Saîdê Nursî/Kurdî ve Risale-i Nur’lara muhatap olan şahıs veya cemaatlerin bir zihniyet tarihi var.
Bu zihniyette cemaatlerin, bu iki tarihi şahsiyeti birbirine sürekli muhalif gösterme çabası en temel kabulüdür.
Yeni Asya Neşriyat, Risale-i Nur külliyatının her eserinin önsözünde Saîdê Kurdî’nin Şeyh Said Efendi’ye muhalif olduğunu mutlak suretle belirtmeyi yayın ilkesi olarak kabul etmiştir.
Aynı durum Diyanet İşleri Başkanlığı neşrettiği İşârâtü’l İ’caz’ın başına hiçbir delil getirmeden neşretmeyi uygun bulmuştur.
Saîdê Nursî-Kurdî
Ayrıca Saîdê Kurdî ve Şeyh Said ilişkisi noktasında resmî ideoloji eksenli kodlamalar ve bu kodlamamalardan sonra kurulan bağlantılar, Nurcu kimliğinin inşasında temellendirme olarak kullanıldı.
Zira olayın hakikati üzerinden ileri sürülen argümanlara karşı hem olayın hem de argümanların yönünü değiştirmek için, resmi ideoloji eksenli temellendirilen Nurcu kimliği, artık ayrılmaz bir parçası olarak ilk ileri sürülen “Kürtçülük”ten tenzih(!) edilerek söze başlanılması, sürekliliği ifade etmeninde bir başka temel tezini oluşturuyor.
Bu durumdan sonra Şeyh Said Efendi’ye muhalefet içselleştirildi.
Nurcu kimliğinin inşasında Şeyh Said’e muhalefet artık bir kategori haline getirildi.
İçselleştirme, Nurcu camianın sosyal gerçekliğinin(!) mensubu tarafından kabulüne ve bu sosyal gerçekliği bireyler tarafından yeniden üretilmesini sağlayan bir kategori olarak ortaya çıkıyor.
Bu durum aynı zamanda bireysel Nurcu kimliğinin, kollektif Nurcu kimliği ile ilişkideki biçimini de ortaya çıkaran önemli bir argüman.
Şeyh Said direnişi ile ilgili kaynaklar incelenmeye başlayınca ilk gözümüze çarpan direnişteki olguların ters yüz edildiğidir.
Bugün artık büyük tarihçiler tarafından kabul gören doğru bilgi, tarihçinin erdemi ve görevidir.
Ne yazık ki Saîdê Kurdî ve Şeyh Said ilişkisini inceleyen şahsiyetler, özellikle Nurcular, pek de kabul görmemiş hayali olgular üzerine bina edildi.
O günkü tarihsel olguları olduğu gibi aktardığında Üstat ve Şeyh Said ilişkisinin büyük ölçüde düzeleceği görülecektir.
Doğal olmayan şey, belgelerin tarihlerinin değiştirilmesi ve bu tahrifatın nasıl bir niyet taşıması gerçeğidir.
Direnişin detaylarına girmeden kısaca özetleyelim:
Şeyh Said Efendi
Saîdê Kurdî 1924 yılı mayıs ayında Şeyh Said Efendi’nin davetlisi olarak Erzurum’a gitti ve bir hafta beraber görüşmelerde bulundular.
Saîdê Kurdî, Şeyh Said ile yapılan görüşmenin neticesinde 21 Mart’ta Nevroz gününde Diyarbakır’da görüşülmek üzere karar aldılar.
Fakat daha o tarih gelmeden hareket patlak verdi.
Direniş, 13 Şubat 1925 yılında Piran köyünde tutuklama kararı bulunan Şeyh Said’in adamlarından 12 kişinin jandarmalara teslim olmayıp, askerlerle silahlı çatışmaya girmesiyle başladı.
Çatışmanın başladığı gün Şeyh Said de Piran köyünde bulunuyordu.
Şeyh Said Piran’a gelmeden önce Bitlis’te tutuklu bulunan Cibranlı Halit ve Yusuf Ziya’ya bir adam göndermişti.
Bitlis’ten dönen Şeyh Said’in adamı, Cibranlı Halit ve Yusuf Ziya’dan direniş hazırlıkları hızlandırmalarını ve Diyarbakır üzerinden Suriye ile temasa geçmeleri emrini getirdi.
Bunun üzerine Şeyh Said, Hasananlı Halit’e Malazgirt üzerinden Bitlis’e girip Cibranlı Halit ve arkadaşlarını kurtarma girişimine başlaması emrini verdi.
Seyda’nın kendisi de Şusar Gökoğlan Nahiyesi’nin Kırıkan Köyü’ne hareket etti.
Zırkanlı Miralay Selim, bölgenin bütün şeyh ve ağaları ile Karlıova’daki Cibranlı baba, Kamil ve Hatoğulları yüzlerce silahlı adamı ile Kırıkan Köyü’ne geldiler.
Şeyh Said burada kısaca şu fetvayı verdi:
Kurulduğu günden beri dini mübini ahmedi’nin temellerini yıkmaya çalışan Türkiye Cumhuriyeti reisi ve arkadaşları Kur’an’ın ahkamına aykırı hareket ederek Allah ve peygamberimizi inkâr ettiler ve milletimize zulmettiler.
Daha sonra Karlıova Kazası’nın Kanireş Köyü’ne gelen Şeyh Said, burada da aşiret reisleri ile görüşmelerde bulunup direniş için hazır olmalarını istedi.
Ardından Solhan’ın Melakan Köyü’ne giden Şeyh Said, burada Şeyh Abdullah ile birlikte direniş planını hazırladı.
Şeyh Said Melakan Köyü’nden ayrıldıktan sonra Bingöl, Simsor, Genç, Lice ve Hani’yi gezmiş, daha sonra da Piran’a geldi.
