KÜRTLERİN TARİH BOYUNCA ‘BATI VE ORTA ANADOLU’DAKİ VARLIĞI

Murad Ali Ciwan

”Orta ve Batı Anadolu”daki Kürtlere yüz, iki yüz yıl önce de bugün de sorulduğunda, buraya yerleşmeleriyle ilgili kesin bir tarih vermezler, geleneksel sözlü anlatımlara dayanarak hep yüz elli-iki yüz yıl öncesine kadar giderler. Son zamanlarda, söz konusu bölgede yetişmiş bir avuç gayretli aydının başlattıkları araştırmaların da katkısıyla, genç araştırmacılar büyük ilgi ve heveslerle farklı bilgi ve belgelere ulaşmaya çalışıyorlar. Kısıtlı imkanlar ve bilgi eksiklikleriyle zorlaşan araştırmalar hesaba katılmasa, bilimsel ortamlara sahip çok boyutlu, ciddi bir tarih çalışmasının yapılabildiği söylenemez.

Bunun farklı nedenleri var. Birincisi resmi devlet ideolojisinin Kürtleri inkâr eden, Kürt diye bir halkın, dolayısıyla dil, kültür ve etnik mirasının olmadığı kurgusundan hareketle bütün Kürtleri Türk sayan bir anlayışla onlara ait her şeyi yasaklaması, tahrip etmesi, gizlemesi, aşırı şovenist bir eğitim sistemiyle asimilasyona tabi tutması, Kürtlüğü tarih, coğrafya, din, inanç, dil ve kültürel tüm alanlarda bilim ve eğitim dünyasının dışına atmasıdır.

Diğer bir nedeni de araştırmaların, bilgi eksikliği ve çarpıtmalarla dolu, aşırı şoven milliyetçi tarih eğitiminin oluşturduğu anakronik tarih anlayışı nedeniyle Türk zulmü-Kürt mazlumiyeti ikilemi içinde Türk modernist-milliyetçiliğine karşıt ama özentili bir Kürt modernist-milliyetçiliği bakışıyla yapılmasıdır.

Sonuç olarak Anadolu’daki Kürt varlığının tarihsel geçmişi Osmanlı döneminden daha gerilere götürülemiyor. Kaynak yoksunluğu var ama Kürtlerin kendileri bile geçmişe uzanan ufuklarını nerdeyse Osmanlı Devleti’nin ötesine götüremiyorlar. Sanki Osmanlı Devleti orada ebediyen varmış gibi zımni bir duruş var.

Diğer yandan Anadolu’daki Kürt varlığının genellikle sürgün, katliam ve zoraki göçlerle anavatandan koparılıp ‘Orta ve Batı Anadolu’daki ‘yabancı’ topraklara sürüldüğü ve hep zorla iskân edildiği gibi bir algı var. Kuşkusuz Osmanlıların son iki-üç yüz yılını ve Cumhuriyet’in günümüze dek gelen politikalarını ele alırsak, göçertilmelerin, sadece doğudan batıya değil, defalarca çift yönlü olduğu, göçebe ve yerleşik nüfusun zorla başka diyarlarda iskana tabi tutulduğu görülür.

Kürtlerin ‘Orta ve Batı Anadolu’ denen coğrafyayla ilişkileri ne Osmanlı ya da Rum (Anadolu/Türkiye) Selçuklu dönemleriyle, ne de İslam’ın ortaya çıkışıyla sınırlandırılabilir. Ataları, ‘Anadolu’da Grek/Rum, kuzeyde Ermeni ve Gürcü, güneyde semitik (Asuriler, Araplar vs.), doğuda kendileri gibi Aryayi/İrani olan halklarla birlikte Hint-Avrupalı toplulukların otokton bir parçası ola geldiler. Bu halklar farklı dönemlerde Kafkasya, Medya, Pers, Mezopotamya, Kardukia, El Cezire ve Ön Asya olarak adlandırılan bölgelerde yan yana, iç içe yaşadılar.

Georges Perrot ve başka arkeologların bahsettikleri Ankara Haymana yakınlarındaki Gavur Kale kaya kabartmalarının sahipleri oldukları kanıtlanan antik halk Hititler (MÖ 1500-1300) Kürtlerin bilinen en eski tarihlerden beri yaşadıkları kuzey Suriye ve Mezopotamya’dan Anadolu’ya yayılan Hint-Avrupa kökenli bir halktı. Mitaniler aynı bölgede tarih sahnesine çıktılar, batı ve kuzey yönünde yayılan kolları bugün ‘Orta Anadolu’ olarak bilinen coğrafyaya doğru genişlemişti.

Kürtlerin en eski yaşam alanlarından biri olan güney-batı İran’dan, Zagroslardan; Fars, Kirmanşah ve El Cibal bölgelerinden başlayıp Ekbatan’ı (Hemedan) başkent yapan, oradan dört bir yana yayılan Medler, Azerbaycan, Ermeniya, Kafkasya, Hazar Denizi’nin güney ve batı kıyılarına, batıda Halys’e (Kızılırmak’a) kadar genişlediler. Birinci derece egemen taifeden olmasalar bile Kürtlerin atalarının da bir parçası olduğu Persler genişleme ve istila dalgalarını ta İstanbul Boğazı’na kadar götürdüler.

Sasaniler döneminde Kürtler bölgenin en dinamik halklarından biriydi. Sasanilerle Bizanslılar arasında bölünmüş bir coğrafyada aktif bir ekonomik, sosyal, siyasal ve askeri yaşam sürdürüyorlardı. Merkezi Konstantin olan bir imparatorluğun tebaaları olarak Anadolu’nun farklı alanlarında göçebe topluluk, tüccar ya da asker unsurlar olarak varlık gösteriyor, diğer halklarla ekonomik, sosyal, kültürel, askeri ve benzeri ilişkiler sürdürüyorlardı. Bazen de zorla farklı yörelere kaydırılıyor, değişik yerlerde yaşamaya mecbur ediliyorlardı.

Kürtlerin Anadolu’daki varlıkları Türklerinkinden tamamıyla farklı tarih, gerekçe ve koşullarla oluşmuş ve henüz yeterince aydınlatılmamış antik çağlara kadar gider. Bölgenin ve Kürtlerin tarihi aydınlandıkça gerçekler daha iyi anlaşılıyor.

İslam’ın Arap Yarımadası’ndan yayılmasıyla, Arapların kuzey ve batıdaki en yakın komşusu olan Kürtler, onlardan hemen sonra, hatta büyük ölçüde aynı dönemde Müslüman oldular. İslamiyet’in erken yıllarında Arap komutanlar önderliğinde kuzeye Azerbaycan ve Ermenistan’a, batıya Bizans’ın içlerine doğru İslamlaştırma seferlerinde yer aldılar. Ayrıca yayılmanın en batı ve kuzeyinde serhat boylarındaki ”mızrak ucu” bir halk olarak, yeni yerler fethedildikçe oralarda Müslümanlığın kalıcılaştırılması için sivil nüfus olarak da yerleştirildiler.

Daha İslamiyet’in ilk dört halifesi döneminde Kürtler coğrafi konumlanmalarını kuzey ve batı yönünde ilerlettiler. Başka Müslim ve gayri-Müslüm halklarla birlikte Torosların büyük dinamik bir nüfusu haline geldiler. Batı ve Güneydoğu Toroslar, özellikle, Antakya, Maraş, Elbistan, Malatya, Dersim, Sivas yöreleri daha o zaman yoğun Kürt nüfuslarına sahne oldu.

Farklı dönemlerde geçici ilerleme ve gerilemeler olsa da temelde sürecin yönü batı ve kuzeye doğru, yeni yerleşim alanlarında nüfus ve egemenlik yoğunlaştırma biçiminde oldu. Başkentlerini Şam olarak seçen Emevilerin ilk döneminde Yezid bin Muaviye komutanlığında batıya ilk askeri sefer, Anadolu’yu baştan başa geçme başarısı göstererek ta İstanbul surlarına kadar dayandı. Ancak aşırı uzaklaşma, orduyu büyük güç kaybına uğrattı, yorgun düşürdü, açlık ve hastalıklarla yüz yüze bıraktı. İstanbul surlarının önünde Bizans İmparatorluğu ordularının acı vuruşları karşısında büyük bir hezimetle ve küçülerek nerdeyse artıkları gerisin geri Şam’a varabildi.

Emevi Devletine yol açan gelişmelerle başlayıp, etkileri bugün bile süren ve oldukça karmaşıklaşan Şii Sünni ayrışması, bu temelde kronikleşen ilk iktidar kavgaları ve Emevi yöneticilerin, ”mevali” diyerek Arap olmayan Müslüman halkları ikinci-üçüncü sınıf tebaalara dönüştüren siyaseti, İslam coğrafyasında gerilemeyi getirdi. Bizanslılar Müslümanları Torosların güney eteklerine dek atan olanaklara kavuştular.

Abbasi Halifeliği Dönemi

Arap olmayan Müslim ve gayri Müslim topluluklar, Emevi karşıtı Arap aşiretleri, peygamberin ailesi, dördüncü halife Ali taraftarı Şia topluluklarla birleşerek Emevileri yıktılar. Hz. Muhammed’in amcası Abbas bin Abdulmuttalib’in soyundan gelenler halifeliklerini ilan ettiler ve Abbasi Devleti kuruldu (m. 750).

Abbasi Devleti, başlangıcında merkezi bürokratik hiyerarşik sisteme sahip Sünni İslam bir devletti. Halifeler dini ve dünyevi görevlerin yürütülmesinde en yetkili kimselerdi. Devlet, merkezi hiyerarşik yapıdaydı, bölgelere merkezden yönetilen Arap vali ve komutanlar atanıyordu.

Ancak merkezdeki iktidar çekişmeleri ve yerel düzeylerdeki halk ve yöneticilerin kendilerini yönetme özlemi, bir süre sonra devletin merkezi yapısına muhalefete yol açtı. Merkezde de halifenin mutlak idaresini, aşırı merkeziyetçiliği ve tek elde toplanmış dini ve dünyevi iktidarı benimsemeyen kesimler karşı konumda yer aldılar. Mücadele, muhalifler arasında iş birliği ve destek, yeni dönüşümler getirdi.

Halifeliğin mutlak merkezi bürokratik yapısı, yerini dini ve dünyevi görevlerin ayrıştığı, dünyevi görevleri, vezir, komutan ve emirlerle, merkez dışında, periferideki görevleri de yerel yöneticilerle paylaşan farklı iktidar odaklarının birbirlerini kollayıp dengeledikleri, yetki ve sorumlulukların farklı ellerde toplandığı bir yapıya bıraktı.

Sonuçta Abbasi egemenliği altındaki topraklar üzerinde Arap ve İrani Şii-Sünni toplulukların yetki ve sorumlulukları artan, daha serbestçe davranan farklı idareleri, merkezden yönetilen Arap komutanların baskıcı yönetimlerini göreceli bertaraf edebilen yerel devlet yapıları ortaya çıktı.

İslam tarihçileri, ortaya çıkan yeni durumu Abbasi devletinin bir nevi fetret devresi olarak değerlendirir, Farsları, Kürtleri ve diğer İrani halkları içine alan bir İran İntermezzosu olarak adlandırırlar. Söz konusu dönem Halife Harun Reşit’in oğlu Me’mun’un iktidarı döneminde (halifeliği 813-833) başlar.

Kürtlerin Abbasi devletinin kuruluşunda büyük rolleri olmuştu. Abbasi İslam devleti çerçevesinde İran’ın güney batısında Fars, Kirmanşah, Loristan, El Cibal denen eyaletlerde, oradan uzanarak kuzey-batı ve kuzeye doğru genişleyen Kürt coğrafyasında pek çok Kürt devleti kuruldu. Annaziler (991-1117), Hasanweyhiler (Kirmanşah, 959-1095), Hezarespiler (1135-1425), Kakeweyhiler (1008-1141), daha kuzeyde Diyarbekir, Musul-Hakkâri, Azerbaycan, Ermeniya ve Kafkas bölgelerinde Mervaniler (983-1095?), Rewadi-Merağeliler (955-1071?, 1108-1227), Hizbaniler (943-1063)), Şeddadiler (Gence, Divin ve Ani Şeddadileri 951-1200) bunlardandı.

Oğuz Türkmenlerinin gelişi

Türklerin ilk kez kalabalık topluluklar halinde Maveraünnehir’den gelip batıya doğru yüzyıllarca süren göçleri, bu sırada Kürtlerle Türkmenler arasında oluşan ilişkiler, Kürtlerin ta Batı ve ‘Orta Anadolu’ya dek uzanan göç ve seferlerinde de yeni bir durum ortaya çıkarmıştır. Bu nedenle Türkmenlerin İslam dünyasına gelişleri, özellikle Kürtlerle başlayan maceraları Kürtler açısından da önemlidir.

Selçuklular gelirken bölgenin ve Kürtlerin durumu

11. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren büyük bir bölümünün başında Selçukoğulları ailesi olan Oğuzların Maveraünehir’den Horasan’a, oradan da Bizans sınırına kadar, Acem ve Arap İran’ına, Kürdistan’a, Azerbaycan’a, Ermeniya’ya doğru, bazen başıboş, bazen de örgütlü, zikzaklı, geliş-gidişli ama devamlılık arz eden sefer-göçleri, yeni karmaşıklık ve savaşlar dönemini başlattı.

Abbasi devleti sünni, Mısır’daki Fatımi devleti İsmaili/şiiydi. İkisi arasında bir hegemonya mücadelesi sürüyordu. Batıda Hristiyan Bizans İmparatorluğu vardı. Abbasi-Fatımi İslam dünyası ile Bizans Hıristiyan dünyasının sınırları, Güneydoğu Toroslar, Fırat ve Dicle nehirlerinin kuzey havzaları, yüksek dağlardan akıp gelen yukarı kollar, oluşturdukları derin vadi ve geçitler, bu coğrafyadaki kaleler, surlarla çevrili stratejik orta çağ şehirleriydi.

Söz konusu şehirler, birkaç yüzyıl boyunca Müslümanlar, Bizanslılar, vasalları Ermeni prenslik ve krallıkları arasında el değiştiriyordu. Özellikle Antakya, Urfa, Maraş, Malatya, Harput, Ahlat ve Malazgirt sık sık el değiştirten savaşlara sahne oluyorlardı.

Urfa’dan, Maraş, Harput, Bingöl, Ahlat-Malazgirt, Kars, Tiflis, Gence ve Berdea’ya, Hazar Denizi’nin batı ve güney kıyılarına kadar olan bölgelerde, İslam dünyasının en batısında Bizanslılarla ve kuzey batısında Ermeni prenslikleriyle komşu olan üç Kürt devleti egemendi; güneyde Mervaniler, Van Gölü, Urmiye Gölü ve Hazar Denizi’nin güney batı kıyıları arasında Rewadiler, onların doğu ve güneyinde Hizbaniler, bu devletlerin kuzeyinde de Gence, Divin ve Ani’yi başkent yapan Şeddadiler vardı.

Abbasi ile Fatımi devletlerinin egemenlik alanlarında kurulan Arap, Kürt ve Fars devletleri farklı mezheplerdendi. Askeri-bürokratik yöneticilik yapmak üzere Deylem’den güneye gelen, güçlenince de Halife’den merkezi dünyevi iktidar yetkilerini devralan Büveyhiler şiiydiler. Arap devletlerinden Hemdaniler sünni iken, Ukayliler şiiydi. Kürt Mervani, Rewadi, Şeddadi, Hizbani, Annazi ve Hezarespiler sünni, Fars, Kirmanşah ve El Cibal eyaletlerindekiler Şii-Sünni karışıklardı. Kakeweyhiler ve Hasanweyhiler şiiydiler. Bu devletlerin kendi içlerinde halkları da farklı din ve mezheplere inanıyorlardı. Ayrıca tümünün içinde gayrimüslimlerin varlığını unutmamak gerekir. Bunlar da kendi aralarında farklı din ve mezheplerdendi.

Dinsel ve mezhepsel farklılıklar, halklarla egemenler arasında çelişki ve çatışmalara yol açıyordu. Şii Fatımi ile Sünni Abbasi Halifeliği arasında ardı arası kesilmeyen iktidarı ele geçirme ve tebaaları kendine bağlama mücadelesi vardı.

Selçuklular bölgeye gelmeye başladıklarında en güçlü yönetim Büveyhoğulları idi. O kadar güçlenmişlerdi ki Abbasilerin nerdeyse bütün dünyevi merkezi idarelerini ele geçirmişler, halifeleri etki altına almışlardı. Bağdat’taki emirü’l ümeralık ve vezirlikleri elde etmişler, sistem içindeki devlet ve hanedanlıklar Halife’nin iradesi doğrultusunda, onları devletlerinin süzerenleri olarak kabul ediyorlardı.

Ancak şii Büveyhoğulları, güçlerinin zirvesine varınca Fatımilere eğilim gösterip onların dolaylı ve dolaysız desteklerini alarak çeşitli güç denemeleriyle yörelerdeki hanedanlıklara göz diktiler, kimilerini yıkıp kendilerine bağlı komutan ve emirleri yerleştirme yoluna gittiler. Yüksek ve kutsal halifelik makamını kendilerine yarar fetvalar vermeye zorladılar, üzerinde bir tür vesayet kurdular. Halife durumdan oldukça rahatsızdı.

Selçukluların gelişi

Daha Maveraünnehir’den batıya geçmeden, Müslümanlaşan Selçuklular ve bağlı Oğuzlar, Gazneli Mahmut, ardından oğlu Mesut’la çatışmalar içinde olduklarından Gazneli Sultanları onları Horasan’dan İran’a doğru sürmek için her çareye baş vuruyorlardı.

Gazneliler, Selçukluları Horasan’dan çıkarıp İran’a kovmayı başardılar ama Abbasi devleti sınırları içinde iki güç arasındaki savaş devam etti. 1041’de Dandanakan’da Selçuklular Sultan Mesud’u yenince Gazne devleti yıkıldı. Zafer elde eden orduların başında üç komutan vardı; Selçuklu Tuğrul ve Çağrı ile Kürt Kakeweyhi emiri Faramurz…

Selçuklular Gaznelilere son verince Büveyhoğullarıyla karşı karşıya kaldılar. Büveyhilerin aksine Selçuklular sünniydi. Onlara rakip güçlü bir odak ortaya çıkınca Halife için de ciddi bir umut doğdu. Halife, Büveyhilere karşı savaşlarında Selçukluları destekledi.

Dandanakan savaşından sonra Tuğrul Bey, Oğuzların başına geçti. Kardeşi Çağrı Horasan emiri olarak orada kaldı. Halifenin desteğiyle Selçuklular, Büveyhoğulları iktidarına son verdiler. Payitaht Bağdatta da Büveyhileri tasfiye edip tüm merkezi bürokratik yapıyı ele geçirince Halife, Tuğrul Bey’e en yüksek dünyevi iktidar yetkilerini vererek onu ‘doğunun ve batının emirü’l ümerası’ olarak tanıdı. Bu bir nevi bir primus inter pares emirü’l ümeralık idi.

