Toplumsal muhalefetin uzunca süren bir yenilgi psikozundan ve suskunluktan sonra toparlanma, gelişip yığınlaşmaya yüz tuttuğu bu günlerde, egemen güçlerin yüreklerine ağır bir kaybetme duygusu, korkusu girmiş bulunmaktadır. Bu korku öylesine bir hal aldı ki, yaşamlarını, saltanatlarını sürdürmenin en kolay yolu olarak “vitrin”de tutulan canlı rehinelerin arkasına sığınmakla güvenceye kavuşmuş olacaklarını düşünüyorlar.
Bu korkunun esas sebebi nedir? İdam cezasıyla “cezalandırılan” devrimci tutsakların birer savunma kalkanı olarak görüp yığınsal kıpırdanmalar karşısında “idam cezalarını infaz edeceğiz” şantajına başvurup tehditler savurmanın ardındaki esas amaç nedir? İdam cezalarının infazı toplumsal muhalefetin üzerinde caydırıcılık gibi bir görev görür mü görmez mi konusuna girmeden konuyla ilgili genel bir yaklaşım sunmakta yarar vardır. Çünkü kokuşmuş ve çürümeye yüz tutan, insanlığın yüzkarası bu sistemin sahipleri bizim yaşamımız özerinde hesap yapan, kendi aralarında pazarlık yapan burjuvaziye ve onun kukla sözcülerine, bizim de bir çift sözümüz olduğunu ifade etmekte yarar vardır.
Dünya genelinde “reel sosyalizmin” prestij kaybına uğradığı günümüzde emperyalist güçler yeni bir paylaşımın teorilerini yaparak halklarımıza karşı egemen güçlerin sürdürdükleri savaşın boyutunu daha da derinleştirmek istiyorlar. Türk egemen güçleri, Kürdistan’daki ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelesini boğmak; Türkiye’de gelişen demokrasi hareketinin ekonomik ve siyasal mücadelesini törpülemek; sistem içi çelişkileri asgariye indirmek ya da kısmi çözümlerle bir sonuca kavuşturmanın rüyalarıyla yol alıyorlar. Savaşın sunmuş olduğu fırsatlarla, yeni soygun, işgal ve katliamları daha da derinleştirip kokuşmuş düzenlerini güncelleştirmek ve idame ettirmek için emperyalist güçlerin ve onun bölgedeki kukla iktidarlarıyla ilişkilerini sıklaştırıp Ortadoğu’da emperyalizmin ileri karakolu olma görevini en uç noktada yerine getirmeye çabalamaktadırlar. TC Bu rolünü yerine getirmek için can havliyle ülkelerimizde sistematik bir terör ağını örmüş durumda. Burjuvazi dün olduğu gibi bugün de kitleleri “terör hortluyor” masallarıyla ikna etmeye çalışıyor. Rejim kendi kurumlarının aracılığıyla suni kaos ortamlarını yaratmak ve bu süreci hızlandırmak için özellikle MİT ve Özel Harp Dairesi gibi etiketlere sahip karşı_devrimci güçler aracılığıyla faaliyetlerini yoğunlaştırıp sansasyonel terör olaylarını çoğaltmaya hız vermiş durumda. Özellikle de, toplumda belirgin bir kariyeri olan ya da popüler olan simalara yönelik teröre başvurmaları sıradan bir rastlantı ya da normal bir polisiye vaka değildir. Bu olayların esas amacı uygulamak istedikleri senaryolarının alt yapısını hazırlamaktır. Örneğin son günlerde peş peşe Muhammer Aksoy, Bahriye Üçok, Çetin Emeç ve Turan Dursun gibi tanınmış aydınların katledilmesi yine bu senaryonun bir parçasıdır. Resmi etiketli “İslami örgütleri rejimin dışında düşünmediğimiz için konunun bu yönüne vurgu yapmanın bir anlamı kalmıyor. Yalnız şunu vurgulamakta yarar vardır: Bugün toplum yaşamını tehdit eden irticai faaliyetler faşist cuntanın baş mimarlarınca geliştirip kollanmıştır. Devrimci mücadelenin etkinliğini yok etmek için devletin tüm olanaklarını seferber ederek din olgusun ön plana çıkaran, buna vurgu yapan ve devrimci mücadele karşısında panzehir işlevi görsün diye burjuvazi bu gerici güçlerin palazlanıp kurumlaşması için tüm olanaklarını kullandı. Bu politika yeni değildir, devrimci mücadeleyi hem faşist çetelerle, hem de gerici güçlerle kuşatmak için Pentagon patentli projelerin Genelkurmay mutfağında pişirilip masaya konulduğunu artık sistemin sözcüleri tarafından da, yüksek sesle telaffuz ediliyor. Hala kararname üzerine kararname yayınlatarak bu gerici faaliyetlerin yoğunluk kazanmasına öncülük ediyor. Yine ordu ve polis içinde çok yoğun şekilde “takunyacılar”, “Brüksel kanadı”, “Washington dostları”, “Rabıta-Aramko” vb. gibi güç odaklarının olduğu artık burjuvazinin yayın organlarında da telaffuz ediliyor. Bütün bu gelişmeler, ayrışmalar sistem içindeki iç çelişkilerin yoğunluğu açısından birer göstergedir. Bu gösterge ise burjuvazinin politik yüzünü temsil ediyor.
