1993 yılında Türkiye’de, yakın tarihinin en kanlı sayfalarından biri çevriliyordu. O sene Türkiye’de benzeri görülmemiş bir ölçüde faili meçhul kalan cinayet işlendi. Geçen 30 yılın ardından karanlıkta kalan bu yargısız infazlar adli sistemde düşürülmeye başlandı.
1990 ve 1991 yıllarında 42 olan faili meçhul cinayet sayısı 1992’ye gelindiğinde 210’a çıkmıştı. 1993 yılı boyunca ise 510’a yükseldi. Bu, o güne kadar tespit edilen en yüksek sayıda faili meçhul cinayetti.
Cinayetlere kurban gidenler farklı profillere sahipti: İşçi, esnaf, seyyar satıcı, öğretmen, imam, ev kadını, siyasetçi, asker, öğrenci, gazeteci, şoför, iş insanı, çiftçi… Aradan geçen yıllara rağmen, 1993 karanlığına gömülen yüzlerce insanın faili bulunamadı ve davalar tek tek düştü.
O yılın faili meçhul cinayetler zinciri, gazeteci Uğur Mumcu suikastı ile başladı. Mumcu, Ankara’daki evinin önünde bir bombayla öldürüldü. Suikastın ardından başlatılan soruşturmanın ardından kamuoyunun önüne bazı failler çıkarıldı. Ancak bu soruşturma, başta Uğur Mumcu’nun ailesi olmak üzere kamuoyunun geniş kesimlerini hiçbir zaman tatmin etmedi.
Mumcu Dosyası Karanlıkta
1990’lı yıllarda ufak tefek cemaat yapılarına örgüt isimleri konularak o çevrelere yönelik terör operasyonları kurgulandığına değinen MAZLUMDER Genel Başkanı Kaya Kartal, işlenmiş bazı suçların bu isimlerin üzerine yıkılmaya çalışıldığını ifade ederek Uğur Mumcu suikastını aydınlatma iddiasındaki Umut Operasyonu’nun bu kapsamda olduğunu anlatıyor:
“Uzun süre faili meçhul kalan Mumcu suikastıyla ilgili 28 Şubat sürecinde bir operasyon yapıldı. Ancak Mumcu’nun aracına bomba koyduğu iddia edilen sanığın aynı gün İstanbul’da düğünü olduğu ortaya çıktı. Somut bir veri olmasa cinayet suçlamasıyla ağırlaştırılmış müebbet alacaktı. Ortaya konulan delilin ardından bu kez ‘Birilerini bulduk bari örgüt üyeliğinden ceza verelim’ denildi. Ancak dosyanın mahiyeti suikast dosyasında ve suikast yine karanlıkta kaldı.”
Zamanaşımı nedeniyle düşürülen dosyalardan biri, 1992 yılında öldürülen yazar Musa Anter cinayeti dosyasıydı. 2022’de dolan 30 yılın ardından düşürülen dosyada, aradan geçen yıllara rağmen hiçbir ilerleme kaydedilemedi. 2023 yılı içinde, 1993 yılında işlenen ancak faili meçhul kalan dosyalar da tek tek düştü.
Kartal, 30 yıl boyunca kolluk ve savcılıkların yeterli bir soruşturma yürütmediğini ya da soruşturmaları sümen altı ettiğini savunarak, “Gerekli özen ve hassasiyet gösterilmedi. İnsan hayatına karşı işlenen suçların yaptırımsız kaldığı bir ülkede toplum güven içinde yaşayamaz. Bu, çok ciddi bir zafiyettir” diyor.
Sivas Katliamı da Faili Meçhul
Zamanaşımından düşen davalardan biri de Madımak Katliamı davası. Temmuz 1993’te çok sayıda aydın ve sanatçı, Pir Sultan Abdal Şenlikleri için Sivas’a gelmişti. Aydınların kaldığı Madımak Oteli’nin önünde bir kalabalık toplandı ve organizasyona katılanların “İslam’a hakaret ettikleri” öne sürülerek öfkeli bir protesto gösterisi başlatıldı. Otel yakıldı ve otel görevlileri de dahil 37 kişi öldürüldü. MAZLUMDER Başkanı Kartal, bu davada da mağdur olanın hakkını alacağı bir süreç işletilmediğini ve ikinci bir mağduriyet alanı oluşturulduğu görüşünde. Sivas Katliamı davasından ceza alanların sanıldığı gibi cinayet suçlamasından değil “Anayasal düzene yönelik saldırıdan” ceza aldığını belirten Kartal, “O dosyada cinayetten tek bir ceza bile yok. Devlet, kendini korumak için birilerine ceza verip asıl failleri sakladı” diyor.