Geçmişte Gazneli Mahmud bu makama atanırken kendisine ‘Sultan’ demişti. Selçuklular da aynı geleneği sürdürdüler. Tuğrul Bey de kendisine ‘Sultan’ ünvanını verdi. Artık Selçuklu gelenekleştirerek Halifenin atamasıyla tahta oturan ve bir nevi ‘sadrazamlık/vezirü’l vüzeralık’ olan bu makama sultan titrini vermeyi süreklileştirdiler. Sonra gelenek bütün İslam dünyasında yatıldı.

 Selçuklular Abbasi devletinde Büveyhilerin yerini aldılar.

Selçukluların iç kavgaları

Oğuzların başındaki Selçuk, daha aşiretler Maveraünnehir’den İslam dünyasına geçmeden önce ölmüştü. Bazı kaynaklara göre Selçuk’un üç, bazılarına göre dört, bazılarına göre de beş oğlu vardı. Üç diyenlere göre bunlar Mikail, İsrail (Arslan Yabgu), Musa[1], dört diyenlere göre de Mikail, İsrail (Arslan Yabgu), Musa ve Yunus idi.[2] Beş diyenler de; bunların Mikail, İsrail (Arslan Yabgu), Musa, Yunus, Yusuf ve Yınal olduklarını iddia ederler.[3]

Mikail, daha babası sağken bir savaşta öldü. Selçuk, torunları Muhammed/Tuğrul ile Davud/Çağrı’yı yanına alıp büyüttü. Mikail ölünce iki kardeşin annesi, amcaları Musa/Yusuf Yınal(?) ile evlendirildi. Bu evlilikten İbrahim Yınal doğdu. İbrahim Yınal onların anne tarafından kardeşleri baba tarafından amcaoğullarıydı. Bu evlilikten doğan sıkıntılar, Tuğrul ve Çağrı ile amcaları Musa/Yusuf Yınal, özellikle annelerinden doğma İbrahim Yınal arasında o günden sonra çekemezlik, güvensizlik ve ciddi çatışmaları getirdi. Hatta İslam diyarında iken İbrahim Yınal, 1058’de üvey kardeşi Tuğrul’un üzerine yürüdü, ama bozguna uğradı ve Tuğrul tarafından yay kirişiyle boğdurularak öldürtüldü.

Tuğrul ile Çağrı’nın çekişme içinde oldukları diğer bir odak da amcaları İsrail/Arslan Yabgu idi. Çelişki, Selçuk ölünce İsrail/Arslan Yabgu’nun beklenti içinde olduğu reislik kendisine değil de Tuğrul’la Çağrı’ya verilince ortaya çıkmıştı. İki kardeş ile Arslan Yabgu arasında sönmeyen ciddi bir çatışma ateşine, nesiller boyu süregelen kırılgan bir fay hattına dönüştü. 

Daha Maveraünnehir’deyken Arslan Yabgu Gazneli Mahmud’un fermanıyla hapsedildiği Hindistan’daki bir kalede esarette öldüğünde oğlu Kutalmış, güvensizlik ve rekabet içinde olduğu halde, taraftarlarıyla gidip Tuğrul’a katıldı.

Çelişkiler nedeniyle bu kesim hep ötekiler muamelesi gördü, merkezi iktidar çevresinden uzaklaştırılarak periferilerde, serhatlarda tutuldu, başarıları küçümsendi, elde etikleri önemli şehir ve ganimetlere el konarak Tuğrul’a devredildi.

Merkezde hep geride tutulunca kendisi de ister istemez periferileri tercih etti. Kutalmış, Cürcân ve Damgan’ın fethiyle görevlendirildi, Azerbaycan ve Ermeniya’ya gazalara gitti, bazen Bizans, Ermeni ve Gürcü saldırıları karşısında Kürt Şeddadilere ve Rewadilere yardıma memur edildi…

Tuğrul taraftarlarının aşırı ayrımcılığı, bazen onun yerine geçme duygularını isyana bile dönüştürdüyse de genellikle Kutalmış başarısızlığa uğradı. Yenilgilerden sonra Tuğrul tarafından bağışlanarak daha aza razı edilmesi düşmanlığı bitiremedi. Alparslan döneminde ikisi arasında çıkan bir savaşta Kutalmış öldürüldü. Oğlu Süleyman Şah ve beraberindekiler, Bilad-ı Şam ve Antakya yörelerine geçtiler.

Akrabalar, kardeşler, baba ve oğullar arasında öldürme ve talanlara varan savaşlar bitmedi. Çocuğu olmayan Tuğrul, ölmeden önce tahtını kardeşi Çağrı’nın oğlu ve aynı zamanda kendi damadı olan Süleyman’a vasiyet ettiği halde Çağrı’nın diğer oğlu Alparslan ve düşman kuzen Kutalmış, onun sultanlığını reddettiler. Çıkan savaş sonucunda Süleyman değil, Alparslan tahta geçti.

1072’de Alparslan öldürülünce oğlu Melikşah sultan oldu. Diğer oğlu Tutuş da başkenti Dımışk olan Şam eyaletinde emirlik aldı. İkili hep düşman kardeşler oldu. Melikşah kardeşi Tutuş güçlenmesin diye her yola baş vurdu.

Alparslan’ın oğlu Tutuş’la, kendini Bilad-ı Şam’a atmış olan Kutalmış oğlu Süleyman Şah arasında da çekişmeler oldu ve Halep yakınında meydana gelen bir savaşta Süleyman Şah öldürüldü. Böylece Alparslan Kutalmış’ı, oğlu Tutuş da Kutalmış’ın oğlu Süleyman’ı öldürmüş oldular. Süleyman Şah Rum Selçuklu Devleti’nin kurucusuydu.

Türk Kürt karşılaşması

Oğuz Türkmenleri, Horasan’dan batıya doğru seferlerinde daha Gazne topraklarını geçer geçmez (1029) Kürtlerle ilişkiye geçtiler. Düşmanlarına ya da önlerine çıkan engellere karşı onlarla iş birliği yaparken kimi zaman da egemen oldukları alanlara girmiş, çatışmış, kale ve şehirlerine el koymuşlardır.

İlk ciddi temas, iş birliği ve ardından yıkıcı savaş Selçuk’un zindanda ölen oğlu İsrail’in/Arslan’ın taraftarları olan Türkmenlerle Kürt Rewadi devletinin emiri Vahsudan bin Memlan arasında boy verdi. Bu kanat Türkmenleri önce Hemedan’ı almak istediler, Kürtler fırsat vermeyip geri püskürtünce ta Ermenia, Vaspurakan ve Doğu Roma serhad boylarında Darü’l İslam topraklarında bir devlet olan Rewadilerin emiri Vahsudan’a sığındılar. Vahsudan onları Rewadi payitahtı Tebriz ile Urmiye arasında barındırdı. Bir süre sonra Vahsudan’a ihanet ederek ülkesine el koymak istediler. Vahsudan Kürtleri birleştirerek kendilerine saldırdı, reislerinin pek çoğunu yitirerek darmadağın oldular,

Bir kısmı Kirman’a, bir kısmı Horasan’a dönerken önemli bir kesimi de Musul’a gittiler, oradan da Hakkâri Kürtlerine saldırdılar. İlk saldırıda Kürtler büyük zayiat verdi, ikinci hamlede toparlanarak Oğuzları büyük bir yenilgiye uğrattılar. Bunlar güneyden Cizre ve Nusaybin’e, daha sonra Merwanilerin payitahtı Diyarbekir’in batı ve kuzeyine yayıldılar. Uzun süre Merwani emirinin başını ağrıttılar. Ancak Tuğrul Bey’in de girişimleriyle Merwaniler onları batıda; Doğu Roma topraklarına, güneyde Antakya taraflarına yönlendirmeyi başardılar.

Fars, Kirmanşah, Loristan, el-Cibal, Hemedan ve Isfahan bölgelerinde İslam öncesinden, hatta antik dönemden beri var olagelen yoğun Kürt varlığı, İslam’ın çıkışında, daha çok da Abbasilerin fetret döneminde bazıları Şii, bazıları da Sünni olan Kakaweyhî, Hasanweyhî, Annazî ve diğer Kürt emirlikleri ile öne çıkmıştı. Bunlar bölgedeki Arap ve Fars devletleri gibi hem kendi içlerinde iktidar çekişmesi yaşıyor, hem komşu, iç içe ve akraba oldukları diğer Kürt devletleriyle karşı karşıya geliyor, bazen de dost ve müttefik olarak yaşıyorlardı.

Selçukluların bölgeye vardıkları 11. yüzyılın ikinci çeyreğinde (1029-1040) bölgenin güçlü devletleri olan, Halifeliği bile etki altında tutan Gaznelilerle (Gazneli Mahmut, ardından oğlu Mesud) Büveyhiler, Kürtleri oldukça sıkıştırıyorlardı. Büveyhiler o kadar güçlenmişlerdi ki Bağdat’ı vesayet altına alabilmişler, Halife istemeye istemeye boyun eğer hale gelmişti.

Türklerin Gaznelilerle çatışmaları Horasan’dan beri sürüyordu. Gaznelilerin yörede kontrol altında tutamayıp batıya sürdüğü Selçuklular, sıkışa sıkışa, çatışa çatışa, kovula kovula Fars, Kürt, Arap ve yörenin diğer halklarının topraklarına girdiler.

Gaznelilerin sonunu getiren savaş Dandanakan’da (1040) oldu. Eskiden beri çok çektiği Gaznelilere karşı Selçukluların savaşma isteği, Tuğrul ve Çağrı Bey’in yanında yer yalan üçüncü komutan Kürt Kakeweyhi emiri Ebu Mansur Feramurz’a bir umut olarak belirmişti. İki Selçuklu komutanı da Kakeweyhi emiriyle ittifak ederek güçlenmişlerdi.

Gaznelilerin Hindistan dışındaki topraklarda çöküşü, Selçuklularla Büveyhileri doğrudan karşı karşıya getirdi. Büveyhiler, izledikleri Şii, hatta açıktan Fatımi yanlısı siyasetleriyle başta Halife olmak üzere Sünni topluluk ve emirlerin öfkelerini üzerlerine çekiyor, giderek desteklerini yitiriyor ve daha fazla kesimleri karşılarına alıyorlardı. Artık inişe geçen bir odaktılar.

Selçuklular, kendilerinin de mensubu oldukları halifeliğin resmi mezhebi Sünniliğe hizmet etmeyi benimsediklerinden, başta Halife, aynı inanç içinde olan Sünni kesimler, Büveyhilere karşı onlara destek verdiler.

Tabii saflaşmaların hep bu temelde olduğu gibi bir yanılgı oluşmamalı. Odaklar arasındaki çekişmeler dine ya da mezhebe dayanmayan sorunlardan da olabiliyordu.

Şii Fatımi ile Sünni Abbasi devleti, meşru İslam’ı kendilerinin temsil ettikleri konusunda keskin rekabet içindeydiler. Selçuklular, Sünni İslam’ın koruyucuları ve meşru temsilcileri olarak görüldüler.

Bu genel resim içinde İran’ın güney ve güney batısındaki Kürt emirlikleri ile Selçuklular arasındaki ilişkiler zikzaklı, farklı hedeflere yönelik, ama yoğun ve dinamik oldu. Selçuklularla Büveyhiler arasındaki savaşlarda bir kısım Kürt, zaman zaman Büveyhilerle davranmış olmakla beraber büyük bir kısmı onlardan duydukları rahatsızlıklardan dolayı Selçukluları desteklemişlerdi.

Selçuklu üvey kardeşler İbrahim Yınal ile Tuğrul ve Çağrı ya da son ikili ile Arslan Yabgu arasındaki savaşlarda da Kürtler farklı taraflarda yer aldılar. Çatışmalar her iki kesimin çocukları Kutalmış-Alparslan ya da torunları Tutuş-Melikşah kardeşler ile Süleymanşah; hatta Rum Selçuklu devletinin kuruluşundan sonra bile onların çocukları arasında sürerken ilişkide oldukları Kürt emirlerin pek çoğu da beri ya da öteki tarafta yer aldı.

Şii/Alevi Kürtler daha çok merkezi iktidar odağından uzakta, periferide görevlendirilen, Bizans toprakları içinde gaza yapan üvey kardeş ve kuzenlerle (İbrahim Yınal, Tutuş, Süleyman Şah ve bağlı aşiret reisleri) iş birliği içindeydiler. Bizans’ın bugün Anadolu olarak adlandırılan Kilikya, Kapadokya, Bitinya, Paflagonya ve Karıya topraklarında Kürtlerle muhalif Selçuklular içiçeydiler.

Bu Kürtler, daha sonra Rum Selçuklu devletinde bizzat Süleyman Şah’ın soyundan merkezi üst yöneticilerle evlilik ilişkilerinde, ‘candarlık’ denen yakın koruma, ilim, irşat ve fıkıh alanlarında, vezirlik, komutanlık, emir sevahillik (sahil beyliği) ve uç beyliği görevlerinde bulundular. Söz konusu yakın bağ, Rum Selçuklu devletinin 14 yüzyılın başında ortadan kalkmasına kadar sürdü.

Annazi, Hasanweyhî, Rewadi, Merwani ve Şeddadi Sünni Kürt devletlerinin idarecileri ise iktidarda iken de kaybettikten sonra da tek tek emirler, beyler ve komutanlar olarak Tuğrul ve Çağrı kardeşlerle, onlardan sonra gelen Alparslan, Melikşah ve ardıllarıyla yakın olmuşlardır. Abbasi dünyasındaki Selçuklular gerileyip Rum Selçukluları güçlenince bu saflaşma silinmeye başladı. Harezm ve Moğol saldırıları da gelince Sünni, Şii, Yezidi inançtan Kürt mirleri de Rum diyarlarında (Doğu Roma İmparatorluğu sınırları içinde) gelecek aramaya koyuldular.

Unutmamak gerekir ki Orta Çağda saflaşma Kürtlük-Türklük temelinde olmadığı için Kürt-Selçuklu iş birliği ile çatışmaları aynı süreçlerde iç içe yaşanmıştır. Yaklaşık bir asır içinde, tedrici Türkmen yayılması, iç iktidar kavgalı Kürtlerin egemenlik statülerini yitirmelerini, vasallar ya da komutan, vali, vezir, alim ve diğer üst bürokratik makamlarda da görev almalarını doğurmuştur.

Bizans topraklarının fethinde Kürtler ve Türkler

Kutalmış öldürüldüğünde Bilad-ı Şam’a (Suriye) gelen oğlu Süleyman Şah ve taraftarları orada tutunamayınca, zenginlikleri ile daha cazip, İslami açıdan da kolay meşruiyeti olan Darü’l harpte; Hristiyan Bizanslıların ve vasalları Ermeni prenslerinin elde tuttukları Antakya, Maraş, Malatya, Sivas, Konya ve Kayseri’ye yöneldiler. Bazı kollar ince hat üzerinden Bursa ve İznik’e kadar kale ve şehirler ele geçirdiler. Ancak Bizans İmparatoru onları geri püskürttü, ardından papalığı harekete geçirince Birinci Haçlı Seferi’yle sadece Rum Selçukluları değil, İslam alemi, doğu Ak Deniz’e komşu yerlerin büyük bölümünü; Kudüs, Şam ve Mısır’ı kaybetti. Antakya Müslümanlardan geri alındı. Maraş ve Elbistan yöreleri pek çok kez el değiştirdi. Bu olaylar 11. yüzyılın sonu ile 12. yüzyılın başlarında oldu.

Süleyman Şah, gözlerini Suriye’ye dikti; Halep ve Şam topraklarını Tutuş’tan almak istedi. Fakat Halep önündeki bir savaşta öldürüldü (1086) ve Caber Kalesi’ne defnedildi.

Süleyman Şah’ın kurucusu olduğu Rum Selçuklu devletinin merkezi önce İznik’ti. Birinci Haçlı seferlerinin yarattığı geri çekilmeden sonra yeniden toparlanma süreci başladı. Süleyman Şah öldürülünce yerine henüz buluğ çağına ermemiş oğlu I. Kılıçarslan tahta geçirildi. Toparlandılar, ikinci payitaht Konya oldu, ama yeniden yayılma ve genişleme dönemi bir yüz yılı aldı.

İkinci yayılma, yaygın ve kalıcı oldu. Batıda bugünkü Muğla, Aydın, Karahisar, Manisa, Isparta, Ankara’yı, kuzeyde Kütahya, Denizli, Kastamonu, Tokat ve Amasya’yı içine aldı. Sinop ve Samsun’a kadar uzadı, Erzincan’a dayandı. Kayseri, Sivas, Malatya, Maraş ve Elbistan doğuda devletin topraklarına katıldı.

Rum Selçukluları kendileriyle beraber olan beylerin de zaferleriyle genişledikçe bu beylerini Ak Deniz ve Ege (Adalar Denizi) sahillerinden Sinop, Canik (Samsun), Giresun ve Trabzon yakınlarına, Kara Deniz sahillerinde uzanan coğrafyalara uc beyleri olarak yerleştirdiler. Önemli bir bölümü de gazalarda ön saflarda, henüz fethedilmemiş alanlarda savaştıkları için bu serhadlerin/ucların şehir ve kırsal alanlarını ele geçirip oraların sahibi oldular, kendi egemenlik alanlarını bizzat kendileri oluşturdular. Emirler ve beyler, kendileri fethettiklerinden ya da sonradan farklı sıkıntılar döneminde gösterdikleri yararlılıklar dolayısıyla üzerinde bulundukları toprakları sultanların fermanıyla mülk edinip yönettiler.

Tabi aynı dönemin çatışma ve yenilgileri de Kürtleri batıya yöneltiyordu. 1186-1187’de, Kürtlerle Türkler arasında sekiz yıl süren çarpışmalarda, taraflar otuzar bin kişiyle birbirlerine saldırdılar, on bin kişi öldürüldü. Mardin, Nusaybin, Turabidin, Habur, Zozan Kalesi etrafında yoğunlaşan çarpışmalar, el-Cezire, Musul, Diyarbekir, Ahlat, Şarezor ve Azerbaycan’a kadar yayıldı. Taraflar çeşitli hediyeler ve menfaatler verilerek barıştırıldı ama Süryani Mihail, defalarca yenilen Kürtlerin Mezopotamya’dan ayrılıp Kilikya sınırlarına saldırdıklarını, Türkmenlerin orada da onları püskürttüklerini aktarır.

Sonra Harezmiler ve Moğollar gelince bir yandan İran, Ermeniya, Azerbaycan, Kürdistan, Irak, Bilad-i Şam ve yukarı Mezopotamya’nın yakılıp yıkılan topraklarından şehirli, tarımcı ya da göçebe Kürt, Türk, Arap ve diğer Müslümanlar kafileler halinde Batı ve ‘Orta Anadolu’ya sürüldüler. Bazen iyilikle, menfaat sağlanarak, çoğu kez de zorla daha önce gelmiş Müslümanların içine yerleştirildiler. Moğolların kendileri de son durak gelip bu topraklarda onlarca yıl sürecek zorbaca bir varlık gösterdiler, birtakım beylikler kurdular, var olanlara serpilip görevler üstlendiler.