Kürdistan’daki ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelesi karşısında TC savaş kurallarını hiçe sayan bir mantıkla tüm güçlerini seferber ederek Kürt halkının bağımsızlık ve sosyalizm mücadelesini boğmaya çalışmaktadır. Newroz’90’la şahlanan SERHILDAN atılımının yığınsal coşkusu ve mücadelesi karşısında büyük bir paniğe kapılan egemen güçler kaybetmenin derin korkusunu hissederek kukla sözcülerini harekete geçirerek halklarımıza bir gözdağı vermek için SS kararnamelerini “milli birlik ve beraberlik ruhuyla” topluma dayatmaya çalışan burjuvazi bir dizi yeni SS kararnameleriyle rahat bir soluk almaya çalışıyor. Ancak tüm çabalara rağmen mücadele gerilemediği gibi her geçen gün daha da nitelikli ve örgütlü bir şekilde yol aldı ve almaktadır. İşte bu gelişmeler karşısında burjuvazi en son kozunu kullanmaya karar verdi. Tabii ki bu kozları da devrimci tutsakları idam etme şantajı olduğunu hepimiz biliyoruz. Nitekim bu tehdidi devlet bakanlarından Konya milletvekili Mehmet Keçeciler kamuoyuna deklere etti.
Siyasi iktidar, idam cezalarını infazını gündeme alarak devrim ve demokrasi güçlerine, halklarımızın özgürlük mücadelesine karşı rehine olarak tutuğu devrimci tutsakları birer “can simidi” mantığıyla şantaj, tehdit aracı olarak kullanmalarını pek yadırgamıyoruz. Çünkü egemen güçlerin en klasik politikalarının başında bu tür şantaj ve tehdit politikalarının geldiğini biliyoruz. Hatta kimi zaman bu politikalarını en uç noktada uyguladıklarını yakın tarihimizden biliyoruz. Yani bu tür klasik politikaları yeni bir durum değildir. Burjuvazinin apoletli sözcüleri tarafından televizyon ekranlarında, süngüler gölgesinde sağlanan protokollerde “sallandıracaksın birkaçını…”, “Asmayıp besleyelim mi?”, “yakala ve öldür” gibi emirnamelerle anında infazların yaygınlaştığı, yaşandığı bir sürecin tanıklarıyız. Bu tür infazların günlük yaşamın bir parçası haline geldiği bir dönemde Kürdistan devrimci hareketlerine mensup tutsaklarının dosyaları diğer idam dosyalarından ayrıştırılması ve meclis genel kuruluna indirilmesi talepleri bizce Kürdistan’daki mücadelenin kazanmış olduğu ivme açısından önemli bir olaydır. Böyle olduğunu da “44 bölücünün infazını yapalım” çığırtkanlığıyla anlıyoruz. Özellikle boyalı basının şabloncu ve ırkçı yaklaşımlarında bu “seçmeciliğin” hangi mantıkla yapıldığını anlamak daha da kolaylaflmaktadır. Çünkü bu mantığın altında yatan esas sorun şimdiye kadar bir türlü telaffuz edilmek istenmeyen ve adı konulmak istenmeyen Kürdistan ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşının artık bir biçimiyle adı konularak kamuoyuna duyurma, kamuoyunun desteğini kazanma çabalarıdır. Yoksa 500’ün üzerinde idam cezasına çarptırılan devrimci tutsak arasında yalnızca Kürt örgüt ve partilerine mensup 44 devrimci tutsağın listelerin yayınlatmanın başka bir amacı olamazdı. Elbette, burjuvazinin bu şantaj politikasına karşı devrimci coşkumuzla haykırıyor ve meydan okuyoruz. Çünkü devrimcilerin her koşul altında ve ortamlarda haykıracak ve gürleyecek güç ve devrimci iradeye sahip egemenler ve onların kolluk güçleri bilmektedir. Bundan dolayı komutan Ernesto CHE GUEVARA’nın o gür sesiyle işkence tezgahlarında dağ başlarında ve idam sehpalarında diyoruz ki: “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin/ Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa / ve silahlarımız elden ele geçecekse / ve başkaları mitralyöz sesleriyle / savaş ve zafer naralarıyla / cenazelerimize ağıt yakacaklarsa / ÖLÜM HOŞ GELDİ SEFA GELDİ.” tekrar tekrar haykırıyoruz.