Düşen Son Davalardan Biri de Vartinis Katliamı
Bu dosyalar, kamuoyunun bildiği, yakından takip ettiği davalar arasında. Bir de genele mal olmayan hikâyeler var. Altınova (ya da köyün eski adıyla Vartinis) davası onlardan biri.
Muş’un Korkut ilçesine bağlı olan bu köy, “terör örgütüne yardım ettiği” gerekçesiyle 1993 yılında yakılmıştı. Olayda köyde yaşayan Öğüt ailesinin yedisi çocuk dokuz üyesi yanarak öldü. Sadece ailenin büyük kızı Aysel Öğüt bu yangından sağ kurtuldu. O gün amcasının evinde kaldığı için kurtulan Öğüt, 2004 yılında savcıya verdiği ifadede olayı şöyle anlatmıştı:
“Askerler daha önce gelip köyü yakacaklarını söylemişti. Babamın yasadışı işlerle ilişkisi yoktu, o yüzden köyden gitmek istememişti. O gece babamın evinin yanına bir panzerin geldiğini gördüm. Bir anda evi ateş bastı. Evin çocuklarla birlikte yakıldığını düşünmedik. Onları içeriden çıkartıp öyle yaktıklarını sandık. Bu olayda babam, babamın yeni eşi ve yedi kardeşim yanarak öldü.”
“Ben devlete güveniyordum”
Dava, 20 yılın ardından 2013’te açıldı, güvenlik gerekçesiyle Kırıkkale’ye nakledildi, o dönem yüzbaşı olan sanık Bülent Karaoğlu hakkında tutuklama kararı da çıkarıldı. İlk davada Karaoğlu hakkında verilen beraat kararı Yargıtay’ca bozulsa da 30 yıllık zamanaşımı davayı karanlığa gömdü. Zamanaşımı kararının ardından gazetecilere bir açıklama yapan Aysel Öğüt, “Ben devlete güveniyordum. Diyordum belki devlet hakkımızı onların yanına koymaz ama bugün hakkımız yerde kaldı. Bu kararı kabul etmiyorum. Allah’a havale ediyorum” diye konuştu.
Karanlığa gömülen davalardan biri de Şırnak’ta yaşanan ve altı köylünün birden öldürüldüğü cinayete ilişkindi. 1993 yılında gözaltına alınan ancak bir daha kendilerinden haber alınamayan altı köylüye ait kemikler 2012 yılında Silopi ilçesinde bulunmuştu. Olayla ilgili başlatılan soruşturmada savcılık köylülerin kaybolduğu gün jandarma karakolundaki nezaret odasına kimlerin alındığına ilişkin kayıtları istedi. Jandarmadan gelen yazıda böyle bir kaydın tutulmadığı söyleniyordu. 28 Kasım 2015’te Diyarbakır’daki çatışmalarda hasar gören tarihi eserlerden biri olan Çift Ayaklı Minare’yi korumak için oraya giden ancak çıkan çatışmada hâlâ kim tarafından öldürüldüğü net bir şekilde belirlenemeyen Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi’nin çabasıyla açılabilen bu dava da aradan geçen yıllar içinde delil yetersizliği sonucuyla karardı.
1993 yılında hemen her gün sokaklardan cenazeler toplanıyordu. Bu cinayetlerin elbette tek bir faili yok. Devletin hiçbir zaman resmen kabul edilmeyen birimlerinde görevli personel de PKK ya da Hizbullah gibi örgütler de bu cinayetleri işledi. Gazetecilerin, siyasetçilerin, sivil toplum temsilcilerinin, siyasi tonu belirgin sıradan insanların enselerinden sıkılan tek bir kurşunla infaz edilmeleri artık “sıradan” hadiselerdi.