Yazılı İslam (Arapça Farsça), Bizans, Ermeni, Süryani ve Gürcü kaynakları ta başından beri Kürtlerin ‘Batı ve Orta Anadolu’nun müslümanlaştırılması sürecinde ciddi rol aldıklarını gösterir. Daha önce de belirttiğimiz gibi Kürtlerin kuzey Suriye, Kilikya, Kapadokya; Halep, Antakya, Maraş, Malatya ve Sivas yörelerindeki varlıkları Türklerden öncedir.

Ancak ne müslümanlaştırma ne de içindeki Kürt dalgaları tek bir kereye özgüdür. Oğuz Türkmenlerinin, Moğolların ve Harezmilerin istilaları, İslam devletlerinin birbirleriyle çekişmeleri nedeniyle, batıya doğru Kürt yayılmaları birkaç yüz yıl içindeki pek çok dalgaya bölünmüştür. Cihadı yaşam ve kârlılık alanı bularak hep uçlara; Darü’l harbe doğru sefer düzenleyenler de var. Seferler bazen bir Kürt beyi ve komutanının önderliğinde, bazen de küçük topluluklar halinde, daha önce giden komutanlara ve askeri seferlere katılmak için olmuştur. Bazen de tek tek ya da birkaç paralı asker aynı maceraya atılmıştır. Tabi seferler genellikle orta çağın belirgin özelliklerine uygun olarak aile, maiyet ve taşınır varlıklarla beraber yapılagelmiştir.

İbn Bibi’den anladığımıza göre daha 11. yüzyılda Rum Selçuklu emir ve sultanlarının yanında önemli bir Kürt gücü var.

Savaş zamanında Rum, Ermeniya ve Kürdistan’dan, Eyyubiler döneminde Bilad-ı Şam ve Mısır’a, Yemen’e kadar genişleyen alanlardan ordular geliyordu. Eyyubi Devleti’nin varlığı ve Rum Selçuklularıyla sınır komşuluğu, Haçlı seferleriyle gelen Frenk saldırılarına karşı iş birlikleri vb. durumlar, Kürtlerin batıya ve kuzeye doğru yayılmasında etkin olmuştur. Bu sayede genişleyen İslam dünyası şemsiyesi, doğudan batıya doğru Müslüman seferlerini arttırmıştır. Türklerden sonra en çok da Kürtler bu seferlerde yer alarak ‘Orta ve Batı Anadolu’da varlıklarını belirgin olarak arttırmışlardır.

İbn Bibi’ye göre, henüz 11. yüzyılın sonunda Süleyman Şah öldürülünce (1086), daha önce mahruse-i Tokat’tan (Tokat eyaletinden) gelmiş ve saltanat büyüklerinin hizmetine girmiş, padişahın sırlarını paylaştığı büyük makamların sahibi Nuh Alp, Emir Mende ve Tüz Bey gibi emirler (ümera-yı devlet) ve saltanat büyükleri (ekâbir-i saltanat), henüz çocuk sınırını aşmamış, buluğ çağına ulaşmamış, fakat mutluluk ve büyüklük ışıkları açık alnında parlayan, yöneticilik ve padişahlık özellikleri hal ve hareketlerine hâkim olan Sultan’ın oğlu İzzeddin Kılıçarslan’ı etrafını aydınlatan bir hilal gibi tahta oturttular.[4] Görülüyor ki en azından Emir Mende Kürt’tür.

İbn Bibi’nin Selçukname’sini 15. Yüzyıl ortalarına doğru kimi değişikliklerle, başka vakanüvis ve tarihçilerden bilgileri de ekleyerek Osmanlıcaya çeviren Ali Yazıcızade de, Süleyman Şah’ın öldürülmesinden sonra oğlu çocuk yaştaki Kılıçarslan’ın tahta çıkarılmasına karar veren emirlerden bahsetmektedir.[5] Yazıcızade Emir Mende’den başka Şemseddin Kürd Beg adında bir Kürt emirinin varlığından da bahseder.

Emir Mende ve Şemseddin Kürd Bey, Süleyman Şah’a o kadar yakınlar ki devletinin en yüksek makamında, divanında onunla beraberler, Tokat’tan Halep dolayına beraber gelmişler, yol ve savaş arkadaşları, en güvendiklerinden, sırdaşlarındandırlar. Bu bilgiler, aynı zamanda onların daha önceleri Tokat’a ve daha başka yörelere yönelik sefer ve fetihlerde birlikte olduklarını da gösterir.

Yeni kurulan Rum Selçuklu devletinin en üst düzey yöneticileri arasında yer alan Kürt Beyleri, maiyetleri, askeri varlıkları ve gaza güçleriyle o kadar yetkinler ki Süleyman Şah’ın yerine Selçuklu devletinin başına kimin geçeceğine karar verebiliyorlar, istedikleri I. Kılıçarslan henüz çocuk yaşta bile olsa tahta geçiyor. Bu, söz konusu emirlerin, Selçuklu devletini belli bir süre çocuk sultan adına birlikte yönettikleri anlamına da geliyor.

Mükrimin Halil Yinanç’ın Desturnameyi Enveri‘ye yazdığı incelemeye göre, Bizans tarihçisi Nikétas Choniates, Sultan İkinci Kılıçarslan, sonraları Aydınoğulları toprakları olacak bölgeye, daha 1186’da Samés (Şems) adındaki emiri, gaza ve fetih için gönderdi. Çok yaygın ve kutsal bir Yezidi adı olan Şems (Şemseddin’in kısaltılmışı) adının bir Kürt Germiyan emirine ait olması oldukça doğaldır.

Emir Şems, önemli bir güçle Lidya’ya girdi, Cilbianus (Küçük Menderes) nehrinin suladığı ovayı yağmalayarak pek çok esir aldı.[6]

Anlatılan bazı olaylarda, Selçuklu sarayında Sultan’ın etrafındaki özel korumalar anlamına gelen candar rütbeli Kürt emirlerinin adları da veriliyor. İbn Bibi’nin aktardığı bir olayda, Sultan II. Giyaseddin Keyhüsrev zamanında Emir Saadettin Köpek’in, [Atabeg Emir] Şemseddin Altunaba’nın öldürtülmesinde muhafız Candar Kürd’den doğrudan yardım alması bu Kürt emirinin saray darbe ve entrikalarında rol alacak kadar güçlü pozisyonda olduğunu gösterir.[7]

Kerimüddin Aksarayi, Diyarbekir çevresinin sipehdarı olan Bicer Bahadır adlı bir Kürt beyinden bahseder. Bicer Bahadır, daha önce Celaleddin Harzemşah’la birlikte Rum Selçuklu Sultanı Alâeddin ile Eyyubi Meliki Eşref’in ittifakına karşı savaşmak için Rum Selçuklu topraklarına gelmiş, ancak Harezm ordusu yenilince burada kalmıştı.

Alâeddin Keykubad döneminde sarayda görev yapan Kürt emiri Hüsameddin Kaymuri’den bahs olunur. Kaymuri, Harezm ümerasının reisi Kayır Han’la beraber Alaeddin Keykubad’ın ölmeden önce veliaht tayin ettiği oğlu İzzeddin Kılıçarslan’ın saltanata getirilmesi hususunda Keykubad’a verilen yemin aleyhine gelişen duruma karşı çıkanlar arasındaydı. Bunlar, Alaeddin’in ölümünden sonra veliahtı ne pahasına olursa olsun tahta çıkarmayı teklif ediyorlardı. İbn Bibi’nin Kaymuri için sarf ettiği sözlerden bunların silaha başvurmayı dahi göze aldıkları görülüyor.

Eyyubi devletinin bir imparatorluğa büyümesi, Kürtlere Suriye, Mısır, Yemen ve Kuzey Afrika’ya olduğu gibi, Kilikya-Kapadokya’ya, Batı Ermenistan’a ve Bizans’ın diğer doğu topraklarına doğru da güç ve alan kazandırdı. Kürt mirleri, serdarları, savaşçıları, göçebe Kürt nüfus ve aşiretleri Eyyubi devletinin getirdiği olanaklardan yararlanarak İslam dünyasında hiyerarşik olarak yükselip güçlenirken coğrafi alanda da yayılıp genişlediler.

Kürtlerin Rum Selçuklu yönetimindeki önemli rollerini gösteren başka bir bilgi de Baba İlyas ayaklanmasıyla bağlantılıdır. İbn Bibi’de anlatılan Baba İlyas olayından, 1240 yılında Rum Selçukluları içindeki Germiyani Beyliği’nin Malatya serleşkeri (subaşısı) Mübarezeddin ibn Alişir Germiyani’nin isyan halindeki Baba İlyas taraftarlarının (aslında Amasya’daki Baba İlyas’ın halifesi Baba İshak’ın başında bulunduğu ve ta Adıyaman’ın Kefersud bölgesinden beri isyan halinde yayılıp gelen müritlerin) karşısına çıktığını, büyük bir yenilgiye uğradığını, gelip Germiyan ve Kürd askerlerinden yeniden bir ordu kurarak tekrar karşılarına çıktığını, tekrar yenildiğini anlıyoruz.

Sonuçta bu isyanı bastıran Selçuklu ordusu Türk, Kürt, Grek ve ücretli Frank askerlerinden oluşuyordu ve bunlar zar zor isyanı kırabildiler. Adıyaman’ın Kefersud bölgesinden başlayan ve ezici çoğunluğu Kürtlerden oluşan Vefaiye tarikatı mensubu Baba İshak’ın taraftarları, mürşidleri Baba İlyas’a ulaşmak için Amasya’ya yöneldiler. Selçuklu yöneticileri, isyancıları ümitsiz bırakmak için Baba İlyas’ı idam ederek Amasya Kalesi kapısına astılar. Moralleri bozulan ve ümitlerini yitiren isyancılar çaresiz dağıldı, binlercesi Amasya taraflarına yerleşti.

Baba İshak, Baba İlyas’ın halifesiydi. Baba İlyas da Vefaiye tarikatının kurucusu Ebü’l Vefa El Kürdi’nin halifesi ve kendi döneminin mürşidi idi. Baba İlyas soyundan gelen Vefaiye şeyh ve alimlerinin varlığı Amasya’da hep oldu. Şehrin kalabalık ve ilmi alanda etkin bir nüfusunu oluşturdular. Çelebiler olarak tanındılar.[8]

1250’den sonra gelen büyük Moğol dalgaları, Kürtleri ve Türkleri çok büyük kitleler halinde eski yerleşim alanlarından koparıp batıya sürdü. Moğolların kendileri de İslam topraklarıyla yetinemeyince, ya da Şam ve Mısır’da olduğu gibi daha ileri gidemeyince, Roma uçlarına, ‘Orta ve Batı Anadolu’ya gelip, fetih ve iktidar kavgalarına katıldılar. Daha önce Moğolların sıkıştırdığı Harezmiler de Horasan yörelerinden kopup Kilikya ve Kapadokya’ya kadar uzanmış ve Rum Selçuklularının himayesine sığınmışlardı.

Böylece ‘Orta ve Batı Anadolu’da, Akdeniz’den, Ege’den yukarıya doğru Kara Deniz’e, Karia, Paflagonya, Bitinya denen topraklarda, Rum Selçuklu sultanlarının yönettiği devlet sınırları içinde Türkmenler, Kürtler, Harezmîler ve Moğollar, Müslüman dünyasının unsurları olarak yer aldılar. Rumlar, Ermeniler, Gürcüler, Asuri-Süryaniler ve diğer Ortodoks Hristiyan halklar burada zaten varlardı. Daha sonraki yıllarda, özellikle Haçlı seferleriyle Frenkler/Latinler geldiler. Farslar ve tek tük seyreklikte Araplar daha çok dini, idari ve tasavvufi grupçuk ve kişilikler olarak alana ilgi duydular.

Zengilerin Musul valisi Bedreddin Lulu’nun Musul ve Şengal’deki Yezidilere karşı bir katliama girişmesinden ve Şeyh Hasan bin Adi’yi (Adi bin Müsafir’in kardeşi çocuklarından olan II. Şeyh Adi) 1246 yılında Musul Kalesi’nde öldürtmesinden sonra da katliamların devam etmesi nedeniyle, büyük bir Yezidi topluluğu Halep’in kuzeyindeki Yezidi Kürtlerin arasına gitti. Şeyh Hasan’ın oğlu Şerafeddin Muhammed burada şeyh ve emirlik makamına geldi. Rum Selçuklularıyla yakın ilişki ve iş birliği içine giren önemli sayıda Kürt Yezidi büyüğü, Yezidi inancında oldukları belirtilen ve payitahtları Kütahya olan Germiyanilerin daha önceden belirgin rol oynayan varlıkları nedeniyle de Rum Selçuklu diyarına giderek devletin önemli kademelerinde görev aldılar.

Yaklaşık on yıl sonra, genç yaştaki Selçuklu şehzadeleri arasındaki rekabette, Tokat’tan Selçukluların doğu bölgelerini yöneten IV. Kılıçarslan, Konya’dan geri kalan yerleri yöneten kardeşi II. İzzeddin Keykavus’un yerine geçmek isteyince, Moğolların desteğiyle ona karşı savaşa girişti. 1254’te, İzzeddin Keykavus, kardeşine karşı kendisine yardım etmesi için Yezidi emiri Şerafeddin Muhammed’in yardımına başvurdu. Kardeşi Kılıçaslan’la Moğol ittifakına karşı savaşması karşılığında kendisine Harput emirliği, komutanlarından Hakkârili Balbasoğlu (Bilbasi?) Şerafeddin Ahmed’e de Malatya emirliği verildi. Anlaşma çerçevesinde Şerafeddin Muhammed Harput’a geçti, ancak orada Moğollara karşı verilen savaşta öldürüldü.

XIII. asırda çok kuvvetlenen Yezidi Kürt aşiretleri, Moğollara ve Ermenilere karşı pek çok kez savaştırlar. II. İzzeddin Keykavus’un ordu komutanı Ali Bahadır, onlara karşı Yezidi Kürtlerden çok sayıda asker topladı. Bu arada Moğol tarafında Türkmenlere ve yerleşik Kürtlere karşı savaşan Hristiyan ve ‘Müslüman Rafızi’ Kürtler de vardı.

Yazıcızade Ali’nin verdiği bilgiye bakılırsa I. Giyaseddin Keyhüsrev döneminde Antalya’yı ele geçirmek için giden ordunun içinde Kürtler de vardı (m. 1207).

Moğol istilasının ilk yıllarında Selçuklu saltanat kavgalarına Kürt emirlerin de müdahil olduklarını görüyoruz. Moğollara karşı mücadele eden II. İzzeddin Keykavus’a karşı, onların hakimiyetini tanıma taraftarı Rükneddin’i destekleyen Kürt Emir’i Hüsameddin Bijar bunlardan biridir. Emir Hüsameddin Bijar, Aksaray yakınlarında Alâeddin Keykubad kervansarayı civarında göçebelerin saldırısı sonucu öldürüldü. Yine Moğollarla mücadele çerçevesinde İzzeddin Keykavus’un daha önce de adı geçen ordu kumandanı Ali Bahadır, 1258 yılında, Moğollarla iş birliği içinde oldukları gerekçesiyle Malatya Kürt beyi Şıhab İsa’yı, kentin diğer ileri gelenleri ve Hıristiyan halkla beraber öldürdü.

Ebü’l Ferec, 1278 yılı yaz aylarında Türkmenlerden ve Bilad-ı Şam Kürtlerinden bir grubun bir araya gelerek Kilikya’yı istila etiklerini, bu bölgede büyük tahribat yapıp birçok ganimet topladıktan sonra geri döndüklerini yazar. Aynı saldırı 1282 yaz mevsiminde de tekrarlanınca halk bunların korkusundan deniz içinde kurdukları kalelere iltica etti.

Moğol-Memluk savaşlarının kızıştığı XIV. yüzyıl başlarında Malatya’da Kürt yöneticilerin oynadıkları rol de göze çarpmaktadır. 27 Nisan l315’te Malatya’ya gelen Memluk ordusu, şehrin önlerinde karargâh kurdu. Malatya’da İlhanlı Emir Çoban’ın naipliğini yapan Cemaleddin Hızır ile onun yanında vergi işlerine bakan Kürt emiri Mendo (Mende) Mısır ordusunu karşılamaya çıktılar.

Kürtlerin esas büyük varlığı

Şikarî adlı vakanüvisin yazdığı Karamanname[9] adlı eserde, Batı Anadolu’da Rum Selçuklu döneminde ortaya çıkan ve yıkılışından sonra bağımsızlıklarını ilan eden beylikler, kuruluşları, rekabet ve çatışmaları anlatılırken geniş bir Kürt unsuruna yer verilir. Eser, bir Karaman Beyliği tarihi olmasına rağmen pek çok olayda, Batı Anadolu’nun farklı yörelerinde, hanedan soyları, nüfusları, aşiret varlıkları ve askeri güçleriyle şaşırtıcı derecede belirgin ve yaygın bir varlığa sahip olan Kürtlere geniş yer verir. Bu varlık hem uclarda; Bizans İmparatorluğu’nun egemenlik alanlarına yapılan gaza ve fetihlerde, hem de Müslüman güçlerin ele geçirdikleri alanlarda, nüfus yerleştirmelerinde, ayrıca müslümanlaşmış coğrafyada kendi aralarındaki rekabet ve çatışmalarda biline gelinenden oldukça yaygındır. Yüzlerce Kürt aşiret, bey, emir ve komutandan, on bine, yirmi bine, bazen otuz bine varan Kürt ve Kürdistan ordularından, bunların fethettikleri kale ve şehirlerden bahsedilir.

Eserde geçen dikkate değer bir olay da Selçuklulardan sonra Karamanlıların eline geçen Konya şehrinin bir dönem Kürtler tarafından fethedilmesi ve toplam olarak iki yıla varan süreyle yönetilmesidir. Fetih, Karamanoğullarının yönetiminden şikâyet eden Konya halkının ve ileri gelenlerinin çağrısı üzerine olmuştur. Kürtlere, gelirlerse, şehri bizzat kendilerine teslim edecekleri sözü verilmiştir.

Hacı Kutlu Şah adlı Kürt emiri çağrıyı olumlu karşılayarak Konya’yı sardı, savaştı, şehir halkı surların kapılarını açtı, içeride devam eden savaşta dört bin Karamanoğlu askeri, kırk-elli şehzade ve beyi öldürüldü. Hacı Kutlu Şah Konya’yı ele geçirdi.

Başka bir yerde[10], Konya’nın Kürtlerce bir kez değil, üç kez fethedildiği belirtilir. Anlıyoruz ki bu Kürtler, Şikarî’nin de adlarını verdikleri ama gölgede bıraktığı Hace Ali Şah ile kardeşi Hacı Kutlu Şah İbn Kürd’dür, iki kardeş geniş bir Kürt aşiretinin mensupları, daha doğrusu Amasya Kürt Beyliği’nin yöneticileridirler.

