ABDULBAKİ ERDOĞMUŞ : Kürt meselesi ve şiddet politikaları

Abdulbaki Erdoğmuş

Kürt Meselesi denilince Kürt halkının hak ve özgürlük talepleri yerine, ilk akla gelen ne yazık ki şiddettir. Bu yaklaşım hakka ve hakikate mugayir olsa da algı yöntemiyle başarılmış bir durumdur.

Kürt meselesi, Tanzimat’la başlayan ve Cumhuriyet’le devam eden süreçte, aralıksız olarak devlet veya karşı hareketlerin şiddet politikalarıyla gündemde tutulmuştur. Yaklaşık 40 yıldır da Kürt Meselesi, silahlı hareketlere ve bu hareketlerin desteklediği siyasi gruplara adeta ipotek edilmiştir.

PKK yanında OHAL, Koruculuk, Özel Tim, JİTEM ve dinci örgütlerin oluşturduğu şiddet uygulamalarıyla da Kürt Meselesi çok yönlü terörle birlikte anılmaya devam etmektedir.

Şiddetin, Kürtlerde ulusal bilincin gelişmesine katkı sunup sunmadığı da önemli bir tartışma konusudur. Belki daha önemlisi, şiddet hareketlerinin neden olduğu ağır bedelin karşılığının Kürtler için kazanım mı, kayıp mı olduğu gerçeğidir.

Binlerce yıldır var olan Kürtlük ve tarih bilincini, PKK ve şiddet örgütlerine bağlamak Kürtlere yapılacak en büyük kötülük ve hakarettir. Kürtlerdeki tarih ve kimlik bilinci PKK ile başlamadığı gibi Kürt Meselesi de PKK ile başlamış değildir.

Kanaatime göre şiddet sarmalına alınarak Kürtlerde var olan tarih ve kimlik bilinci ile hak ve özgürlük talepleri, terörize edilerek toplumsal, siyasal ve uluslararası destekten mahrum bırakılmıştır.

Kürtlerin siyasette, sivil ve demokratik alanda etkin ve kuvvetli olmasını engellemek için de radikal Marksist sol siyaset ile radikal ümmetçi ve dinci ideolojilerin odağı olan partiler ve oluşumlar deveye sokulmuş, Kürtler bu odaklara yönlendirilmiştir.

Bu bağlamda radikal siyasetin Kürtlere demokratik-sivil siyaset alanını kapattığını açıkça belirtmeliyim.

Silahlı mücadele, şiddet ve çok yönlü terör gerekçesiyle Kürtler iş hayatının, bürokrasinin, üniversitelerin ve demokratik siyasetin dışına çıkarıldılar.

Radikal siyaset ve şiddet politikalarıyla yürütülen mücadeleyle Kürtlerin tek bir talebi dahi karşılanabilmiş değildir.

Organik bağları olmasa da şiddet örgütlerinin destek verdiği siyasal gruplar ve partilerin Kürt Meselesini, şiddet çemberinden çıkararak demokratik siyaset alanına taşımalarını mümkün görmüyorum.

Şiddeti bir yöntem olarak meşru gören ideolojilerin ve radikal siyasetin Kürtleri ve Kürt Meselesini marjinal bir alana hapsettikleri ortadadır.

Şiddet üreten radikal ideolojilerin vesayetinde kalarak siyaset yapan partilerin, demokratik siyasette güven kazanmaları mümkün olmayacağı gibi Kürt Meselesinin çözümüne katkı sunabileceklerini de düşünmüyorum.

Kürtlere yönelik şiddeti ve nedenlerini objektif olarak sorgulamadıkça, Kürt meselesi başta olmak üzere hiçbir siyasal sorunumuzu doğru tespit etmemiz ve doğru tanımlamamız mümkün değildir.

Kürt Meselesinde samimi ve doğru yaklaşımın ancak şiddet ve radikal ideolojilerin vesayetinden bağımsız bir tutum ve duruş sergilemekle mümkün olabileceği kanaatindeyim.

Kuşkusuz radikal grupların ve resmi ideolojinin baskısı altında Kürt Meselesini objektif değerlendirmek ve adil öneriler sunmak oldukça zordur. Buna rağmen sorunları cesaretle tartışan ve objektif değerlendirmelerde bulunan çok sayıda Türk-Kürt aydını, sanatçısı, siyasetçisi, entelektüel ve yazarı vardır. Şiddet dayatması ve baskısı geriledikçe bu kesimin zamanla daha etkin olacağına da inanıyorum.