“İnsan güçlü bir varlık, bütün bunlara dayanabildi”
İbrahim Güçlü, 1980 öncesi Doğu ve Güneydoğu’da faaliyet gösteren büyük Kürt örgütlerinden biri olan Ala Rızgari’nin liderlerinden biri. TBMM’nin 2012’de bölgede yaşanan insan hakkı ihlallerinin üzerindeki sır perdesini aralamak için başlattığı çalışma kapsamında İnsan Hakları Komisyonu tarafından da dinlendi. Bu cinayetlerin bir kısmının derin devlet bir kısmının da PKK tarafından işlendiğini dile getiren Güçlü, “1970’lerden sonra Kürt hareketi bir rotaya girdi. Güçlü, birikimli ve rasyonel bir liderliği vardı. Sorunları silahla değil siyasi yolla çözme eğilimi olan bir kadroydu ve Türkiye için bir fırsattı. Bu birilerini korkuttu ve PKK projesi ortaya çıktı. PKK, ortaya çıkar çıkmaz bütün Kürt örgütlerini düşman ilan etti. Daha sonra proje yavaş yavaş büyütüldü. Faili meçhuller de projenin bir parçasıydı. Faili meçhuller, Türkiye’de Kürt meselesinin çözümsüzlüğü üzerine oturan bir olgu. Sivil, demokratik Türk muhalefetini de tasfiyeyi öngören bir hareket tarzı” diyor.
“Böyle bir ortamda, toplumda o kadar karmaşık bir duygu vardı ki” diyen Güçlü, şöyle devam ediyor:
“İnsanlar bir gün sonrası için bile plan yapamaz hale geldi. Gelecekleri için çok büyük kaygılar duymaya başladı. Göçlerin ana nedenlerinden biri de budur. Birkaç milyon Kürdün batıya gitmesi bu halet-i ruhiyenin yansımasıdır. Ekonomik koşulları elvermeyenler tahammül etmeye çalıştı. Böylece travmatik bir toplum ortaya çıktı. Birbirlerine karşı ilişkileri gibi aile ya da yakın aşiret ilişkileri de parçalandı. Geride kalan insanlar için ölüm bir sistem haline geldi. Herkes kendi ölüsünü kutsamaya başladı ve kültürel bir kaos da ortaya çıktı. Ama sonuçta insanın güçlü bir varlık olduğu ortaya çıkıyor. Koca bir toplum bütün bunlara dayanmayı başardı.”
Faili meçhullerin cezasız kalmasının toplumun sivilizasyonunun önünde bir engel olduğuna değinen Güçlü, “Faili meçhuller zaten cezasızlık üzerine işlenen cinayetlerdir. Ancak hukuku olmayan toplumlar medenileşemez, refah içinde yaşayamazlar” diyor.
“Muhtemel faili kamu görevlisi olan olaylar”
Avukat Bülent Özdaman, ceza hukukunda zamanaşımının “dava” ve “ceza” olmak üzere iki başlık altında düzenlendiğini belirterek “zamanaşımı”nı şu sözlerle anlatıyor:
“Dava zamanaşımı, Türk Ceza Kanunu’nun 66’ncı maddesinde düzenlendiği haliyle, suçun işlendiği tarihten itibaren belli bir süre geçtiği halde dava açılmamış veya dava açılmasına rağmen kanuni süre içinde sonuçlandırılmamış ise devletin cezalandırma hakkından vazgeçmesi ve ceza davasının düşmesi sonucunu doğuran bir ceza hukuku kurumudur.”
Aynı kanunun 68’inci maddesinde düzenlenen ceza zamanaşımının ise mahkûmiyet hükmünün kesinleşmesinden itibaren belli bir sürenin geçmesiyle hükmün infaz edilmesinden vazgeçilmesi anlamına geldiğini ifade ediyor: “Dava zamanaşımında devletin cezalandırma hakkı ortadan kalkarken, ceza zamanaşımında hükmedilen cezanın infaz edilmemesi söz konusudur.”