Moğollar devasa bir dünya imparatorluğuna dönüşünce, güneybatı kolları; İran, Azerbaycan, Ermenistan, Kürdistan, Gürcistan, Arap ve Acem Irak’ı, daha da ötede Batı Anadolu’ya kadar olan topraklar üzerinde İlhanlı diye bir eyalet kuruldu ve yönetimi Cengiz Han’ın torunlarından Hülagü Han’a verildi. Hülagü’dan sonra oğulları ve yakın idarecileri, bu toprakları yöneten büyük hanlar ya da genel valiler oldular.

1243 Köse Dağı Savaşı’nda Moğol İlhanlıları Rum Selçuklularını yenince Selçukluların sonunun başlangıcı geldi. Boyun eğme, vasallık, giderek daha büyük ölçülere varan bağımlılık nedeniyle devlet zayıfladı, merkezi otorite kayboldu, farklı iktidar odakları doğdu. Daha önce Selçuklu sultanlarına bağlı olan beylikler önce yarı bağımsızlaştılar, hatta Moğolları süzerenleri olarak tanıdılar. 14. yüzyılın başından itibaren önce Merağe’de sonra Tebriz’de bulunan İlhanlı iktidar merkezinde de çekişme ve kavgalar başlayınca, devlet yavaş yavaş çatırdadı, kabuğuna çekildi, periferiden merkeze doğru yayılan bağımsız oluşumlar boy gösterdi.

Beyliklerin bağımsızlık dönemleri, içlerinde en hızlı gelişip, yayılma koşulları bulunan Osmanlı Beyliği’nin önce batıya, Trakya ve Balkanlara yayılması, ardından Anadolu’da beylikler arası rekabet ve savaşlarda güçlenmesi neticesinde, ister zorla, ister ittifak ve anlaşmalarla bu beyliğin topraklarına katılmalarıyla son bulmuştur. Tabii Anadolu’daki beyliklerin sona ermesi 150-200 yıllık uzun bir dönemi almış ve bu dönemde ‘‘Batı ve Orta Anadolu’da, Akdeniz, Ege ve Karadeniz sahillerinde onlarca bağımsız devlet iz bırakmış, güç ve miraslarını Osmanlı devletine devretmiştir.

Bağımsız beyliklerin Osmanlılara entegre olma süreci, bir ara Timur’un 15. yüzyılın başında, batıya, ta Bursa, Ege ve İzmir’e kadar uzanan istilası döneminde, onun Ankara Savaşı’nda, Osmanlı padişahı I. Bayezid’i yenip esir alması, Bayezid’in esarette ölmesi, Osmanlı merkezinde boşluk ve iktidar kavgalarının başlamasıyla sekteye uğramıştır. Farklı biçimlerde Osmanlıya bağlanmış olan beyliklerin hanedan başları, bu dönemde Timur’un desteğini alarak eski toprakları üzerinde tekrar bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Bu arada Timur Osmanlı’yı dengeleyen muazzam gücünü geri çekip 1405’te ölünce, Osmanlı Devleti’nde de kavgalar merkezde tek bir siyasi iktidarın yeniden inşasıyla sonuçlanınca, bağımsız beylikler yeniden tek tek Osmanlı devletine bağlanmışlardır.

Farklı etnik kökenlerden gelen beylikler 20’yi aşıyor. Germiyaniler (Germiyanoğulları), Menteşayiler/Mendeşahî (Menteşaoğulları) Candariler (Candaroğullları), onların öncülleri Çobanî/Şiwanî (Çobanoğulları), Beni Eşref (Eşrefoğulları) ve Amasya Kürt Beyliği (Şadgeli/Şadgeldi) adı verilen beyliklerin Kürt olduğu tarihi bilgi, belge ve kanıtlarca doğrulanmaktadır. Önce Germiyanilerin bir parçası olan Aydınoğulları ile Dulkadiroğulları da Kürt ya da Kürt-Türk ortak hanedanlıklarınca yönetilen birer beylik olarak görülmektedir. Önce Germiyanilere bağlı olan Hamitoğulları’nın da Kürt olma olasılığı var.

Bu Kürt beyliklerinin ortaya çıkışları, yönettikleri topraklar, güçleri ve Osmanlı Devleti ile bütünleşme süreçleri hakkında kısaca şu bilgiler verilebilir:

Germiyaniler Beyliği (Kütahya, 1300-1428)

Germiyaniler, başkenti Kütahya olan, Lâdik (Denizli), Honas, Tavşanlı, Simav, Emet, Eğrigöz ve bugünkü Afyon Karahisar’ı içine alan bir Kürt beyliğidir. Rum Selçuklu devletinin uc beyliği olarak doğdu. İbn Bibi ve İbni Battuta dahil, dönemin farklı kaynaklarından bu hanedanın Kürt olduğunu biliyoruz. 1330’lu yıllarda seyahati sırasında Batı Anadolu’ya da uğramış olan İbn Battuta, Germiyanileri Yezid bin Muaviye’nin kavmi arasında saymakta ve korumasız bir şekilde Ladik’ten/Denizli’den geçmeye cesaret edemediğini anlatmaktadır. İslam tarihçisi Fransız Türkolog Claude Cahen, Germiyanilerin Yezidi inancına sahip Kürtler olduklarını belirtir[11].

Bizans İmparatoru Aleksi’nin geri aldığı 11. yüzyıldaki kısa dönem sayılmazsa elden çıkmamak üzere Kütahya’nın alınması, büyük olasılıkla Birinci Alaeddin zamanında; 1233 tarihinden önce gerçekleşti.[12]

Kütahyalılar arasındaki yaygın söylenceye göre, şehri fetheden komutan daha önce köleyken azat olup orduda komutanlığa kadar gelen İmadüddin Hezardinari’dir. Kütahya’daki bazı mezar ve yapıtlardan, Hezardinari adlı birinin orada yöneticilik yaptığı kesindir, 1200’lü yılların ilk yarısında, inşa ettirdiği Hıdırlık Mescidi ile Balıklı Camii kitabelerinden, onun Giyaseddin Keyhüsrev b. Keykubad döneminde (1236-1246), Kütahya’yı yönettiği anlaşılmaktadır.

Evliya Çelebi, Hezardinari’nin Kütahya emiri Germiyan Beyi I. Yakub bin Alişir’in veziri olduğunu, hatta Ankara’nın ve Beypazarı Kalesi’nin onlar tarafından fethedilmesinden dolayı halk arasında Beypazarı’na Germiyan Pazarı adı verildiğini belirtir.[13] Bu bilgilerden Kütahya’nın Germiyan emiri Alişir oğlu I. Yakub Bey ve onun kumandanı İmadüddin Hezardinari tarafından fethedildiği anlaşılabilir.[14]

Kütahya’yı fethettiği için geleneksel İslam işleyişi doğrultusunda şehir Germiyan beyinin mülkü kabul edilmiş, Alaeddin Keykubad’ın fermanıyla onun olmuş, şehir Germiyan ismiyle anılan uc beyliği statüsüyle varlık göstermiştir.

İbn Bibi’nin anlatımıyla, 1240’ta Baba İshak isyanını bastırmak için isyancıların karşısına çıkan Malatya serleşkeri (subaşısı) Mübarezeddin bin Alişir Bey’in birinci savaşta yenildiğine, Germiyan ve Kürt askerlerinden yeniden asker toplayarak ikinci kez saldırıya geçtiğine, ikincisinde de yenildiğine göre, yeniden Germiyan ve Kürt askeri topladığına bakılırsa Türk tarihçilerinin iddialarının aksine Baba İshak isyanı sırasında Germiyan Emirliği vardı ve Kütahya merkeziydi. Mübarezeddin de oradan asker toplayacak yetkide bir emirdi.

Rum Selçukluları 1243’te Moğollara yenilip gerilemeye başlayınca, Karamanoğullarının Konya’yı geçici ele geçirmeleri sırasında ve Cimri olayında Selçuklu Sultanı adına Karamanoğlu Mehmet Bey’e karşı savaşa katılan Germiyani Alişir oğlu Yakup Bey önemli bir rol oynadı. Selçuklu şehzadesidir diye Karamanlılarca tahta geçirilen Cimri lakaplı Siyavuş, Selçuklu ordusu gelince savaşarak Konya’nın dışına çıktı, ancak Germiyanlı Yakub Bey’in askerlerince yakalanarak Sultana teslim edildi.

Germiyan Beyliği de diğer Batı ve ‘Orta Anadolu’ beylikleri gibi, Selçukluların dağılmasından sonra bağımsızlığını ilan etti.

Üzerinde II. Yakub Bey’in adının bulunduğu Ankara’da Kızılbey Camii ahşap minberinin 1299 tarihli tamir kitabesinden, Germiyanlılar’ın hâkimiyetlerini Ankara’ya kadar uzattıkları anlaşılmaktadır. Kitabede adı geçen Yakub, Kerimüddin Alişir’in oğludur. Beyliğin ilk bağımsız yöneticisi olan Yakub Bey’in devri (1300-1340) Germiyanilerin en güçlü dönemidir. Büyüklükte Karamanlılardan sonra geliyorlardı.

Menteşa (Mende Şah) Beyliği (Muğla/Milas 1280-1424 )

Daha önce Rum Selçuklu devletinin emir sevahili (sahil beyi) olan Hacı Bahauddin Muhammed Kurdi’nin oğlu olan Menteşa (Mende Şah) Bey önce babasının yerine emir sevahil oldu, devletin dağılmasından sonra bağımsızlığını ilan etti ve Menteşaoğulları Beyliği, İmareti Veled-i Menteşa ya da İmareti İbn Menteşa olarak tarih kayıtlarına geçti.

Münnecimbaşı’ya göre Menteşalıların hükümet merkezleri Muğla/Mobolia’ydı. Genel konsensüs, merkezin Milas olduğu yönündedir. Balat, Bozöyük, Milas, Beçin (Peçin), Marin (Mazın), Çine, Tavas, Burnaz (Pirnaz, Pirtaz), Mekri (Fethiye) ve Köyceğiz kasabaları bu toprakların içine dâhildi.

Avusturyalı tarihçi Paul Wittek’e göre ‘Menteşalıların doğal sınırı, kuzeyde Menderes nehri kabul edilebilir. Her hâlükârda bu nehrin güney kıyılarından başlayan ovalar ve sahil kesimleri, Menteşa Beyliği’ne aitti’. Wittek, Söke, Kaş, Bozdoğan ve Karacasu’yu da Menteşa topraklarına ekler.[15] Bugünkü Bodrum, Marmaris ve Fethiye de Beyliğin toprakları içindeydi.

Bu devletin varlığı 13. yüzyılın ikinci yarısında (1280?) başlamış, bir iki ara dışında, 15. yüzyılın ilk çeyreğine kadar sürmüştür. Aşağı yukarı 150 yıllık bir dönem bu.

Şikarî, devletin kurucusu Menteşa’nın babasının Hacı Bahaeddin-i Kürdi olduğunu ve Sivas yöresinden sahile geldiğini belirtir.

İbn Bibi, Selçuklu sultanlarının, Emir Bahaeddin Muhammed’i melikü’l sevahil olarak bu bölgelere verdiğini yazar[16]. Yazıcızade Ali de[17] Türkmen beylerinden farklılıklarına dikkat çekmek için Menteşa, Germiyan, Aydıni, Saruhani, Hamidi ve Beni Eşref beylerini, sultanların eyalet ve beylik verdikleri, onlara bağlı olarak yöneticilik yapan hanedan soyluları olarak gösterir. Kökenleri muhtemelen Sivas’tan da öncesine, Maraş, Elbistan, Şam-Halep içlerine, oralardan da Kürdistan’ın Zozan, Musul, Şarezor ve Germiyan bölgesine, daha da öteye, Loristan’a; Kirmanşah’a, bugünkü İran’ın güney batısındaki Fars eyaletine kadar gider.

Dönemin Bizans tarihçilerinden Georgios Pachymeres söz konusu yerleşim bölgelerinde Bizanslılarla olan savaşlarını anlatırken onları Türk değil, Pars (Aryayî/Acem) olarak adlandırır. “İran” sözcüğü modern zamanın revaç kazanmış bir sözcüğüdür. Bütün eski batılı tarihçiler İrani olarak bildiğimiz halkları Pars üst kimliğiyle veriyorlardı. Bu Kürtler de özellikle oralardan; Fars eyaleti, Kirmanşah, Loristan ve Germiyan bölgelerinden oralara gittiklerinden Bizanslılarca Pars olarak biliniyorlardı.

Bizans İmparatoru Michael Paleolog zamanında, Salpakis (Sahil begi) Mantaxias (Mantchias, Menteşa)’ın, 1280’de Tralle/Aydın şehrini ve Nysa/Sultanhisar’ı aldığı biliniyor. Bu, bize, Menteşa öncüllerinin daha Selçuklular dağılmadan önce buralarda yöneticilik yaptıklarını gösterir.

1300 yılında Menteşa hükümdarı, Rodos adasını aldı, adada deniz ticareti ve korsanlık faaliyetleri yürüttü. On sene sonra Sen-Jan şövalyeleri Rodos’u geri aldılar. Menteşa beyi ile Aydıni Mehmed Bey’in kardeşi Osman Bey, adayı tekrar ele geçirmek için çok uğraştılar, ama başaramadılar.

Makrizi, 1364’te Kıbrıs kralına karşı yapılacak savaşta Memlûk sultanına yardım etmek için Menteşa beylerinin iki yüz kadırga hazırladığını yazar.[18]

1354 ten önce Menteşa şehzadeleri arasında anlaşmazlık çıkınca devlet üç dala ayrıldı. Mehmed Bey Peçin’i merkez yaptı. Musa’nın Milâs’ta, Mehmed Bey’in de Peçinlerde (1364) bir sikkesi darp edilmiştir. Mehmed Bey 1390 yılında Yıldırım Bayezid’e yenilince önce Mısır’a, oradan da Sinop’a; Candaroğlu İsfendiyar Bey’in yanına kaçmış, memleketi Osmanlıların eline geçmiştir. Mehmed Bey, Ankara Savaşı’nda, Timurlenk’in yanında yer almış, Bayezid yenilince Timur’un fermanıyla bütün Menteşa topraklarını alarak yeniden bağımsızlık ilan etmiştir. Ancak bu dönem 1424’te sona ermiş ve Menteşa Beyliği özerk bir eyalet olarak tekrar Osmanlı Devleti’ne katılmıştır.[19]

Aydıni Beyliği (Birgi sonra Ayasuluk/Selçuk, 1308-1426)

 Batı Anadolu’da kurulan güçlü beyliklerden biri de Aydıni (Aydınoğulları 1308-1426) beyliğidir.

Aydıni kurucusu Mübarezeddin Mehmed Bey başlangıçta Germiyan Beyliği’nin Birgi’deki serleşkeri (subaşısı) aynı zamanda evlilik bağıyla yakın akrabasıydı. Güçlenince Germiyanilerden ayrılarak bağımsızlığını ilan etti. Ahmet Eflaki, Ariflerin Menkıbesi’nde, Mevlana’nın oğlu Sultan Veled’in kendisini sık sık ziyaret ettiğini, ”bizim subaşımız” dediğini ve Türkmen beylerine onu örnek gösterdiğini belirtir.[20]

Mehmed Bey önce, Birgi topraklarında fethe girişen Menteşayi Sasa (Şah-i şa)’ya yardım etti, ancak daha sonra elinden çıkararak kendisi bölgeye hâkim oldu (1308). Bundan sonra fetihlere girişen Mehmed Bey İzmir’in dağlık kesimi ile Ayasuluk (Selçuk), Tire, Sultanhisar’ı ve Bodemya’yı da ele geçirdi. Sahip olduğu geniş topraklarını beş oğlu arasında paylaştırdı, kendisi de en küçük oğluyla birlikte Birgi’ye yerleşti. Ayasuluk’ta bir donanma kurdu. İzmir beyi olan oğlu Umur Bey, Sakız, Bozcaada, Semendirek adalarıyla Gümülcine yöresi, Mora sahilleri ve Gelibolu’ya akınlarda bulundu, Naksos dükü ile Eğriboz hâkimini haraca bağladı (1332).

Mübarezeddin Mehmed Bey’in yerine geçen Umur Bey (1335) Alaşehir’i de hâkimiyeti altına aldı. Dostluğunu sürdürdüğü Bizanslılar, Arnavut isyanını Umur Bey’in gönderdiği askerî yardımla bastırabildi (1337). Umur Bey imparatorun seferlerine de katılarak Karadeniz’e çıkmış, Eflak beldelerini yağmalamıştır (1339).

İsa Bey döneminde Osmanlılarla dost geçinildi. Kosova Savaşı’nda (1389) Osmanlı ordusunda bulunan yardımcı kuvvetler arasında onunkiler de vardı. Fakat savaşta Osmanlılarla anlaşmazlığa düşünce Yıldırım Bayezid Aydınlılara ait Alaşehir’i zapt etti. İsa Bey Bayezid’e itaatini bildirince kendisine Tire’de oturmak şartıyla bir kısım yerlerin idaresi bırakıldı (1390).

Ankara Savaşı’ndan sonra Aydıniler de tekrar bağımsızlıklarını ilan ettiler ama çeyrek asır sonra 1425/26’da tamamıyla Osmanlı idaresi altına girdiler.

Çobani Beyliği (Kastamonu 1211-1309) ve Candariler (Eflani, Kastamonu, Sinop 1292-1461)

Kürt hanedanlarının yönettikleri yerlerden biri de kalıcı olarak fethettikleri Kastamonu’dan ve daha sonra alınan Sinop’tan idare edilen Paflagonya yöreleridir. Bu yerleri ilk önce Çobaniler (1227-1309), ardından onların yerine geçen Candariler 1292-1461 yönettiler, Rum Selçuk Devleti son bulunca diğer beylikler gibi bağımsızlıklarını ilan ettiler.

Çobani Beyliği, Kastamonu’da uc beyi, Emirü’l Müluk Hüsâmeddin Çoban tarafından kurulmuştur. Her zaman olduğu gibi Türk tarihçileri her iki hanedanın da Türk olduğunu iddia etmekle beraber, örneğin Fransız tarihçi Claude Cahen Çobanilerin Türk olduklarına ilişkin hiçbir kanıt olmadığını belirtir[21]. Kürt tarihçi Abdullah Varlı, Çobanilerin asıllarının Kirmanşah’taki Kürt Şiwankari/Çobaniler hanedanından geldiğini yazar. Osmanlı tarihçilerinden Ahmed Tevhidi[22] ve Halil Edhem’in[23] belirtiklerine göre, Candariler Halid Bin Velid’in soyundan geldiklerini iddia ederler ama tarihçiler (anlaşıldığı kadarıyla Münecimbaşı ve onun dayandığı İslami kaynaklar) Candarilerin soyca Kürt olduklarını yazarlar. Candariler, bu hanedanın emiri İsfendiyar Bey’den dolayı İsfendiyaroğulları, son beylerinin adından dolayı da Kızıl Ahmedliler olarak tanınırlar.