Esas olan, Kürt Meselesinin müesses nizamın inkar ve şiddet politikaları sonucu ortaya çıktığının bilinmesi ve kabul edilmesidir. Ancak bu durumda sorunu daha doğru değerlendirebilir ve doğru zeminde tartışabiliriz.

Şiddetin nedeni Kürtler değildir.

Esas itibariyle, Türkiye örneğinde olduğu gibi şiddet ve terörün nedeni Kürtler ve Kürt Meselesi değildir; aksine şiddeti besleyen, siyasal sistemin çok etnisiteli, çok dinli ve çok kültürlü çoğulcu bir topluma baskı ve şiddet yöntemiyle tekçiliği dayatmasıdır.

Kuşkusuz bu dayatmalar, yönetimde adaletsizlik, ayırımcılık, hatta ırkçılık gibi insan hak ve hürriyetlerine ve hukuka aykırı uygulamalara yol açmaktadır.

Böyle bir zeminde şiddet örgütleri ve terör eylemleri kaçınılmaz olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda Kürt sorunu da Marksist ve dinci şiddet örgütleri için ideolojilerine bir gerekçe ve kaynak oluşturmaktadır. Resmi ideolojinin söz konusu örgütlerle buluşma ve dayanışma noktası da burasıdır.

Kürtler, yıllardır PKK ve HEDEP gerekçe yapılarak tedip edilmekte, kamusal ve toplumsal alanlarda etkisiz kılınmaktadır. Bugün için söz konusu olmasa da ilerde HÜDA-PAR’ın da Kürtler için aynı gerekçeyi oluşturacağı muhakkaktır.

Kürtler, bilinçli ve planlı olarak çoban-sürü ilişkisi dayatılarak “tek kişi” tarafından güdülen bir halka dönüştürülmektedir. AK Parti, CHP, MHP, HEDEP, HÜDA-PAR ve neredeyse partilerin tamamı söz konusu projeye katkı sunmaktadır.

Tek kişi sultasını ve vesayeti kırmaya çalışan Kürt siyasetçilerinin hedef alınarak, özellikle Kürtler nezdinde nasıl gözden düşürüldüğünü görüyoruz. Silahlı mücadeleye ve şiddete karşı çıkan siyasetçilerin bir tarafta PKK milisleri tarafından sorgulandığı, diğer taraftan Yargı yoluyla cezalandırıldıkları iddiaları çok yaygındır.

Salahattin Demirtaş’ın sadece bu gerekçeyle yıllardır hukuka aykırı olarak cezaevinde tutulduğu iddiaları defalarca medyada yer almıştır. Leyla Zana’nın bu gerekçeyle siyasetten tasfiye edildiği düşünülmektedir.

Kürt siyasetinin çoğulcu ve özgürlükçü bir yapıya kavuşmasının önünde en büyük engel olarak çok yönlü şiddet politikaları olduğunu belirtmeliyim. Buna siyaset üzerindeki vesayeti de eklediğimizde Kürt meselesinin Ankara ve Kandil’in karanlık dehlizlerinde nasıl rehin tutulduğunu daha kolay anlayabiliriz.

Silahlı bir unsur olarak PKK’nin ve dinci örgütlerin varlığının; demokrasiye ve muasırlaşmaya direnen müesses nizama ve radikal ideolojilere güç verdiği ortadadır. Radikal milliyetçiliğin giderek güçlenmesi de o nedenledir.

AK Parti ve MHP ittifakının Türk-İslam senteziyle oluşturduğu dinle harmanlanmış radikal Türk milliyetçiliğinin sebep olduğu vesayeti, şiddeti, ayrışmayı ve ayırımcılığı görmezden gelmek doğru ve ahlaki midir?

Ayırımcı ve radikal milliyetçiliğin şiddet politikalarıyla birlikte uygulanmasının, Kürtlerin daha çok PKK’ye yaklaşmasını sağladığı artık görmezden gelinemez.

Kürt gençlerini şiddete yöneltenler, şiddet dışında özgürlük mücadelesinin kapılarını kapatanlar değiller mi?

Silahlı mücadeleyi tek seçenek olarak ortaya koyan tarafların tamamı en az silahlı örgütler kadar şiddet politikalarından sorumlu değiller mi?

Şiddet ve baskıyla Kürtleri sindirerek Kürt Meselesinin çözümü mümkün olmadığı gibi, silahlı mücadeleyle Kürt halkının özgürleşmesi de mümkün değildir.

Modern çağın bütün savaşlarının, özellikle günümüzde “TERÖR” olarak tanımlanabileceği tartışma götürmez bir gerçektir. Devletlerin terörüne karşı silahlı mücadele ancak küresel güçlere ve silah sektörüne yarar.