Emperyalist güçleri ve işbirlikçi iktidarları, Ortadoğu’da yeni savaş senaryolarını yaşama geçirmek için yaptıkları bölgesel düzeydeki askeri yığınaklar ve savaş kışkırtıcılığı hepimizin malumudur. Bölge gerici rejimlerinin ilerici halk güçleri ve ulusal kurtuluş mücadele karşısında iktidarlarını kaybetme korkusundan dolayı bir yandan “insan hakları” masallarıyla müttefikleri olan diktatör ve faşist rejimlere karşıymışlar gibi görünmeleri ikiyüzlülüğün resmidir. Bu yaklaşımlar ve yürüttükleri politikalar esasında yeni bir politikanın yaşama geçirilmek istendiğini ifade ediyor. Zaten Pakistan’da Benazir Butto’nun iktidardan uzaklaştırılması, katliam ve soykırımların sertifikalı uzmanı, diktatör Saddam’ın Kuveyt’i işgal etmesi bile bu yeni politikayla ilintili olduğu çok aşikardır. Bu gelişmeler birbirinden bağımsız değildir. Çünkü bütün bunlar emperyalist güçlerin çıkarlarını ve paylaşımlarını yeni bir düzenlemeye tabi tutmak istedikleri geniş ve çok boyutlu bir senaryonun sadece ara başlıklarıdır. Bu senaryonun bir parçası olarak da “Musul-Kerkük” pilavını tekrardan ısıtılmasıyla birlikte, TC’nin de içindi fiilen rol almak istediği haksız bir savaşa ne denli istekli olduğunu gösteren örneklerden yalnızca bir kaçıdır.
Kürdistan’da devrimci mücadelenin yoğunluk kazandığı bölgelerde, özellikle bölgede yaşayan insanların evlerinin yakılıp yıkılması, işkencelerden geçirilmesi, insanların karakollarda kaybedilmesi, katliamların günlük yaşamın bir parçası haline getirilmesi, yine insanların ölüm ya da sürgün tercihleriyle yüz yüze bırakılarak bu bölgelerin tamamen insansızlaştırılmaya çalışılması yeni bir sürecin başladığı ifade etmektedir. Cezaevlerindeki hak gaspları ve sürgün sevklerinin yanı sıra tek kişilik ölüm hücrelerinin faaliyete geçirilme çabalarının yoğunluk kazandığı son süreçteki tüm gelişmelerinin esas nedeni ve amacı yukarıda ifade etmeye çalıştığımız senaryonun TC’ye biçilen rolün ana başlıklarıdır. Yani idamların infaz edilmesi öneri ve çabalarını da bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Durup dururken burjuvazinin tahkiyeli sözcüleri tarafından idam cezasının infazının dile getirilmesinin esas amacını anlamanın yolu da yine yukarıda izah ettiğimiz senaryo ile doğrudan ilintilidir.
Sonuç olarak “bir ölürüz bin doğarız” şiarının ifade ettiği gerçeklikten hareketle Kürdistan ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelesinde yitirilen her can geleceğin sınıfsız toplumun yönelen yolda bir değerdir. Bu bağlamda ölmek ya da öldürülmek, idam edilmek, işkence tezgâhlarından, dağların kuytuluklarında kurşunlara hedef olmak gibi tüm olası sonuçları düşünerek mücadelenin kızgın alevleri arasında güven, umut ve yaşama sevinciyle yürümenin gururunu yaşayarak; tehditler, şantajlar karşısında devrimci kararlığımızla haykırıyoruz. Darağaçlarınız, zindanlarınız ve zulüm şatolarınız biz devrimcileri korkutmuyor! Aksine bu kararlı ve soğukkanlılığımızın uykularınızı kaçırttığını biliyoruz. Dolayısıyla idam sehpalarına vuracağımız her bir tekme, haykıracağımız her bir slogan, özgürlük ve bağımsızlık mücadelemize bir ivme daha kazandıracaktır. İşte bundan dolayı tüm devrim şehitlerinden aldığımız güçle burjuva ve kan emici sözcülerine diyoruz ki: Tehdit ve şantajlarınız bizleri yıldıramaz, halkımızın-halklarımızın kurtuluş mücadelesine engelleyemez!
27.10.1990/ C. AMEDİ Çanakkale
Not: Bu makale 1990 yılında, ANAP iktidarı döneminde, Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin kitleselleşme yönündeki çıkışının ardında halkı idamla korkutmak için başvurdukları siyasi hamlenin ardında yazıldı. Yargıtay tarafında onanan ve benimde içinde olduğum 570 kişilik idam listesinden, , 44 kişilik Kürd tutsağın dosyasını ayırarak, Meclis alt komisyonuna indirilmesi üzerine kaleme alındı. Benim de içinde bulunduğum bu 44 kişiden iki kişi KUK örgüt mensubu, 1 TEKOŞİN, 1 KAWA, 40 kişide PKK mensubu olmak üzere toplam 44 tutsağın asılması girişimi, yurt içi ve yurt dışı kamuoyunun yoğun baskısı üzerine vazgeçildi. Bu girişimin hemen ardında Güney Kürdistan’da ayaklanmanın başlaması üzerine TC devleti “Terörle mücadele yasası” çıkararak ceza indirimine gitti. İdam cezası alan Kürd tutsaklar için kesintisiz 20 yıl Türk tutsaklar içinde 10 yıl şartını getirdiler. Bu makale o günün koşullarında yazıldı ve dava konusu oldu. Basın affı diye bilinen düzenleme sonucu dava düştü.