İbni Bibi, Paflagonya yörelerinin fatihleri bizzat Emirü’l Müluk Hüsameddin Çoban ailesidir ve gelenek üzere Rum Selçuklu Sultanı bunların fethettiği topraklar üzerindeki haklarını tanımış[24] der ve ekler; ”Hüsameddin Çoban Bey’in evlatları ve torunları zamanımıza kadar bu bölgede hükmederlerdi. Bunlar babalarını öyle buldular, ve onun izinden yürüdüler”[25]. Kastamonu’nun sahipleri olmuşlardır. Onlardan da Candarilere geçmiştir.

Rum Selçuklularının son sultanı II. Mesud ile Rükneddin Kılıçarslan arasındaki iktidar kavgasında II. Mesud’dan yana tavır alan ve onu pek çok kez sıkıntılardan hatta bir kez esaretten kurtaran Şemseddin Temir[26] Candar’a Eflâni ve civarı iktâ olarak verildi. Candarlık sıfatını Selçuklu sarayında sultanın koruma gücü olmasından dolayı almıştır. Beyliği süresince Rum Selçuklu Devleti Moğolların vesayeti altında olduğundan kendisi de İlhanlıların hâkimiyetini tanımış, ancak Eflâni’den çıkmadan önce muhtemelen 1308 yılında ölmüş, yerine oğlu Süleyman Paşa geçmiştir.

Süleyman Paşa, Kastamonu ve Safranbolu’yu alarak Çobanilere son verdi ve merkezini Kastamonu’ya taşıdı. Daha sonra Sinop’u da ele geçirerek buranın idaresini oğullarından İbrahim Bey’e, Safranbolu’nun idaresini ise öteki oğlu Ali Bey’e verdi.

1327 yılında İlhanlı Temurtaş’ın (ö. 1328) Anadolu genel valiliğinin sona ermesi ve 1335’te Moğol Hükümdarı Ebu Said Bahadır Han’ın ölümü ile ortaya çıkan karışıklıklardan faydalanan Süleyman Paşa bağımsızlığını ilân etti.

Beni Eşref Beyliği (Eşrefoğulları, Beyşehir 13- yüzyıl ortaları – 1326)

Eşrefoğulları, 1280’lerde Beyşehir ve Seydişehir taraflarında kurulmuş bir beylikti. Kurucusu Eşrefoğlu Seyfeddin Süleyman Bey, III. Gıyaseddin Keyhüsrev devrinde (1264-1283) Rum Selçukluları’nın uc beyi idi. Fransız tarihçi Claude Cahen Beni Eşreflerin Kürtlerle karışmış olduklarını belirtir.[27]

Beylik, 1302’de babasının yerine geçen Mübarezeddin Mehmet Bey döneminde Bolvadin ve Akşehir’e kadar topraklarını genişletti. Mübarezeddin Mehmet Bey 1314’te İlhanlıların vasalı olmayı kabul etti. Oğlu Süleyman Şah’ınTimurtaş tarafından öldürülmesinden sonra beylik ortadan kalktı (1326).

Amasya Kürt Beyliği

Bu emirliğin Kürdoğlu Emareti, Kutluşah Emareti ya da Şadgeli (Şadgeldi) Emareti olarak Amasya, Sivas, Tokat, Şarki Karahisar’ı kapsadığı, belli dönemlerde Kayseri’yi de içine aldığı, Erzincan sınırlarına dek vardığı, Konya’yı kısa aralıklarla da olsa Karamanoğullarından alarak yönettiği anlaşılmaktadırHacı Kutlu Şah ibn Kürd’ün oğlu Hacı Mîrî (Hacı Şadgeli/Şadgeldi)’nin emirliği döneminde, Amasya emareti bağımsızlığını ilan etti.

Bu Kürtlerin Amasya’ya ne zaman geldiği bilinmese de orada eskiden beri yerleşmiş yetkin bir güç oldukları, emirlik ve farklı düzeylerde idari ve dini yöneticilik yaptıkları, ilim alanında topluma hizmet eden yetkin şahsiyetler yetiştirdikleri belirtilmektedir. Ayrıca ailenin, geçmişte Selçuklu hanedan ailesiyle yakın akraba ilişkisi içinde olduğu bilinir.[28]

Hacı Kutlu Şah İbn Kürd ile Hace (Xwace) Ali Şah beylerin babaları Emir Bahaeddin Kürd’ün son İlhanlı hükümdarı Ebu Said Bahadır Han’ın Anadolu genel valisi Emir Çoban tarafından Amasya’ya emir olarak atandığı, o tarihten itibaren Osmanlı devletine katılışına dek Amasya emirliğinin bu Kürt hanedanı tarafından yönetildiği anlaşılmaktadır.

Kürt sülaleler

Hüseyin Hüsameddin, ilk dört cildi 20. yüz yılın başında yayınlanan (1909-1913) Amasya Tarihi adlı 12 ciltlik eserinde söz konusu yüzyılda halen Amasya’da var olan bazı köklü ailelerden bahsetmektedir. Bunlardan biri de Şâdgeldi (Şadgeli)[29] sülâlesidir. Ona göre, Amasya’da yerleşik Akcakoyunlu kabilesinden olup Amasya hükümdarı iken 1381’de ölen Şemseddin Şâdgeldi evlâdına Şâdgeldi (muhtemelen bu kelime Şadgeldi değil, Şadlılardan anlamına gelen Kürtçe ‘Şadgeli’dir ) sülalesi denir. Bu sülalenin pek çok kolu var.

Başka bir sülaleye de Babazadeler denirdi. Bunlar 1260 tarihine kadar Selçuklu döneminde oldukça tanınan Baba İlyas’ın evlâtlarıydı. Üç büyük dala, her biri de alt dallara ayrılıyordu.

Bicar Sülâlesi de bugünkü İran Kürdistanı’nın Bicar yöresinden buraya gelmiş olmalı. Hicri yedinci asır şahsiyetlerinden Emir Hüsameddin Bicâr’ın evlâtlarındandı.[30]

Halâtî (Xelatî) Sülâlesi: 1301 yılı başında ölen Amasya müderrislerinden Necibüddin Mûsa el-Halâtî (Xelatî)’nin soyundan gelir. Bunlardan İmâdî, Mesûdî nâmlarıyla iki büyük dal çıkıp her biri farklı şubelere bölünmüştür. Çok tanınan Kürt Şeyhülislam Ebu Suud Efendi’nin bu aileden olması, Halati (Xelatî) Sülalesinin Kürtlüğünün çok açık delilidir.

Amasya’nın zabıta müdürü, emir İmadüddin Ömer bin İbrahim el-Lurî (Lori) idi. Bunun yönetim devrinde Amasya kadılar kadısı Mevlâna İmadüddin Ebû’l-Fezâ’il Ömer bin Şemseddin Mehmed el-Halati (Xelatî) idi.

Osmanlılarla bütünleşme süreci

Osmanlılara katılan Kürt beyliklerinin, yönetici ve tebaaları Kürt bey, alim, şeyh ve gazi savaşçılarının bu devlete kuruluşundan itibaren büyük katkıları olmuştur. Kısaca ana hatlarıyla ‘‘Batı ve Orta Anadolu’da Rum Selçuklu devleti sisteminde ortaya çıkıp yıkılışla bağımsızlaşan, daha sonra şu ya da bu biçimde Osmanlı devletine katılıp entegre olan Kürt beylikleri Germiyani, Candari, Menteşayi, Aydıni ve Amasya Kürt Beyliği gibi beyliklerin, buralarda yaşayan devlet ricali, ilim, irfan, kültür ve sanat insanlarının Osmanlı devletinin inşa sürecine sundukları ciddi katkılara değinmek gerekiyor.

Osmanlı devletinin ‘Orta ve Batı Anadolu’daki topraklarının tümüne yakın bölümü onlardan önce Müslümanlarca Bizanslılardan fethedilmiş topraklardır. Rum Selçuklu devletinin son bulması, Moğolların, ardından Timur’un yarattığı kasırga benzeri istila dalgalarının ağır izler bıraktıkları halde uzun olmayan bir dönemde geri çekilmeleri sürecinde bağımsız Anadolu beylikleri, barışçıl anlaşmalar ya da zor ve tehditler sonucu, egemen oldukları toprakları Osmanlıya devretmişlerdir. Kürt beyliklerinin önemli bir bölümü kendi içlerinde, kardeş ve akrabalar arasında baş gösteren iktidar kavgaları, Memluk ve özellikle Selçuklular ortadan kalktıktan sonra saldırganlaşan Türkmen Karamanoğullarının tehditleri nedeniyle, Osmanlılarla bütünleşmeyi, bu devletin güvenlik şemsiyesinde çıkarlarını koruyup karşılığında hizmet etmeyi uygun bulmuşlar, idari iç işleyişlerini, özerk statülerini koruyarak topraklarını devretmişlerdir.

Varlığını Karamanlılara, Kadı Burhaneddin Ahmed emirliğine, daha az ölçüde de akrabaları Kürt Candaroğullarına karşı korumaya çalışan Amasya Emirliği, doğudan gelen Timur istilası, Memluk basıncı, en çok da Kadı Burhaneddin ile Karamanoğullarının sıkıştırmaları karşısında, isteğiyle Osmanlı devletini seçti. Başta Amasya şehri olmak üzere bağlı küçük büyük şehir ve kasabalar anlaşmayla Osmanlı topraklarına katıldı. Bir dönem Osmanlı devleti içinde özerk biçimde emirlik sürdü. Ancak en son Amasya, Osmanlı şehzadelerinin emirlik ya da valilik yaptıkları bir sancak oldu.

Giderek saldırganlaşan Karamanlılardan çekinen Germiyan emiri Süleyman Şah, beyliğinin muhafazası için Osmanlılarla anlaşma yolunu seçti. Kızı Devlet Hatun’u I. Murad’ın oğlu Bayezid’e vermeyi, beyliğin özerk bir yapıyla korunması ve şehzade Bayezid’in, düğünden sonra gelip Kütahya’da emirlik yapması koşuluyla topraklarını kızının çeyizi olarak Osmanlıya devretmeyi teklif etti. I. Murad Anadolu’daki egemenliğini güçlendirmek için teklifi memnuniyetle karşıladı.

Germiyan beyi Süleyman Şah’ın kızı Devlet Hatun’la Osmanlı padişahı I. Murad’ın oğlu şehzade Bayezid’in evlilikleri dillere destan bir düğünle oldu. Devlet Hatun’un çeyizi olarak Kütahya, Simav, Eğrigöz, Emet ve Tavşanlı, Osmanlılara verildi. 1381 yılında yapılan düğünden sonra damat Bayezid, şehzadeyken Kütahya’ya vali olarak atandı. Germiyan Beyi ise Kara Hisarı Sahip’e (Afyonkarahisar) inzivaya çekildi ve orada vefat etti.[31]

Candari Beyliği, Karamanlılardan sonra en uzun yaşayan beyliktir. Osmanlılarla daha kuruluşlarından önce başlayan çok ilginç ve karmaşık bir ilişkisi var. Pachymeres daha 13. yüzyılın sonlarında, devletin kuruluşundan önce, Osman Bey’i Kastamonu’ya bağlı, oradan gelip Bizans topraklarında gaza yapan bir savaşçı olarak tanıtır. Buradan hareketle Ali Yazıcızade ve modern dönem Türk tarihçilerinden Halil İnalcık, Osman Bey’i Kastamonu beylerinin vasalı, subaşısı/serleşkeri olarak gösterirler.[32]

Candarilerin Osmanlılara bağlanması da oldukça uzun, zikzaklı ve sancılı bir dönemin ardından gelmiş, İstanbul’un fethinden sonraya kadar uzamış, en son Fatih zamanında biraz tehdit biraz da anlaşma ve evlilik ilişkileri içeren süreçlerle taMemlanmıştır.

Candarilerin topraklarına el koyma niyeti Yıldırım Bayezid zamanında başlamıştır. Kastamonu’yu ilhak etmeye baş vuran Bayezid, Kadı Burhaneddin ve Karamanlılardan destek umduğu halde bulamayan Süleyman Paşa’nın ülkesine girdi ve mağlup ederek öldürdü. Sonuçta Candari Beyliği’nin Kastamonu dalı Osmanlı Devleti’ne katıldı (1392).

Sinop dalının Osmanlılara ilhakı, Fatih zamanında gerçekleşti. İsmail Bey’in yerine 1461’de, artık beyliği tamamen görünüşte kalan ve çok kısa süren Osmanlı himayesindeki Kızıl Ahmed Bey başa geçti. Fâtih, Kızıl Ahmed’e Mora sancağını vererek Candari Beyliği’ni aldı.

Ancak Kızıl Ahmed Mora’ya gitmeyerek önce Karamanoğlu İbrahim Bey’e, sonra payitahtı Amid olan Akkoyunlu Uzun Hasan’a sığındı. Fâtih-Uzun Hasan rekabetinin gelişmesinde önemli rol oynayan Kızıl Ahmed, Otlukbeli Savaşı’na sebep olanlardan gösterilir. Savaşı Osmanlılar kazanınca, Kızıl Ahmed Uzun Hasan’ın yanında kaldı. II. Bayezid zamanında Osmanlı Devleti’ne geri döndü. Bundan sonraki hayatı bilinmeyen Kızıl Ahmed’in oğlu Mehmed Bey, II. Bayezid’in kızlarından biriyle evlendi. II. Selim ve III. Murad dönemlerinin nüfuzlu şahsiyetlerinden Şemsi Ahmed Paşa, Mehmed Bey’in oğludur.

Görüldüğü gibi, Anadolu Kürt beyliklerinin diğerleriyle birlikte Osmanlı devletine kazandırdıkları topraklar geniş ve verimli alanlardır. Bu sayede devletin toprakları, İzmir’den, Egeden Sivas’a, Amasya’ya, Erzincan’a, Kastamonu ve Sinop’a kadar genişler.

Osmanlılara katılma ister anlaşmalar isterse de savaşlarla olsun, nihayetinde, beyliklerin tümüne başta özerk eyalet statüleri verilmiş, beyler, şehir ve eyaletlerini idare etmişler, ordularının ve yerel bürokrasinin başında bulunmuş, bölgelerinin gelirlerinden Osmanlı merkezi idaresine verdiklerinin dışında olanı kendileri ve yöreleri için kullanmışlardır. Merkezileşme, eyaletlerin zayıf ve yetkisiz idarecilerle ya de merkezden atanan görevlilerle yönetilme yolu, başlangıçta tercih edilmemiş, çoğu kez iç, bölgesel ve imparatorluklar arası dengeler de buna uygun düşmemiştir. Merkezileşme, özerk idarelerin daha yetkisiz vilayetlere dönüşmesi ve İstanbul’dan idare etme, oldukça sonraları, derece derece gelmiştir.

Bu nedenle Osmanlılara katılan Kürt beyleri de ordularını korumuşlar, başlarında genellikle Balkan ve Doğu Avrupa’ya olan seferlerde yer almışlardır.

Beylik döneminde iken Candari, Menteşayi ve Aydıniler, ciddi ticaret filoları ve savaş donanmaları kurmuşlardır. Adı geçen Kürt beylikleri adeta birer deniz ticaret ve savaş gücüne kavuşmuşlar. Candariler deniz ticaret filolarıyla Karadeniz’de büyük varlık göstermiş, Frenk ve Cenevizlilerle iş yaparlarken, kimi zaman da savaşta karşı karşıya gelmişler.

Menteşayiler ile Aydıniler de aynı şekilde güçlü deniz donanmalarına ve ticaret filolarına sahip olmuşlar. İzmir’in dağlık kesimini ele geçiren Aydıni Umur Bey, Ege Denizi’nde, pek çok adayı ve merkezi haraca bağlamış, Bizans imparatorlarıyla iş birliği ve ittifaklar kurmuş, hatta askeri destek vermiştir. Menteşa Beyleri, bir ara Rodos’u fethetmiş, on yıl boyunca sürdürdükleri egemenlikle, korsanlık ve deniz ticareti yapmışlar. Memluklara iki yüz savaş gemisiyle yardıma gidecek kadar güçlü bir donanmaya sahiptiler.

Bu nedenle Candariler, Menteşayiler ve Aydıniler bu muazzam deniz güçlerini de Osmanlı devletinin varlığına devretmişler ve Osmanlı Deniz Donanması kurulurken bu üç beyliğin deniz güçleri esas alınmıştır. Kürt emirlerinin donanmaları Osmanlı donanmasının bel kemiği olmuş.

Osmanlı dünyasını inşa etme sürecinde en ilginç rollerden birini de Germiyaniler almışlar. Bu da Germiyanilerin İrani; Fars, Kürt ve diğer toplulukların alim ve yönetici sınıfların devlet idari hukuk ve geleneklerinin, edebiyatın, şiir, müzik ve eğlence dünyasının, kültür geleneklerinin, birlikte sağlıklı ve verimli yaşamalarının kural ve sanatlarını, buna yön verip değer katan eserleri alıp Farsçadan Türkçeye çevirerek Osmanlı saray zümresine kazandırmışlar.

Osmanlı klasik şiiri ve müziği, raks, şölen ve eğlenceleri, içki alemleri Germiyaniler tarafından aktarılan bu çeviriler, onların oluşturdukları kültür ve eğlence mirası üzerinde kurulmuştur. Bu konuda Halil İnalcık başlı başına bir kitap yazmış[33] ve Germiyanilerin nasıl dönemin müreffeh, zengin, ileri ve kültürlü bir topluluğu olarak bağlı bulundukları İrani İslam topluluklarının yönetme sanatı, kültür ve eğlencelerini bizzat yaşadıklarını, okur yazar olmayan göçebe Türkmen reislerden, Osmanlının saraylı, eğitimli, ilmi, dini ve kültürel değerlere önem veren bey, şehzade ve hatunlarına dönüşmelerine de aracı olduklarını detaylı olarak incelemiştir. Ona göre Helenistik kültür ile İrani kültürü yoğurarak 14. yüzyılda entelektüel Osmanlı saray yaşamına katan Germiyanilerin bizzat kendi saray çevrelerinde yetişen devlet adamları, mutasavvıf, fakih, alim ve ediplerdir. Ahmedî’nin İskendername’si, Ahmed-i Dai’nin münşeati, Şeyhi ve Gencevi’nin eserleri, Keykavus’un Kabusname’si, Firdevsi, Hafız’ı Şirazi, Sadi’nin eserleri, Nizamü’l Mülk’ün Siyasetname’si ve aynı değerde daha pek çok eseri onlar kazandırdı. Ahmed Dai’nin edebiyat alanındaki çevirileriyle beraber Osmanlı devlet ricali bakımından önemli olan Teressül adlı münşeat derlemesi, Osmanlı katipleri ve bürokratları için rehber olmuştur.