21. yüzyılda terörü meşru bir savaş yöntemi seçen devletlere karşı silahlı mücadeleyle veya karşı terörle özgürlük mücadelesi vermek gerçekçi de değildir, başarılması mümkün de değildir.

Şiddet üreten yalnız PKK değildir.

PKK’nin silahlı varlığının, Kürtlerin hak-özgürlük talepleri ve demokratik siyaset açısından bir engel oluşturduğu açıktır. Silahlı mücadele yönteminde ısrar edenlerin veya silahlı mücadeleye destek verenlerin ideoloji dışında bir kaygıları yoktur.

Bu gerçeği anlamak, silahlı mücadelenin Kürtlerde taraf bulmasının gerekçelerini objektif bir değerlendirmeyle ortaya koymakla mümkündür.

Kürtleri suçlamak yerine, öncelikle siyasal sistemin dayattığı ideolojiyi ve uyguladığı ırkçı, tekçi ve şiddet politikalarını sorgulamamız gerekir.

Milyonlarca insanın, siyasal sistemin hukuksuzluğunu, ceberut uygulamalarını görmezden gelmesi, kanıksamış olması, hatta desteklemesinin, Kürtleri de PKK’ye yönlendirmiş olabileceğini dikkate almak gerekir.

En azından bir ihtimal olarak dikkate aldığımızda, PKK’nin devlete karşı silahlı mücadelesi, yöntem olarak seçtiği şiddet ve terör kadar siyasal sistemin ırkçı uygulamalarını ve ayırımcı politikalarını da birlikte sorgulamamız gerekir.

Daha açık sormak istiyorum; şiddeti üreten, yayan ve uygulayan yalnız PKK mi?

Devletçilik, ırkçılık, milliyetçilik, ayırımcılık, laikçilik, dincilik, dinbazlık, mezhepçilik ve Kemalizm şiddet üretmiyor mu?

Siyasetin dili dahi tek başına şiddet için gerekçe oluşturabilmektedir. Bir tek partide dahi evrensel barışın, sulh ve hakikatin dili hakim olabilmiş midir?

Siyasi parti sözcülerinin dil ve üslubuna bakarak bu gerçeği anlamak akıl ve vicdan sahibi herkes için gayet kolaydır.

Meydan okumalar, tehditler, baskılar, dayatmalar, kin, öfke ve intikam naraları, parti kapatmalar, kayyım atamaları, tutuklamalar, OHAL ve KHK gibi hukuksuz uygulamaların şiddet üretmediğini veya şiddete gerekçe yapılamayacağını kim savunabilir?

Kürtçe konuşmayı ve şarkı söylemeyi dahi “bölücülük” sayan bir zihniyetin hak-hukuk-adaletle bir ilgisi kurulabilir mi?

Milletvekili dokunulmazlığının kaldırılması, milletvekillerin tutuklanması ve Belediye başkanlarının görevlerinden alınmasının hukuki bir dayanağı var mıdır?

Benzer yüzlerce uygulamanın, şiddeti beslediğini ne zaman fark edeceğiz?

Yasa dışı ancak yasaların korumasında oluşturulan derin yapıların, failleri sorgulanmayan katliamların, yakılan-yıkılan binlerce köyün, anadilini konuştuğu için veya Türkçe bilmediği için işkence görenlerin ve de Anayasa ve yasaların açıkça ihlal edilmesinin şiddete hayat verdiğini unutmayalım.

Silahlı mücadelenin ve PKK şiddetinin Kürtler arasında rızaya dayalı hiç taraftar toplamadığını iddia etmiyorum; ancak Kürtlerin haklı talepleri şiddet ve baskılara gerekçe yapıldığı için şiddet daha kolay taraftar bulmaktadır.

Altını çizerek belirtiyorum ki PKK, terörü bir yöntem olarak kullanan silahlı siyasal bir şiddet hareketidir. Silahlı varlığı dahi en başta Kürtlerin ve demokratik Kürt siyasetinin aleyhine işlemektedir.

PKK ve dinci örgütlerin saldırılarına, baskı ve şiddetine maruz kalanlar da en çok Kürtler olmuştur. Çok yönlü şiddet ve terörden en çok Kürtler zarar görmeye devam etmektedir.

Milyonlarca insan yerinden, yurdundan edilmiş, on binlercesi öldürülmüş, milyonlarcası yoksulluğa, sefalete, açlığa mahkum edilmiş, binlercesi işinden, görevinden uzaklaştırılmış, göz altına alınmış, tutuklanmış, ağır cezalara çarptırılmıştır.

