem etmek yerine, “Düşmana sitem edilmez.” gerçeğini de bilmeliler, “Benden bana gelmelidir imdat” düşüncesiyle hareket etmelidirler. Yetim olarak, mazlum olarak kalınmamalı, zalim de olunmamalıdır…
11 Mayıs 202, CT
[1] Buna benzer bir durumu Türkiye’de İsmail Beşikci de şöyle belirtiyor: “1962 yılında staj için bulunduğum Keban’da, Kürd köylülerinin Kaymakam’la tercüman aracılığıyla anlaşabilmesi, beni ilk kez Kürd gerçekliğiyle yüzleştirdi.” Ve bu gerçeklik, İsmail Beşikci’yi Kürdlerle buluşturdu…
[2] Dr. Fehmi Şinnavi, İslam Ümmetinin Yetimleri Kürtler, Şura Yayınları, 1997, s. 12
[3] Ayrıca bu ifade yanlış kullanılmaktadır. Kardeşlik halklar arasında değil, insanlar arasında olabilir. Eğer olacaksa halklar arasında, “Halkların kardeşliği” değil “Halkların eşitliği” söz konusu olabilir.