Germiyaniler bu eserleri ve yaşam tarzını, ilk geldikleri topraklardan hiçbir zaman koparmadıkları bağları sayesinde hep tanıyıp yaşadıkları gibi, Farsça ve Arapça bilmeyen, o toplumları tanımayan Osmanlı elit çevresinin de hizmetine sundular. Böylece Osmanlı edebiyatı, klasik şiiri, müziği, sarayın kültürel ve sanatsal yaşamı bu birikimin üzerinde kurulup gelişti. Evliya Çelebi’nin 360 odadan oluştuğunu belirttiği Germiyan sarayı, El Ömeri’ye göre Emir Yakub Bey zamanında tam bir ilim ve kültür merkeziydi. Devlet ricalinden, katiplerden sanatkarlara, alimlere, ediplere kadar hemen her çevre bu ortamda yer alabiliyor, bilgi, beceri ve hünerlerini sunabiliyorlardı. Aşık Paşazade tarihinden öğrendiğimize göre Osman Bey, vergi sistemini, pazar gelenek ve kurallarını, yönetim tarzının önemli bir kısmını Germiyanilerden öğrendi. İleride değinileceği gibi çok önemli bir rehber kadrosu da Amasya, Germiyani ve Candari topraklarından gelen ve onun, daha sonra da Orhan Bey’in çevresinde bulunan alim ve fakih Kürtlerdi.

‘‘Batı ve Orta Anadolu’daki beyliklerde yaşayan Kürt ulema, şeyh, kadı, fakih ve mutasavvıfların Osmanlı devletinin inşa sürecinde, İslami fıkhi temeller üzerinde bir idari devlet hiyerarşisinin oluşması, İslami hukukun devlet ve toplum içinde egemen olması, dini, ilmi, tasavvufi irşat faaliyetlerinin sürdürülen gaza ve fetih ortamına meşruiyet kazandırmaları ve müslümanlaşma sürecine katkı sunmaları için üstlendikleri rol de belirtilmesi gereken önemdedir.

Elbette ki Kürtlerin Batı Anadolu’ya kadar varan yığınsal göçlerinin içinde alim, şeyh, mutasavvıf, fakih, müderris ve ediplerin olmaması düşünülemez. Bunlar irşat ve rehberlik görevleri nedeniyle gaza ve fetihlerle iç içe ola gelmişlerdir. Başından beri, tarikat ve tasavvuf organizasyonları içinde, ahi (axi, kaki/kakai) teşkilatlarında, medrese, tekya ve hanekalar çevresinde geniş bir topluluk olarak var olagelmişlerdir. Abbasiler döneminde Bağdat, Eyyubiler zamanında ve onlardan sonra Şam ve Kahire İslam’ın yüksek eğitim, din ve ilim merkezleri olmuşlar. İslami ilimlerden yetişenler buralardan İslam dünyasının dört bir yanına dağılmışlar. İslam dünyasının her köşe bucağından talipler gelip buralarda ilim irfan öğrenerek memleketlerine dönmüş, ciddi ilmi kurumlar kurarak onları yönetmişler, bey ve sultanların divanlarında, medreselerde, dini ve dünyevi görevlerin İslami kurallara göre yürümesi, toplum içinde yaygınlaşması için görev almışlar.

Osmanlılar kimdi, nereden geldiler?

Osmanlılar bilindiği gibi 13. yüzyılın sonu ve 14. yüzyılın başında beyliklerin en gecikmeli ve neredeyse en küçüğü olarak doğmuştur. Uc dönemleri de sayılırsa, önceki beyliklerin tarihi 70-80 hatta 100 yıl öncesine gidiyordu, hemen hemen tümü egemen oldukları topraklar üzerinde bağımsızlıklarını ilan etmişler, kendi adlarına para basıp hutbe okutmuşlar.

Osmanlıların asıllarının nerden geldiği, ne zaman, nasıl kuruldukları konusu pek açık değil. Kuruluş dönemlerinden somut belge ve bilgi kaynaklarına ulaşılamamış. Kuruluşlarına çağdaş olarak gösterilecek Osmanlı ya da İslam tarihi kaynakları yoktur. Osmanlıların menşelerini, kuruluş ve gelişmelerini, komşu beylikler ve Bizans İmparatorluğu ile ilişkililerini anlatan ilk Osmanlı yazılı eserler, kuruluştan yaklaşık yüz yirmi yıl sonra II. Murat döneminde talimatlarla yazdırılan kronikler/vakayinamelerdir. Osmanlı padişahı I. Bayezid’le 1402’de yaptığı ve onu yendiği Ankara Savaşı sırasında Timurlenk’in, ardından oğlu Şahruh’un, asılsız olduklarını, nerden geldiklerinin bilinmediğini belirterek Osmanlı hanedan soyuyla alay etmeleri üzerine başlatılmış.

Timur, Ankara Savaşı sırasında (1402), Bayezid’e bir mektubunda kayıkçı Türkmen soyundan geldiği gerekçesiyle hakaret etmek istemiş. Timur’un oğlu Şahruh da soy meselesini küçük düşürmek için tartışma konusu yapmış. Timur, Anadolu’dan çekilmeden önce Osmanlı sultanları dahil, bütün beylere birer ferman göndererek vasallık statülerini onaylamıştı. Oğlu Şahruh da I. Mehmed ve ll. Murad’a ferman ve hilatler göndererek bağlılıklarını göstermelerini istemiş, Osmanlı sarayı bu tehdit karşısında ciddi bir kaygıya düşmüştü. Saraya yakın Yazıcızade Ali, o zaman Tarih-i Al-i Selçuk’una (yazılışı 1436-37) Osman’ı Kayı Han’a bağlayan bir soy kütüğü yazmıştır.

Bezm û Rezm ve Karamanname gibi vakayinamelerden anladığımıza göre, dönemin daha önce kurulan beyliklerinde yaygın bir söylenti olarak Osmanlıların asılsız oldukları gerekçesiyle küçümsendikleri anlaşılır. Adı geçen eserlerden, Kadı Burhaneddin Ahmed, Karaman beyleri, Germiyaniler ve başka kimi beyler, karşı karşıya geldiklerinde soylarının belirsizliğini başlarına kakmış, bu da onları çok incitmiştir. 1380’lerde küçümseme amacıyla Kadı Burhaneddin, Osman’ın bir kayıkçı oğlu olduğunu söylemiştir. Timur’un hakaretleri de üstüne gelince, 15. yüzyılın ilk yarısından itibaren güçlenmiş olan Osmanlılar asaletli bir soy kütüğü ortaya çıkarmaya karar vermişler, Ahmedi, Ali Yazıcızade vb. gibi dönemin vakanüvislerine Osmanlı hanedanının tamamıyla efsane ve rivayetlere dayanan uydurma bir tarihini yazma görevi vermişler, bu yolla, yüce sultan ve başbuğ soylarından geldiklerini göstermelerini istemişler.

Osmanlıların Oğuzların Kayı boyundan oldukları, atalarının Süleyman Şah’a, oradan da Oğuzların önderleri Selçuklulara ulaştığını iddia eden söylem bu dönemde ortaya çıkmıştır.

Osmanlıların geçmişi, belgelere dayanılarak Osman’ın babası Ertuğrul’dan öte bilinmiyor. Okur yazar olmayan Ertuğrul eline kılıç alıp gazalara katılmamış. Çobanlık yapan göçebe bir aşiret reisidir. Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat’ın at ve develerini de güttüğünden sultanın fermanıyla bir yaylağı mülk edindiği rivayet edilir. Aşiretin eline silah alıp gaza ve fetihlere çıkan ilk kişisi Ertuğrul’un oğlu Osman Bey’dir. Bu nedenle de beylik Ertuğrul’un değil, Osman’ın adını almıştır.

Bizans tarihçisi Pachymeres’e göre, Osman, Kastamonu emirine bağlı olarak Bizans’a karşı sınır boylarında savaşan bir gazi idi. Pachymeres’ten hareketle denebilir ki Emirü’l Müluk Hüsameddin Çoban’ın ardılları zamanında, özellikle Mahmud Bey döneminde iç iktidar rekabeti, zayıflama ve beyliğin içinde Emir Şemseddin Temir Candar ardılı beylerin giderek güçlenmelerinin doğurduğu bunalımlar nedeniyle Çobanilerin ve Emirü’l Müluk’un oğlu Ali Bey’in Bizanslılara yönelik gaza ve baskınları gerilemiş, yerine subaşıları/serleşkerleri diyebileceğimiz Osman’ın sefer ve faaliyetleri tehdit edici boyutlara varmıştır. Pachymeres Osman’ı, Bizans topraklarına karşı akın yapanlar arasında en atılganı olarak tanıtmaktadır.[34]

Beyliklerin kuzey batısında, Bizans’a en yakın topraklar, başlangıçta çok küçük de olsa Osman’ın eline geçti. Pachymeres’e göre Osman, 1302 dolaylarında eski Bizans başkenti İznik’i kuşatmış, imparatorun kendisine karşı gönderdiği iki bin kişilik ordusunu pusuya düşürüp 1302 yazında Koyunhisar’da (Bapheus) yenmişti. Bir imparatorluk ordusunu yenmiş olması, ününü yaydı. Osmanlı ve çağdaş Bizans kaynakları, beyliklerden gazi savaşçıların onu bir çekim merkezi olarak görmeye başladıklarını gösterir.

Öne çıkan Osman’ın etrafına çeşitli etnik kökenden gazi savaşçılar, fakihler, halifeler, imamlar toplanmaya başladı. Bu çerçevede, okur yazar olmayan Osman’ın yoldaşları arasında büyük bir Kürt din, ilim, irfan, fakih ve halifeleri de toplanmıştı. Başta Osmanlıların İznik’teki ilk medreselerinin ikinci sıradan müderrisi Taceddin-i Kürdi’yi anmak gerekir. Osmanlının kuruluşundan itibaren oluşum ve gelişiminde merkezde, büyük bir din, ilim ve devlet ricali, Vefai tarikatı halifesi ve Ahi (Axi, Kaki) olan Şeyh Ede Bali, beyliğin ve devletin hukuki, fıkhi, şer’i temellerinin atılmasına öncülük eden Halil Hayreddin Candari, Dursun Fakih, Geyikli Baba vb. gibi fakih, alim, kadı, şeyh ve mollalar vardır. Şeyh Ede Bali ile Halil Candari bacanaktırlar, her biri Müderris Taceddin-i Kürdi’nin bir kızıyla evliydi. Şeyh Ede Bali de kızı Malhun’u Osman Bey’le evlendirmişti.

Osman Bey, Kastamonu’dan gelip Söğüt’ü merkez kabul eden bir beylik ilan ettiğine göre, bu şeyh, alim ve fakihler de aynı yöreden beraber gelmiş olmalılar. Halil Hayreddin Candari, asker değil, ilim adamı, fakih ve sivil devlet ricalinden olduğuna göre, candar onun rütbesi ya da mesleği değildir. Zaten lakabı “candar” değil “candari”dir. Bu da onun Candari Beyliği topraklarından olduğu ve oralardan geldiği varsayımını güçlendiriyor. Tevarih-i Al Osman adlı eserinde Aşık Paşazade, Candari Halil’in Ede Bali’nin kavminden olduğunu belirtir.[35] Buradan, her ikisinin de Türk olmadıkları ve aynı milletten oldukları anlaşılır. Onların Taceddin-i Kürdi ile yakın akrabalıkları, daha sonra değinileceği gibi Ede Bali’nin Kırşehirli, Halil Hayreddin’in de Candarlılardan (muhtemelen hanedan ailesinden) olması, Kürt oldukları olgusunu güçlendirir. Ayrıca Şeyh Ede Bali’nin, Ebu’l Vefa El-Kürdi’nin kurucusu olduğu Vefaiye tarikatı halifelerinden olması bu tezi daha da güçlendirir.

Ede Bali’nin gerçek adı Şeyh İmadüddin Mustafa bin İbrahim bin Inac el-Kırşehiri’dir.[36]Kırşehir, merkezleri Amasya, Kastamonu ve Kütahya olan birbirine komşu ve akraba üç Kürt beyliğinin[37] toprakları içinde kalırdı. Buradaki beylerin, Selçuklu sultanları, Mavlana Celaleddin-i Rumi, oğlu Sultan Veled ve onun da oğlu Ulu Arif Çelebi’yle yakın ilişkileri ve akrabalıkları vardı. Germiyan Beyi Süleyman Şah, Sultan Veled’in oğlu Ulu Arif Çelebi’nin kızıyla evlenmiş, ondan doğan kızı Devlet Hatun’u da I. Murad’ın oğlu Şehzade Bayezid’le evlendirmişti. Ebü’l Vefa el Kürdi’nin çok meşhur halifelerinden Şeyh Baba İlyas soyundan gelen Aşık Paşazade de bir Vefaiye ehliydi ve Mevlana’nın oğlu Sultan Veled’in kayın babasıydı. Amasya Beyleri ile Candari beyleri, Candari beyleri ile Osmanlı padişahları arasında evlilik yoluyla oluşan akrabalıklar vardı.

Aşık Paşazade’ye göre Şeyh Ede Bali, Osman’ın şeyhi, mürşidi ve İslâm hukukunu ilgilendiren önemli sorunlarda danışmanıydı. Osman adına hutbe okunması meselesi ortaya atıldığında Dursun Fakih, Ede Bali’ye danıştı. Orhan Bey, yaya askerlerini örgütlerken Ede Bali’nin görüşüne baş vurdu.

Halil Candari, Osman’ın önde gelen ulema ve fakihlerindendi. Başından beri beylik yapısındaki İslam hukukunun inşasında Osman’ın en yakınında yer almıştı. Orhan döneminde İznik, ardından Bursa kadısı olarak görev yapmış, I. Murad döneminde vezirlik görevlerinde bulunmuştu. Oluşturulan Yeniçeri sisteminin baş mimarıdır.

Vefaiye, 11. yüzyılda Musul ve çevresinde, Şarezor’dan Harran’a, Adıyaman’a kadar yayılmış olan ve bu çöllerden Musul’un kuzey ve kuzeydoğusundaki yaylalara uzanan Gavani (Arap kaynaklarında Cawani) aşiret konfederasyonunun Nergisi kolundan olan Tacü’l Arifin Ebu-l Vefa El Kurdi’nin kurduğu bir tarikattır. Kısa sürede yayılıp gelişmiş, ‘Orta ve Batı Anadolu’da Bizans topraklarının fethedilip müslümanlaştırılması sürecinde çok büyük rol oynamıştır. Tarikatın halifeleri toplum içinde oldukça etkin olmuşlar. Baba İlyas, Baba İshak, Konya’da Mevlâna Celaleddin’i Rumi’nin en yakın arkadaşı, mesnevisinin tümünü kendi eliyle bizzat yazıya döken ve ilk halefi olan Hüsameddin Çelebi, Ede Bali, Geyikli Baba, Dursun Fakih hep bu tarikatın halifeleridirler. Hüsameddin Çelebi’nin Kürt ve Ebü’l Vefa’nın soyundan olduğunu bizzat Mevlâna belirtir.

Kürt beyliği döneminde, Amasya’da ilim, irfan ve tasavvuf alanında önemli işler yapan Çelebi ailesi şahsiyetleri de bu tarikatın önde gelenleri ve akrabadırlar. Elvan Çelebi, Aşık Paşa, Ahmed Aşıki gibi tanınmış Vefai ileri gelenleri, daha detaylı incelendiğinde Amasya ve Konya’daki Çelebilerin Ebü’l Vefa’nın soyundan olabilecekleri ihtimal dışı değil. Hacı Bektaşi Veli, Ebü’l Vefa’nın halifesidir. Kurduğu Bektaşilik, Osmanlı iktidar çevreleriyle yoğun bağları nedeniyle büyümüş ve Anadolu’dan Balkanlara kadar öyle yayılmış ki, Vefailik tarikatını gölgede bırakabilecek, hatta unutturabilecek derecede etkin olmuştur.

Orta Asyacı Türk tarih tezcileri, tarikat ve tasavvuf yaşamını da Orta Asya’ya bağlamak için Bektaşiliği ve günümüz Anadolu Aleviliğini Ahmed Yasevi’ye bağlamayı tercih ettiler. Ancak yakın dönem tarih araştırmaları, ne Bektaşiliğin ne da Anadolu ve Kürdistan Aleviliğinin/Ehli Hak yolunun Ahmed Yasevi ile bir bağlarının olduğunu, bunların Vefailik tarikatının devamı olduklarını göstermektedir.

Ebü’l Vefa’nın Kürtler arasındaki adı Kakis idi. Kak Kürtçede kardeşağabey demektir. Anadolu’daki Ahilik de aslında Kakilik/Kakailik’ten dönüşüp gelen bir kurumdur. Irak ve İran Kürdistanı’nda; Hawraman bölgesinde yaşayan Ehl-i Hak Kürtlerin diğer bir adı da Kakailerdir ve bunlar da Sivas, Erzincan, Dersim, Adıyaman ve Maraş’taki Ehli Hak ve Alevi mensupları benzeri bir dini inanca sahipler.

Ahi Arapçada kardeş demektir, ”axi” olarak yazılır. İrani ve belirgin olarak da Kürt toplumlarındaki “kakilik/kakailik” kurumu Arap dünyasına ulaşınca Arapçalaştırılarak “axilik” olarak adlandırıldı. Modern Türkçeciler bunu “Ahilik” olarak sunup bambaşka bir şeymiş gibi göstermeye çalıştılar. Bu izahlardan sonra Kakailiğin ve Ehl-i Hak inanışının Kürtlerin Kakis dediği Ebü’l Vefa El Kürdi’nin doğuya ve batıya, Anadolu’ya yayılan kolları olduğu, yayılmanın İslami dönemde Anadolu’ya büyük kitleler halinde ilk gelen Kürtlerin, Kürdistan’ın Fars eyaletine komşu ve iç içe bulunan topraklarından, Kirmanşah, Loristan, Germiyan ve Hawraman’dan geldiği görülür. Günümüzün Anadolu ve Kürdistan Aleviliğinin kökenleri, ta 11.-12. yüzyıllara ve adı geçen topraklara kadar gider.

Elbette, sekiz-dokuz yüz yıllık bir dönem, uzun sayılır, çok olaylar yaşanmış, zikzaklar, tarihi dönemeçlere yol açan toplumsal dönüşümler olmuştur. Bugünkü Alevilik, Ehl-i Hak, Bektaşilik vs. doğuştaki inançlardan belirgin bir biçimde farklılıklar göstermiş, hatta toplumun büyük bir kesimi Osmanlı, muhtemelen ondan önceki Moğol ve Rum Selçuklu dönemi olaylarıyla bağlantılı olarak Sünnileşmiştir de. Yezidilikte de benzer durum söz konusudur. Germiyanilerdeki Yezidi oluşumu, Candarilerdeki, Amasya Emirliğindeki ve Menteşa Beyliğindeki Alevilik/Vefailik/Kakilik olduğu gibi gönümüze erişmemiş, büyük dönüşümlere uğramış ve Sünnilik pek çok alanda yerlerine geçmiştir. Aslında Sünnilik ve Sünnilik-Alevilik arasındaki karşılıklı yaklaşım da büyük değişimlere uğramıştır. Özellikle İran’ın Şiiliği, Osmanlı’nın da Sünni Hanefiliği resmi mezhep olarak temsil etmeleriyle İslam dünyasında girdikleri derin rekabet, İslami mezhep ve tarikatlarda, dini ve tasavvufi yaşamlarda var olan tolerans ve birlikte yaşam içeriklerinde değişikliğe neden olmuş, birbirlerinden uzaklaşmışlardır.