Köyler, kasabalar, kentler yıkılmış, Diyarbakır Sur örneğinde olduğu gibi binlerce yıllık tarih, sanat ve kültür yerle bir edilmiştir.

Devletlerin yurttaşlarına şiddet uygulaması kadar, örgütlerin de şiddet kullanarak mücadele etmesi büyük yıkım ve kayıplara neden olmaktadır.

Hangi gerekçelerle ve nasıl bir zeminde şiddetin sürdürüldüğünü sorgulamadan Kürt meselesini de özgürlük arayışında olan Kürtleri de doğru anlamak mümkün olmayacaktır.

Kürt Meselesi, Türkiye’nin çözüm bekleyen en önemli ve öncelikli sorunudur.

Kürt Meselesini doğru bilmek için şiddetten ayrı düşünmek ve doğru anlamak zorundayız.

Kürt Meselesi, Türk olmayan bir halkın “Türklük” etnik kimliği ile tanımlanması, Türklüğün eğitim başta olmak üzere hayatın her alanında dayatılması ve Kürtlerin asimilasyona tabi tutulmasıdır.

Kürt Meselesi, bir halkın dili, kimliği, kültürü, edebiyatı, sanatı, siyaseti ve tarihi ile yok sayılmasıdır.

Kürt Meselesi, Kürt kimliğinin ve dilinin ayrılıkçı ve bölücü olarak görülmesidir.

Özetle Kürt Meselesi, Kürtlerin kimlik ve özgürlüklerden, eşitlikten ve doğal haklarından yoksun olmasıdır.

Benzer gerekçeleri çoğaltmak mümkündür.

Öncelikle bizler gibi sivil-demokratik anlayışa sahip olanlar; siyasal çözümü beklemeden, toplumsal kesimlere ulaşarak ve Kürtleri de anlayarak ve Kürtlerle birlikte, kimden gelirse gelsin şiddeti, terörü ortak bir tutumla mahkum etmemiz gerekir.

Terörizm ve terörün he çeşidi insanlık suçu ve ortak düşmandır. Yine bir halkı ve haklı taleplerini terörize etmek suçtur ve o halka düşmanlıktır. Bu bağlamda Kürtlere düşmanlığı, Türklere de Türkiye’ye de düşmanlık olarak görmeliyiz.

Her siyasi hareket gibi Kürt siyasi hareketlerinin ve Kürt siyasetçilerinin de şiddet ve silahlı mücadelenin meşru bir yol olmadığını seslendirerek, demokratik mücadelenin ve demokratik siyasetin artık bir zorunluluk olduğunu söylem ve duruşlarıyla ortaya koymaları gerekir.

Hiçbir şiddet hareketi ve terör eylemi sivil halkın yararına değildir. İktidarların inkar ve şiddet politikaları ve PKK’nin silahlı mücadelesi Türkiye’nin olduğu kadar Kürtlerin de aleyhinedir.

Kutuplaştıran, ötekileştiren, düşmanlaştıran bir siyasetin, şiddet ve nefret dilinin toplumsal barışımıza hizmet etmediğini ve etmeyeceğini artık görmeliyiz.

Kurulmuş sinsi tezgahtan çıkmanın yolu, herkesin, her kesimin, özellikle de Kürtlerin şiddet ile aralarına keskin ve ulaşılmaz bir set koymasıdır.

Siyasi kesimler ve yöneticiler iyi bilmeliler ki Türkiye’nin bütünlüğünü koruması ancak Kürtlerle mümkündür. Kürtleri dışlayarak, ötekileştirerek, düşmanlaştırarak demokratik ve muasır bir Türkiye inşa edilemez.

Ülkemizi ve geleceğimizi rehin alan şiddet politikalarını reddederek radikalizme değil, makul ve mutedil bir siyasete, çoğulcu ve demokratik bir yönetime ve hukuk egemenliğine ihtiyacımız olduğu çok açıktır.

Kin, nefret ve düşmanlığa hakkımız da vaktimiz de yoktur. Vaktimizi artık sevgi, barış, hak ve adaletin tesisi için harcamalıyız.

”Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz,

Şu tertemiz tarlaya sevgiden başka bir tohum ekmeyiz biz…

Beri gel, beri! Daha da beri! Niceye şu yol vuruculuk?

Mademki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik…” (Mevlana)

30 Kasım 2023

Kaynak: Özgür Siyaset

Geef een reactie

Het e-mailadres wordt niet gepubliceerd. Vereiste velden zijn gemarkeerd met *