Faili belli olan adli olaylar açısından ceza hukukunda genel işleyişin olağan bir şekilde ilerlediğini, ancak faili belli olmayan ve özellikle muhtemel faili kamu görevlisi olan olaylar açısından yakın zamanda beraat kararıyla sonuçlanan dosyalar olduğunu, bu durumun da ceza hukukunda zamanaşımı hususunu çetrefil hale getirdiğini belirten Özdaman, konunun teknik ayrıntılarına hâkim olmayanların kafasını karıştıracak ölçüde bir dava süreci hakkında şu bilgileri veriyor:
“Ekseriyetle Alevi, Kürt ve sol düşünceye sahip insanların yaşadığı Gazi Mahallesi’nde, cemevi, dört kahvehane ve bir pastane otomatik silahlarla taranarak bir kişi öldürülmüş çok sayıda kişi de yaralanmıştı. Olayın duyulması üzerine çok sayıda insan saldırıyı protesto etmek üzere toplandı. Olayın devamında ve sonraki günlerde hem Gazi Mahallesi hem de Ümraniye’deki protestolarda onlarca kişi polis ateşi ile öldürüldü, yüzlercesi yaralandı. Ümraniye’de gerçekleşen olaylarla ilgili olarak Üsküdar Savcılığı soruşturma sonucunda toplam 244 polis memuru ile İçişleri Bakanı, İstanbul Valisi ve İstanbul Emniyet Müdürü hakkında da takipsizlik kararı verdi. Bu karara yapılan itirazların reddedilmesi üzerine öldürülenlerin yakınları AİHM’e bireysel başvuru yaptı. Hem Gazi Mahallesi hem de Ümraniye’de öldürülenlerin başvurularını birlikte inceleyen AİHM, 26 Temmuz 2005’te ihlal kararı verdi. AİHM, aynı zamanda, Üsküdar Cumhuriyet Savcılığı’nca yapılan soruşturmayı yetersiz buldu ve olayda sadece sekiz merminin toplanmasının ‘şaşırtıcı’ olduğuna değinerek soruşturmayı yürüten savcılığın, polis memurlarının olaylara ilişkin ifadelerini sorgulamadan kabul ettiğine de dikkat çekti. Bu aşamadan sonra savcılık yaklaşık 10 yıl boyunca hiçbir işlem yapmadı ancak 2015 yılına gelindiğinde, zamanaşımı süresinin dolmasına bir dosyada 3 gün, diğer dosyada 5 gün kala alelacele iki ayrı iddianame hazırladı. Savcılık, iddianamede soruşturmanın eksik olduğunu ve müşteki vekillerinin AİHM kararı doğrultusunda kamu davası açılması taleplerinin yasaya rağmen değerlendirmeye alınmadığını kabul ederek ‘zamanaşımının çok yakın olduğu ve şüpheliler hakkında fazlaca delil toplamak için ve şüphelilerin savunma ve delillerinin tespiti için yeterli zaman bulunmadığı, bu haliyle kamu davası açılmasında zorunluluk bulunduğu, eksik hususların iddianamenin kabulü aşamasından sonra 10 yıl süre daha uzayacak olan zamanaşımı süresi içerisinde mahkemece ikmalinin mümkün bulunduğu’ gerekçesiyle dava açtı. Mahkeme, önce iddianameyi iade etti, ardından zamanaşımı süresinin dolduğu gerekçesiyle düşme kararı verdi. Katılanlarca düşme kararları temyiz edilmiş, Yargıtay 1.Ceza Dairesi, düşme kararlarını bozmuştur. Yargıtay’ın bozma kararları üzerine yargılamaya tekrar başlandı.”
Özdaman, 1996 yılında Susurluk’ta meydana gelen trafik kazasında kırmızı bültenle aranan Abdullah Çatlı ile birlikte ölen Emniyet Müdürü Hüseyin Kocadağ’ın Gazi ve Ümraniye olaylarının yaşandığı tarihte Terörle Mücadeleden sorumlu İstanbul Emniyet Müdür yardımcısı olduğuna işaret ederek şöyle devam ediyor:
“Özellikle 1990’larda terör örgütleriyle ile mücadele için oluşturulduğu iddia edilen özel birimlerin zamanla faili meçhul cinayetler, Kürt işadamlarının kaçırılıp katledilmesi gibi bir dizi suça bulaşan bir yapıya dönüştüğüne dair resmî raporlar ortaya çıktı.”
“Adli kolluk çözer”
Peki, önümüzdeki dönemlerde olası faili meçhul cinayetlerin karanlıkta kalmaması için hangi adımlar atılabilir? Konuştuğumuz hukukçuların neredeyse tamamı adli ve idari kolluğun birbirinden ayrılması ve adli kolluğun doğrudan savcılığa bağlanması gerektiğini belirtiyor. Çünkü jandarma ya da polis, idari yönden İçişleri Bakanlığı’na bağlı. Jandarma ve Emniyet içinde, adliyeye bağlı, delil toplama aşamasından fezlekeye kadar olan tüm süreç içinde sadece savcılık talimatıyla çalışacak birimlerin teşkil edilmesinin bu yönde bağımsız ve tarafsızlık zemini kurabileceği düşünülüyor. Avrupa Birliği uyum süreci çerçevesinde, suçun ortaya çıkmasını engellemekle görevli idari kolluk ile suçluyu ortaya çıkarmak için tamamen adliye yetkilileriyle çalışan adli kolluğun birbirinden ayrılması gündeme gelse de bu ayrım tam olarak gerçekleşemedi.
Perspektif