SONUÇ

Geç gelen Osmanlı Beyliği, kaçınılmaz olarak kendinden önce var olan ve o kurulurken bağımsızlıklarını bile ilan etmiş bulunan beyliklerle rekabet ve çatışma içinde gelişip büyümüştür. Bu anlamda Rum Selçuklularının değil, beyliklerin mirasını üstlenmiştir. Selçuklu birikimiyle ne ilişkisi varsa beylikler üzeri ve dolaylıdır. Beyliklerle mücadele, örneğin Karaman Beyliğiyle görülebileceği gibi çetin olmuş ve 15. yüzyılın ikinci yarısına kadar, kimilerinde daha uzun sürmüştür. Yakından bakıldığında çatışma Germiyaniler, Candariler, Amasya Beyliği gibi Kürt beylikleriyle zorlu olmamış, sert ilişkiler bir süre sonra dostluk, akrabalık bağlarıyla yumuşamış, ağırlıkta iş birliği ve entegrasyona dönüşmüştür. Sonuç olarak da bağımsızlık döneminde beyliklerde yaşayan pek çok yönetici, alim, devlet ricali ve kültür insanı başta payitaht İstanbul olmak üzere Osmanlı devlet teşkilatında, ilim, edebiyat ve sanat alanında yer almıştır. Yumuşama Menteşayi ve Aydınilerde daha belirsizdir.

Kürt beyliklerini yöneten hanedanlar daha işin başında II. yüzyıldan beri Türk asıllı bir hanedanın yönettiği Rum Selçuklu devleti içinde, payitaht Konya saraylarında, çoğunluğu Türkmen olan emir, bey, yönetici, asker ve aşiretlerle haşır neşir olmuşlardır. Ta başından beri, ana dilleri Kürtçenin, Farsça ve Arapçanın yanında Türkçe, hatta Ermeniceyi ve Rumcayı günlük yaşamlarında geniş bir şekilde kullanmış oldukları var sayılabilir. Bu dillerle, onun kültürlerini taşıyan topluluklarla içli dışlı olmuşlardır. Özellikle Osmanlı egemenliği döneminde, hanedan üyeleri Türkçeden başka dil bilmediklerinden Farsça ve Arapça sarayda da bilinmez olmuş, Kürt hanedan üyeleri de Türkçe bilmeye özen göstermiş, Osmanlı yönetim çevreleri ve Türklerle bu dil üzeri entegre olmuşlardır.

Ancak gözlemlenebildiği kadarıyla Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar Kürtlüklerini bilmişler, önemli bir kısmı özellikle yönetici sınıf, ana dillerini konuşmaz olsalar da yörelerinde yönetici oldukları göçebe aşiretler ve yerleşik yaşama geçmiş olan köylüler Kürtçeyi unutmamışlar, özellikle kırsal yaşamda Türkçe nerdeyse kullanılmamıştır.

Günümüzde de ‘Orta ve Batı Anadolu’da Kürtçe konuşan nüfusun ciddi bir bölümü örneğin Haymana’daki Şeyh Bızeyniler, orta ve kuzey Anadolu’da, Karadeniz ve Marmara bölgelerinde varlıklarına değinilen Lekler geçmişleri 11. yüzyıldan itibaren batıya doğru seferlere katılan Kürtler olmalıdır.

Haymana Şeyh Bızeynilerinin Lek Kürtleriyle ilgileri.

‘Orta ve Batı Anadolu’nun nüfus bileşimi, tarihi, etnik ve dilsel özellikleri hakkında bilgi veren yazılı kaynaklar, dil bilimciler, seyyahlar ve diğer araştırmacılar, Adana’dan Ankara’ya, Amasya, Tokat Çorum, Bolu ve Sinop’a kadar uzanan, yerine göre seyrekleşen-yoğunlaşan Lek kolonilerinden bahsederler. Osmanlılar göçebe yoğun nüfus hareketlerini göz önünde bulundurarak göçebe bir Lek kazası birimi bile oluşturdu.18. yüzyıl başlarında Bozok (Tokat), Amasya ve Çorum sancaklarında varlık gösteren göçebe bir idari birim olarak Ekrad-ı Lek (Lek Kürtleri) kazasından söz edilmektedir.[38]

Lekler adı geçen yerlerde Cumhuriyet öncesine kadar yerleşik ve yarı-göçebe bir hayat sürdürüyorlardı. Ankara, Konya ve Afyon Karahisar arasında, özellikle de Haymana dolaylarındaki Şeyh Bizeynilerin dilsel özellikleri de onların Leklerden kopup gelen bir topluluk oldukları kanısını güçlendirir. Günümüzde büyük bir kısmı asimile edildiklerinden Türkçe konuşuyorlar. Geldikleri ana toprakların güzergahları boyunca, değişik tarihlerde konakladıkları yerlerde bir kısmı kalırken bir kısmı da en son vardıkları ‘‘Batı ve Orta Anadolu’da karşılaştıkları diğer Kürtlerle karışmış, dilsel ve inanç bakımından dönüşerek Kürmanclaşmışlardır.

Leklere tarihte ilk kez Şeref Han (ö. 1601/1603) Şerefname’sinde değinir. Zendlerin önemli Lek aşiretinden olduğuna dikkat çekerek Kürt olduklarını, İran’ın güney batısında varlık gösterdiklerini belirtir. Lekler konusunda ciddi araştırmalar yapan Vladimir Minorsky de tarihi belge ve kaynakların İran ve Anadolu’nun farklı yerlerinde var olan Lek kolonilerinin tarihteki asıl vatanlarından farklı nedenlerle göçtüklerini belirtir. Yerli ve yabancı seyyah, gözlemci ve araştırmacılar da onların bu durumlarını, anavatanlarında da en çok komşu oldukları Lorlardan etkilendiklerini, bir kısmının onlarla iç içe geçtiklerini belirtirler.

İlk yaşam alanlarına tarihte Lekistan dendi. Güney Zagros dağ zincirinde, Hemedan’ın güney ve batısından, Huzistan’ın kuzeyine kadar, Kermanşah’ın doğusu ve Loristan’ın doğu ve kuzeyiyle İlam’ın doğusunu kapsar. Doğuya doğru Çahar Mehal bölgesinde Şarê Kurd’e uzanır. Sine yakınında Efanbad ve Leylak yöresinde de varlar. Buralar Leklerin ilk tarihi yerleşim alanları. Buradan İran içinde, Tahran dolaylarına, kuzey ve batıya doğru Hazar Denizi’nin güneyine Gilan, Kelardeşt ve Mazenderan yöresine, Daragaz ve Kalat-ı Horasan’a kadar yayılıp önemli koloniler kurmuşlardır. Salmas bölgesinde de Lekistan’dan göç etmiş ciddi bir nüfus var. Zend hanedanının yıkılışı sırasında Lekler büyük baskılarla karşılaştılar, katledildiler ve orta İran bölgelerine zorla yerleştirildiler. Bunların önemli bir bölümü günümüzde asimile olmuşlar.

Batı yönünde de anlaşıldığı kadarıyla Zagrosların ve Torosların güneyindeki sefer yollarını ve geçitlerini kullanarak farklı kollar halinde önce Şarezor’un Germiyan bölgelerini, ardından Musul üzeri, Halep, Maraş Adana yörelerini, Diyarbekir’de, Adıyaman Ceyhan arasında kalan topraklarda bazı topluluklarını bırakarak esas büyük ve önemli kolları ‘Orta ve Batı Anadolu’ya yayılmış.

Dilleri Kürtçe’nin Leki lehçesidir. Alman dilbilimciler Oskar Man ve Karl Hadank Lekçe üzerine yaptıkları araştırmalar sonucunda onun kuzey batı İrani dil gurubundan ve Kürtçenin bir lehçesi olduğunu yazmışlar. Diğer araştırmacılar da bu konuda hemfikirdir. Kelhuri, Mafi, Sufiwendi, Kerkui, Celilwendi ve Kolyayi gibi ağızları Leki diyalektinin içinde sayan dilciler var. Mezhebi bakımdan Lekler İslam’la beraber Şiiliği, önemli bir bölümü özellikle Şahna ve Nurabad dolaylarında yaşayanlar da Ehl-i Hak/Yaresani inancını benimsemişler. Minorsky’nin gözlemlerine göre Leklerin en büyük çoğunluğu Ehli Hak inancındaydı.

 Arkeolojik kazılara ve tarihsel araştırmalara göre Lekler ilk yerlerinde 11 bin yıla kadar uzanan bir geçmişe sahipler. Ataları çok önceleri burada yerleşik tarıma geçmiş, ardından yerleşik şehirli hayat da gelmiş, onlara özgü mimarlık aynı yılara kadar gider.

İslami dönemde en çok bilinen, Hasanweyhî Kürt devletinin Lek toprakları üzerinde kurulduğudur. Bu devlet farklı boyut ve statülerde 11. yüzyılın ortalarına, Oğuzların bölgeye saldırılarına kadar yaşaya geldi. Bir süre bütün İran’a egemen olan Zend (Kerim Xanê Zendi 1750-1779) hanedanı Leklerin içinden büyüdü. Tarihçiler genellikle Kerim Han’ı ve dönemini övgüye layık görürler.[39]

Haymana Kürtlerini dışında tutarsak diğerleri asimile ola ola küçük adacıklar olarak kalmışlar. Ama önemli bir bölümü, artık Türkçe konuşsalar, Türkleşmiş bile olsalar, Kürt asıllı olduklarını bilmektedir. Ancak tarihleri hakkında ciddi bilimsel araştırmalar olmadığı için çoğu kez kulaktan dolma bilgilere sahipler, ilk gelenlerle sonradan defalarca dalgalar halinde gelenlerin tarihleri birbirine karıştırılmaktadır.

Osmanlı dönemi sürgün ve göçleri

Osmanlıların ilk dönemi bu çalışmanın önceki bölümlerinde ele alındığından ve 16. yüzyıldan itibaren günümüze kadar gelen dönemi aydınlatabilme konusunda bizlere bazı ip uçları veren çalışmaların az da olsa görülmesi nedeniyle Osmanlı Kürt ilişkilerine, Kürtlerin yakın geçmişte ‘‘Batı ve Orta Anadolu’da görülen varlıklarına kısaca değinilecektir.

Osmanlılar İstanbul’u fethedip büyük bir devlet haline gelince bile, ta Çaldıran Savaşı’na (1514) kadar Anadolu’daki toprakları eski Batı ve ‘Orta Anadolu’ beyliklerinden kazandığı toprakları aşamadı, Maraş, Sivas, Malatya ve Erzincan’ın batı yakalarında kaldı. Karakoyunlular, Akkoyunlular ve Safeviler, Kürdistan topraklarının en batısındaki Sivas, Malatya ve Erzincan’da Osmanlıya komşu oldular. 1514’te Çaldıran Savaş’ıyla Osmanlı ilk kez kendi doğusunda, geniş İslam dünyasında toprak kazandı.

Dulkadiri Beyliği 1515 yılına kadar varlığını korumuştu. Sultan I. Selim (Yavuz), Kürtlerin çağrısı ve ittifakı üzerine, gittiği Çaldıran Savaşı’nı kazandıktan sonra geri dönüp Amasya’da kışlarken bir orduyu Dulkadirilerin üzerine gönderdi, kendisi de İstanbul’a, oradan Edirne’ye gitti.

Türk tarihçileri, İstanbul’un fethiyle Osmanlı’ya imparatorluk vasfını yakıştırmayı severler. Ancak gerçekte bu nitelemeyi hak ettirecek düzey, Osmanlı Kürt ittifakıyla Çaldıran Savaş’ının kazanılmasıyla, önce Kürdistan beyliklerinin büyük bir bölümünün Osmanlıya katılması, ardından Kürdistan Orduları eşliğinde iki yıl sonra Memluklular üzerine yapılan seferle bu devlete son verilmesi, Şam, Mısır ve Arabistan yarımadasının fethedilmesiyle elde edilmiştir. Ondan önce Osmanlı aslında bir balkan devletiydi.

Sonradan Osmanlılarla İranlılar arasında yüz yirmi beş yıl süren bir savaş-sahte barış-tekrar savaş dönemi başlamış. Bu savaşlarda 1595/1600 yıllarına kadar Osmanlılar nerdeyse hep Safevi Devleti’ne üstün gelmişler. 16. yüzyılın sonuna gelindiğinde, Loristan’ın küçük bir bölümü hariç Kafkasya’dan Azerbaycan’a, güneye, Fars eyaletine ve Basra Körfezi’ne kadar bütün Kürdistan, Osmanlı devleti sınırları içinde birliğine kavuşmuştur.

Ancak 1600-1639 yılları arasındaki dönemde, Balkanlarda ve Doğu Avrupa’da savaşların kaybedilmesi, çocuk, genç, deneyimsiz ve beceriksiz padişahların tahta çıkması, saray entrikaları, devşirme, Enderun’dan yetişme vezirlerin Anadolu beyliklerinden gelen devlet ricali, alim ve din adamlarıyla, Kürdistan beyleriyle kavgalı hale gelmeleri, fitne, fesatlık ve saray içi darbeleriyle kendilerini ve taraftarlarını başa geçirmeleri, Anadolu’da ekonomik bunalım ve Celali ayaklanmaları, Kürdistan, Ermenistan, Gürcistan ve Şirvan yörelerinde Osmanlı idaresine geçen yerlere atanan beyler beyleri, vali ve askeri komutanların ve diğer Osmanlı idarecilerinin yerel halkla iyi ilişkilere önem vermemeleri, buradaki otokton toplulukların yöneticileriyle rekabet ve çatışma içine girmeleri vs. nedenlerle, ayrıca İran’da güçlü şahlar döneminin başlaması, özellikle Şah Abbas gibi deneyimli, becerikli, bilgili ve karizmatik, savaş sanatını iyi bilen cesur bir şahın başa gelmesiyle Osmanlı-Safevi ilişkileri tersine dönmüş, kazanan İran, kaybeden Osmanlı olmuştur. Aran, Şirvan Azerbaycan; buradaki Kars, Tiflis, Rewan, Gence, Şirvan, Tebriz, günümüzde İran’da kalan bütün Kürdistan bölgeleri kaybedilmiştir. Hatta bir ara Şarezor ve Musul da İran’a kaptırılmış, Osmanlı beylerbeyleri, komutanları ta Mardin’e kadar geri çekilmişlerdir. Bağdat elden çıkmış, uzun süren ağır bedelli savaşlar sonunda ancak geri alınmıştır. Sonuçta 1639’da Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla Kürdistan ikiye bölünmüş ve hemen hemen bugünkü parça İran’a kalmıştır

Yüz yirmi beş yıl süren Safevi-Osmanlı savaşları döneminde Osmanlıların müttefiki çok güçlü ve diri, bütün arzularıyla beyliklerini, miras haklarını koruyarak, özgür hükümetler kurma koşuluyla Osmanlıyla bir arada, bu devletin güvenlik şemsiyesi altında olmak isteyen Kürt emirlikleri var ola geldi. Kürdistan emirleri güçlü ordulara sahiplerdi. Ardı arası kesilmeyen savaşlar nedeniyle, çok acı çektikleri, savaşların en ağır insani ve ekonomik yükü omuzlarına düştüğü halde, güçlü ve diri varlıklarını koruyabildiler. Bu nedenle söz konusu dönemde Osmanlı’nın ‘Orta ve Batı Anadolu’suna belirgin kitlesel Kürt göçlerinden bahsedilmez.

Yavuz Çaldıran Savaşı’na giderken bazı Kürtleri Batı Anadolu’ya sürdü iddiasının da maddi temeli pek görülmüyor. Ordu Çaldıran’a sefere gitmiş, Kürdistan ordularıyla ittifak halinde savaşarak olağan üstü bir çabuklukla büyük bir zafer kazanmış ve birkaç ay içinde geri dönmüştür. Bir süre Amasya’da kışladıktan sonra da payitahta gitmiştir. Dulkadir Beyliği’ni bile Yavuz değil, onun görevlendirdiği Sinan Paşa yıkmıştır.

Bu dönemde Maraş bölgesinin bazı Kürtleri (Alevi Kürtler, bunlar o yöredeki Rişwani/Reşi ve Canbegi aşiretleri olmalı) batıya göç etmiş olabilir. Ancak bunu bile farklı değerlendirmek gerekir. Rişwan aşireti bir konfederasyondu ve pek çok Kürt aşiretini içinde barındırıyordu. Yaşadığı bölgeleri, tarihsel olarak belirginleşen alanları Adıyaman, Malatya, Maraş, Gavur Dağları/Amanoslar, Kozanoğulları dağları ve Sivas’ın güney doğusu, otlakları bol, serin, yazları koyun sürüleriyle beraber yaşanan, genel olarak Orta Toroslar diyebileceğimiz yüksek yaylalardı.

Kışları da bu yüksek yaylalardan kuzeyde Sivas, Kayseri, Konya düzlüklerine, güneyde Halep, Urfa, Zor ve Raka’ya kışlak ve sıcak alanlara inerlerdi. Yani Orta Torosların yüksek yaylaları ve kuzeyden güneye, doğudan batıya dört bir yanındaki kışlaklar, daha genel bir ifadeyle, Osmanlı arşivlerinde “Kabail-i Rışwan” veya “Ekrad-ı Rışwan” biçimlerinde kaydedilen ve Halep’ten Kastamonu’ya kadar olan sahalarda yazlayıp kışladıkları belirtilen bu Kürt aşiret konfederasyonunun yaşam alanları, yani vatanları bu iki şehir arasındaki topraklardı.[40] İktidarların onları sürgün etmesinden çok, göçebelikten yerleşik tarımsal hayata geçmeleri için zorladıkları bir iskân politikaları vardı. Dönem, dönem, en son da 18. ve 19. yüzyıl boyunca yoğun olarak Rişwan ve Canbegan aşiretleri Konya, Sivas, Kayseri, Ankara, Amasya ve daha başka yerlerde Orta Anadolu’da iskân ettirilmişlerdir. Aynı amaçla Çukurova’da, Halep’te, Urfa ve Zor’da kan dökülerek toprağa yerleştirilmek istenmişler. Ancak bu, onların nerdeyse tek ekonomik kaynakları olan sürülerinin yok olmasını, yaşam tarzlarını ve kültürlerini tamamıyla terk etmelerini gerektirdiğinden karşı çıkmışlardır.

1851 tarihli ve 3525 numaralı deftere göre Cihanbeyli-Haymana sahasında konar-göçer menşeli toplam 103 köy yerleşimi mevcuttu. Tuz Gölü çevresini kaplayan Kürtler, yüzlerce yerleşim yeri oluşturdular.

‘‘Batı ve Orta Anadolu’da onlarca Kürt aşireti varlıklarını sürdürüyordu. Şeyh Bızeyni, Rişwani, Canbegi, Mikaili, Modani, Atmani, Heman, Şeyhan (Şêxan), Badıli gibi daha nice adlar sayılabilir. Konya, Ankara, Haymana, Cihanbeyli, Kulu, Bala, Polatlı, Şereflikoçhisar, Aksaray, Yunak, Yozgat, Amasya, Çorum ve Kırşehir gibi yerlerdeki çok sayıda köy ve kasaba, farklı tarihlerde göç ya da iskân ettirilen Kürtlerden oluşmuştur. Yozgat, Amasya, Çorum ve Tokat Kürtleri genellikle Alevi Kürtlerden oluşmaktadır. Aslında tarih boyunca bu yörelere gelen Kürtler, Şii, Alevi, Riya Heq ve Yezidi gibi inanca sahip olmuşlardır, büyük bölümü süreç içinde Sünnileşmiştir.

Ayrıca farklı dönemlerde Kars, Ağrı, Muş, Van ve Erzurum yörelerinden Kürtlerin farklı zamanlarda Orta Anadolu’ya göç ettirildikleri de belirtilir, boyutları hakkında bir açıklık yoktur.

1921 Koçgiri İsyanı sonrasında binlerce Dersim, Sivas ve Erzincanlı Kürt Alevi, Batı illerine gönderildi.

Buralara sürgünler, Kürdistan’da çıkan aşiret çatışmaları, 93 (1877-1878) Rus-Osmanlı harbi gibi trajediler, Birinci Dünya Savaşı’nda Kürdistan’ın hemen her tarafından kuzeyde Ruslar, güneyde İngilizler, Fransızlar ve İtalyanların üstün geldikleri dönemlerde pek çok göç olmuştur. Ermenilerle Kürtler arasındaki çelişkilerde de özellikle Ruslarla iş birliği edilen dönemlerde Ermeniler Kürtleri serhat illerinden göçe zorlamışlardır. Zaten savaş süreci bir yandan Rus ve Ermenilerin onları kovma, İttihat Terakki hükümetin de Türkleştirmek için fırsatı değerlendirerek geri dönmemek üzere zorla, talimat, karar ve planlarla Batı Anadolu’ya yerleştirme politikaları da yakın dönemin Kürt göçlerine neden olmuştur.

Resmi Osmanlı kaynaklarına göre, Birinci Dünya Savaşı sırasında bir milyonu aşkın bir Kürt nüfus, göç ettirildi, bunlardan 600 bini aşkın kadın, çocuk, yaşlı, hastalık, açlık, soğuk kış şartları vs. nedenlerle 1-1,5 yıl süren yaya yolculukta öldüler, gittikleri Batı ve ‘Orta Anadolu’ yörelerinde de nüfusları hiçbir yerde yüzde 5’i geçmeyecek şekilde ve dağınık olarak yerleştirildiler. 200 bin dolayında Kürd de gittikleri yerlerdeki ağır koşullar, sahipsizlik, imkânsızlık ve hükümetin bilinçli Türkleştirme politikaları sonucu ölmüş ya da Türkleşmiştir. Savaştan sonra olanak bulanlardan ancak 200 bin kadarı tekrar memleketlerine Kürdistan’a dönebilmişlerdir.[41]

Cumhuriyet döneminde Şeyh Sait, Zilan, Ağrı ve Dersim imha hareketlerinde de Kürtlerin önemli bir kısmı öldürülürken bir o kadarı da zorla batıya göç ettirilmiş, kaçıp gidenler de olmuş bunlar da dağınık ve gözetim altında yerleştirilmişler. Çok azı geri dönerken kalanlar asimile edilmişlerdir.

 12 Eylül Darbesi’nden sonra özellikle 1984’te PKK’nin silahlı kalkışmasından sonra yaşanan büyük göç, 1990’lı yıllarda büyük bir artış gösterdi, dört binin üzerinde köy boşaltıldı, 1987-2005 yılları arasında, üç milyona yakın Kürt yerinden yurdundan oldu. Günümüzde de göç devam ediyor.

KAYNAKLAR

Abdizade Hüseyin Hüsameddin, Amasya Tarihi, 12 cilt, Yayına hazırlayan: Doç. Dr. Mesut Aydın, Amasya Belediyesi Kültür Yayınları, 2004

Abdullah Bakır, Yazıcızde Ali’nin Selçuk-name İsimli Eserinin Edisyon Kritiği, yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2008.

Aşık Paşazade, Tevarih-i Ali Osman, 2. Baskı, Hazırlayanlar, Prof. Dr. Kemal Yıldız, Prof. Dr. M. A. Yekta Saraç, s.83 ve 311, Gökkubbe Yayınları, İstanbul 2010.

Aziz Bin Erdeşiri Esterabadi, Bezm û Rezm,Çeviren Prof. Müslüm Öztürk, Kültür Bakanlığı Yaınları, 1999, Ankara.

Cahen, Claude, Osmanlılardan Önce Anadolu, Tarıh Vakfı Yurt Yayınları, 2000, İstanbul

Ciwan, Murad, ”Amasya Bağımsız Kürt Emirliği”, https://muradciwan.com/2018/02/18/amasya-bagimsiz-kurd-emirligi/

Ciwan, Murad, ”Ji sehabe Caban El-Kurdî heta murşid Ebu’l Wefayê Kurdî” https://muradciwan.com/2017/03/01/ji-sehabe-caban-el-kurdi-heta-mursid-ebul-wefaye-kurdi/

Ciwan, Murad, ”Osmanlılardan önce Batı Anadolu’da devlet kuran Menteşaoğullarının Kürtlüğü”, https://muradciwan.com/2018/04/07/osmanlilardan-once-bati-anadoluda-devlet-kuran/

Eflaki, Ahmed, Ariflerin Menkıbesi (Menakibi al Arifin), Çeviren Prof. Tahsin Yazıcı, Hürriyet Yayınları, 1973, İstanbul, c. 2, s. 308-309

Evliya Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi YKY

Halaçoğlu Yusuf, Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar (1453-1650),Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2009, Ankara.

Halil Edhem Duvelü’l İslamiye, Candaroğulları maddesi, Milli Matbaa, 1927, İstanbul.

İbn Bibi (El-Hüseyin B. Muhammed B. Ali El-Ca’ferî er-Rugadî), El Evamir’ül-Ala’iyye Fi’l-Umuri’l-Ala’iyye (Selçuk-name), Farsçadan Türkçeye çeviren Prof. Dr. Mürsel Öztürk, Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı Yayınları, Birinci baskı, 1996, Ankara, c. 2

İbn’ül Esir İslam Tarihi (El Kamil fi’t-Tarih) Tercüme, 12 Cilt , Bahar Yayınları İstanbul, 1990.

İnalcık, Halil, Has-Bağçede ‘Ayş u Tarab, Nedimler, Şairler, Mutribler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2015

İnalcık, Halil, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600), YKB Yayınları, 2003, İstanbul

Mohammad Reza [Faribors] Hamzeh’ee, “LAK TRIBE,” Encyclopædia Iranica , online-upplaga, 2015, http://www.iranicaonline.org/articles/lak-tribe (nås den 31 december 2015).

Orhonlu, Cengiz, ”Osmanlı İmparatorluğu’nda Aşiretlerin İskanı”, Türk Kültürü Araştırmaları; ”Osmanlı İmparatorluğu’nda Aşiretleri İskan Teşebbüsü (1691-1696)”, İstanbul Üniversitesi Yayınları, 1963

Pachymeris, Georgis, Historia, Book X

Paul Wittek, Menteşa Beyliği, Çeviren O. Ş. Gökyay, TTK Y, 3. Baskı, Ankara 1999

Şikarî, Karamanname [Zamanın kahramanları Karamaniler’in tarihi], hazırlayanlar Metin Sözen, Nejdet Sakaoğlu, Karaman Valiliği-Karaman Mevlüt Belediyesi yayınları, 2005 İstanbul.

Temel, Celal, I. Dünya Savaşı yıllarında 1916 Kürt Tehciri Ve İttihat-Teraki’nin İskân ve nüfus politikaları, s. 113-114 İBY 2019 İstanbul.

Tevhidi, Ahmed, ”Kastamonu ve Sinop’ta İsfendiyaroğulları veya Kızıl Ahmetliler”, Tarih-i Osmanlı Encümeni Mecmuası, cüzü 6, 1 Şubat 1326/1329, İstanbul

Uzunçarşılıoğlu, İ. Hakkı, Anadoluk Beylikleri ve Akkoyunlu Karaoyunlu Devletleri, TTKY, 1937, Ankara

Uzunçarşılıoğlu/Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Bizans ve Selçukilerle Germiyan ve Osman Oğulları Zamanında Kütahya Şehri, Devlet Matbaası, 1932, İstanbul

Yınanç, Mükrimimn Halil, Desturnamei Enveri, İstanbul Evkaf Matbaası, 1929

Yücel, Prof. Dr. Yaşar. Anadolu Beylikleri Hakkında Araştırmalar, Çoban oğulları Beyliği ve Candaroğulları Beyliği, 2. baskı, TÜRK Tarih Kurumu Yayınları, 1991, Ankara


[1] İbnü’l-Esîr, El Kamil Fit-Tarih IX, 474; Ahbârü’d-devleti’s-Selcûkıyye, s. 2; Ahmed b. Mahmûd, s. 5. Aktr. İslam Ansiklopadisi, Diyanet işleri Başkanlığı Yayınları.

[2] Râvendî, I, 85; Müstevfî, s. 426, Aktr İA

[3] Zahîrüddîn-i Nîsâbûrî, s. 10; Reşîdüddin Fazlullāh-ı Hemedânî, II/5, s. 5. Aktr İA

[4] İbn Bibi (El-Hüseyin B. Muhammed B. Ali El-Ca’ferî er-Rugadî), El Evamir’ül-Ala’iyye Fi’l-Umuri’l-Ala’iyye (Selçuk-name), Farsçadan Türkçeye çeviren Prof. Dr. Mürsel Öztürk, Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı Yayınları, Birinci baskı, 1996, Ankara, c. 2 s. 96.

[5] Abdullah Bakır, Yazıcızde Ali’nin Selçuk-name İsimli Eserinin Edisyon Kritiği, yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2008.

[6] Yınanç, Mükrimimn Halil, Desturnamei Enveri, İstanbul Evkaf Matbaası, 1929, s. 19.

[7] İbn Bibbi, a.g.e.

[8] Abdizade Hüseyin Hüsameddin, Amasya Tarihi, 12 cilt, Yayına hazırlayan: Doç. Dr. Mesut Aydın, Amasya Belediyesi Kültür Yayınları, 2004; Ciwan, Murad, ‘’Ji sehabe Caban El-Kurdî heta murşid Ebu’l Wefayê Kurdî’’ https://muradciwan.com/2017/03/01/ji-sehabe-caban-el-kurdi-heta-mursid-ebul-wefaye-kurdi/

[9] Şikarî, Karamanname [Zamanın kahramanları Karamaniler’in tarihi], hazırlayanlar Metin Sözen, Nejdet Sakaoğlu, Karaman Valiliği-Karaman Mevlüt Belediyesi yayınları, 2005 İstanbul.

[10] Hüseyin Hüsameddin Abdizade, Amasya Tarihi, c. 3

[11] Cahen, Claude, Osmanlılardan Önce Anadolu, Tarıh Vakfı Yurt Yayınları, 2000, İstanbul, s 350-357.

[12] Uzunçarşılıoğlu/Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Bizans ve Selçukiylerle Germiyan ve Osman Oğulları Zamanında Kütahya Şehri, Devlet Matbaası, 1932, İstanbul s. 9-10.

[13] Evliya Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi YKY, 2. Cilt, 2. kitap, s. 519 ve 567.

[14] Ankara Kalesi’nin şekilleri: İlk yapıcısı Rum kayseridir. Nice padişahtan padişaha intikal etmiştir. Sonunda … tarihinde Kütahya padişahlarından Germiyanoğullarından Yakub Şah ile veziri Hezardinar fethidir ki ilk defa islâm eline onlar ilave eylemişlerdir. (Agy. 2. Cilt, 2. Kitap, s. 519)

Beypazarı’nın (Bebek Pazarı’nın) güzel helleri: Ilk kurucusunu bilmiyorum. Ancak ilk fatihi Kütahya padişahlarından Germiyanoğlu Yakub Şah’ın veziri Hezardinar feth ettiği için Germiyan Hezarı derler. Ama şehrinin âlimleri ve zarifleri Bebekpazarı şehri derler. Ama Türklerin dilinde Beypazarı derler. Gerçekten de haftada bir gün güzel süslü pazarı kurulup bütün değerli şeyler bolca bulunur. (Agy cilt 2, kitap 2, s. 567)

[15] Paul Wittek, Menteşa Beyliği, Çeviren O. Ş. Gökyay, TTK Y, 3. Baskı, Ankara 1999, s. 170.

[16] İbn Bibi. El Evamir’ül-Ala’iyye Fi’l-Umuri’l-Ala’iyye, Birinci baskı, 1996, Ankara, c. 2 s.

[17] Abdullah Bakır, Yazıcızde Ali’nin Selçuk-name İsimli Eserinin Edisyon Kritiği, yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2008

[18] Kitabussülûk …..766 hicret senesi vukuat-ı arasında. Aktr, Wittek.

[19] Ciwan, Murad, ”Osmanlılardan önce Batı Anadolu’da devlet kuran Menteşaoğullarının Kürtlüğü”, https://muradciwan.com/2018/04/07/osmanlilardan-once-bati-anadoluda-devlet-kuran/

[20] Eflaki, Ahmed, Ariflerin Menkıbesi (Menakibi al Arifin), Çeviren Prof. Tahsin Yazıcı, Hürriyet Yayınları, 1973, İstanbul, c. 2, s. 308-309

[21] Cahen, Claude, Osmanlılardan Önce Anadolu, Tarıh Vakfı Yurt Yayınları, 2000, İstanbul, s 210

[22] Tevhidi, Ahmed, ‘’Kastamonu ve Sinop’ta İsfendiyaroğulları veya Kızıl Ahmetliler’’, Tarih-i Osmanlı Encümeni Mecmuası, cüzü 6, 1 Şubat 1326/1329, İstanbul.

[23] Halil Edhem Duvelü’l İslamiye, Candaroğulları maddesi, Milli Matbaa, 1927, İstanbul.

[24] İbni Bibi, El Evamirü’l-Alaiyye

[25] Yücel, Prof. Dr. Yaşar. Anadolu Beylikleri Hakkında Araştırmalar, Çoban oğulları Beyliği ve Candaroğulları Beyliği, 2. baskı, TÜRK Tarih Kurumu Yayınları, 1991, Ankara

[26] Yücel, Prof. Dr. Yaşar, A.g.e.

[27] Cahen, Claude, A.g.e. s. 355.

[28] Emir Bahaeddin Kürd, son Rum Selçuklu Sultanı II. Mesud’un oğlu şehzade Altunbaş’ın kızıyla evliydi.

[29] Kanımız bu hanedanın adının Şadgeli (şad­+gel+î) olduğu yönündedir. Şadî/Şadîyan adılı tanınmış bir Kürt aşiretinin varlığı bilinmektedir. Sözcükteki ek -geldî değil, -gelî’dir. -gel, Lek, Goran ve Lor Kürtçesinde ve Şeyhbizeyni ağzında da -lar/ler çoğulu anlamındadır. Şadgel, Şadlar anlamındadır. Şadgeli, Şadlılara mensup demektir.

[30] Hüseyin Hüssameddin. A.g.e. c.3.

[31] Ciwan, Murad, ‘’Amasya Bağımsız Kürt Emirliği’’, https://muradciwan.com/2018/02/18/amasya-bagimsiz-kurd-emirligi/

[32] İnalcık, Halil, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600), YKB Yayınları, 2003, İstanbul

[33] İnalcık, Halil, Has-Bağçede ‘Ayş u Tarab, Nedimler, Şairler, Mutribler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2015

[34] Pachymeris, Georgis, Historia, Book X; İnlacık, Halil, Osmanlı imparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600), YKB Yayınları,2003, İstanbul.

[35] Aşık Paşazade, Tevarih-i Ali Osman, 2. Baskı, Hazırlayanlar, Prof. Dr. Kemal Yıldız, Prof. Dr. M. A. Yekta Saraç, s.83 ve 311, Gökkubbe Yayınları, İstanbul 2010.

[36] Hüsameddin Hüsnü, Amasya Tarihi, c II, s. 254. (Amasya hükümdârı Sultân Mes’ûd Hân’ın, Emîr Muzafferüddin Osman Beg’e gönderdiği seyf-i mahsûsu (özel kılıcı) îsâle me’mûr bulunduğu maznûn ve Amasyalı olduğu kayden muhakkak olan ulemâdan Mecideddin İsa bin Tuğru’s-Salgûrî emîr müşârün-ileyhe taklîd ve kâyın pederi olub Edebâli, “Atabâli” dimekle meşhûr olan eş-Şeyh İmadüddin /429/ Mustafa bin İbrahim bin İnac el-Kırşehrî de du’â itdikleri zan olunmakdadır.

Çünkü 727’de Bursa kadısı bulunan Şemseddin Ahmed bin eş-Şeyh Mustafa bin İbrahim el-Kırşehrî Şeyh müşârün-ileyhin mahdûmu ve 743’de vezir bulunan Nizameddin Ahmed Paşa bin Şemseddin Mahmud bin eş-Şeyh Mustafa Bâlî dahî, müşârün-ileyhin hafîdi, kezâlik evâhir-i ahd-i Osmânî’de “Kâdi’l-Kuzâti’l-Osmaniye” olan Muslihüddin Musa bin Mecideddin İsa es-Salgurî âlim-i müşârün-ileyhin mahdûmu ve 761’de vezîr-i kebîr bulunub “Sinan Paşa” 202 dimekle meşhûr olan Sinaneddin Yusuf Paşa bin es-sadrü’l-kebîr Muslihiddin Musa bin es-sadrü’l-kebîr İsa dahî müşârün-ileyhin hafîdi olduğu kuyûd-ı atîkadan anlaşılmakdadır. Amasya Tarihi 2/254)

[37] Candariler, Amasya Kürt Beyliği ve Germiyaniler

[38] Orhonlu, Cengiz, ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nda Aşiretlerin İskanı’’, Türk Kültürü Araştırmaları; ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nda Aşiretleri İskan Teşebbüsü (1691-1696)’’, İstanbul Üniversitesi Yayınları, 1963

[39] Mohammad Reza [Faribors] Hamzeh’ee, “LAK TRIBE,” Encyclopædia Iranica , online-upplaga, 2015, tillgänglig på http://www.iranicaonline.org/articles/lak-tribe (nås den 31 december 2015).

[40] Halaçoğlu Yusuf, Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar (1453-1650), s. XXV, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2009, Ankara.

[41] Temel, Celal, I. Dünya Savaşı yıllarında 1916 Kürt Tehciri Ve İttihat-Teraki’nin İskân ve nüfus politikaları, s. 113-114 İBY 2019 İstanbul.

KÜRTLERİN TARİH BOYUNCA ‘BATI VE ORTA ANADOLU’DAKİ VARLIĞI

Geef een reactie

Je e-mailadres wordt niet gepubliceerd. Vereiste velden zijn gemarkeerd met *