Piran’da kardeşinin evine yerleşen Seyda, köylülerin büyük coşkusu ile karşılandı.
Jandarmalarla çatışma, direniş hazırlıklarının yoğunlaştığı böylesi bir dönemde çıktı.
Direnişin sonu:
Başbakan İsmet İnönü, 7 Nisan günü direnişin son durumu ile ilgili meclise şu bilgileri verdi:
Şarkta Silvan ve Beşiri birliklerimizin hakimiyetindedir. Hani, Lice, Piran, gibi Şeyh Said’in başlıca faaliyet bölgeleri işgalimiz altındadır. Elazığ’dan gönderilen birliklerimiz Palu’yu almışlardır. Çapakçur’u (Bingöl) almak üzeredir. Asiler şehirler civarında tecrübe ediyorlar. Kendilerince müstahkem zannettikleri dağlara çekilmişlerdir. Davalarından vazgeçmemişlerdir. Teşkilatlarını muhafaza ediyorlar. Fakat er geç bu dağların kendilerine mezar olacağını anlayacaklardır. Askeri tedbirler devam ediyor. Bastırma ve temizliğin sonunu bekleyerek ondan sonra alacağımız tedbirler hakkında yüksek meclisinize maruzatta bulunmak için vakit yoktur. Müsaade ederseniz bu tedbirlerin bir iki gün zarfında arz edeceğim.
9’uncu Kolordunun 12’nci müfrezesi tarafından “Malazgirt asilerinden temizlenmiş Hasananlı Halit’e ait direnişe katılan Kuştiban köyü yakılmıştır. Beşiri bölgesindeki tedip hareketi ile görevli 12’nci Alay komutasında alınan rapora göre, 11 Nisan da 6 saat süren bir çarpışmadan sonra Senikan Aşireti’nin dağılarak Raçkotanlılara sığındığı ve bu sebeple Senikan Aşireti’nden 4 köy, Raçkotan Aşireti’nden 3 köy olmak üzere 7 köy yakıldığı” bildirildi.
Köylerin ateşe verilmesi yalnız bu direnişle sınırlı değil. Bu olay tüm Kürt direnişlerine karşı bir devlet politikası olarak vurgulanıyor.
Dersim direnişinde de bakanlar kurulunun “Gayet Gizlidir” başlığı taşıyan 4 Mayıs 1937 tarihli kararın 2’nci maddesinin konumuzla ilgili bölümü şöyle:
Sadece taarruz hareketiyle ilerlemekte iktifa ettikçe isyan ocakları daimî olarak yerinde bırakılmış olur. Bunun içindir ki silah kullanmış olanları ve kullanılan yerlerinde ve sonuna kadar zarar veremeyecek hale getirmek, köyleri kamilen tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür.
Saîdê Kurdî’nin talebelerinden Hulusi (Hulusi Yahyagil) Ağabey kıta komutanlığı yapıyordu.
Hulusi Ağabey’in şu mektubu hadisenin tüm boyutlarını gösteriyordu:
Ben Elazığ’da tabur komutanlığı yapıyordum. 1938 Dersim isyanının sebep olduğu facia hadisesi neticelenmek üzere idi. Bizi de Dersim isyanını önlemeye ve bastırmaya memur etiler. İsyan dedikleri şey de bazı dağ köylerinin o yıl vergi vermeme meselesi idi.
Aslında hadise basitti. Fakat onu büyüttüler ve umumileştirdiler. Bize verilen emir, ‘Dersim ahalisini külliyen (tamamı) imha’ emriydi. Canlı tek bir insan bırakılmayacak, genç, ihtiyar, suçlu, suçsuz, çoluk çocuk, kadın erkek, ne varsa hepsini imha edilecekti.
Hatta bitkiler ve hayvanlar dâhildi, ‘Hayvan bitkiyi yer, insan da hayvanı yer’ şeklinde idi. O tarz muamele ve emir nasıl bir uygulama şekli idi bilemiyorum.
Üstadın tabiriyle “Beşer bu zulme isim bulamamıştır.”
Saîdê Kurdî, “Dersim katliamı 5’inci şuanın 1 hükmünü tasdik etmiştir” sözleriyle, Abdurrezzak adıyla bir müdafaa yazmıştır (9’uncu ve 10’uncu madde olarak kayda geçti).
Başbakan bu açıklamayı yaparken Şeyh Said’in kuvvetleri iyice dağılmıştı.
Direniş sonuçlanınca Şeyh Said, Şeyh Abdullah, Çan Şeyhleri, Hanili Salih, Çapakçur Beyleri, Cibran Ağaları ve 300 kadar atlı ile birlikte Solhan İlçesi’nin Kırvaz Köyü’nde toplanarak, sınırı geçme hazırlıkları içine girdiler.
Bu arada Murat Köprüsü’ne gelen Şeyh Said ve arkadaşları, burada 34. Alay komutanı Talat Bey tarafından ateşe tutuldu.
Bunun üzerine Şeyh Said yönünü Varto’ya çevirdi.
Şeyh Said ve arkadaşları Varto tarafından Çarpuk Köprüsü civarında birlikler tarafından sarılarak yakalandı.
Şeyh Said ve kendisiyle birlikte idam edilen Hanili Salih Bey ve arkadaşları
Saîdê Kurdî ise O dönemde Van’da bulunuyordu.
Hadise başlar başlamaz hükümet güçleri Erek Dağı’nın etrafında görülmeye başladı.
O günü üstadın talebelerinde Molla Hamid Ağabey şöyle anlatıyor:
Jandarmalar bulunduğumuz yere baskın yaparak üstadı almak istediklerini söylediler. O gün bütün köylüler meselenin farkına vardılar ve Şeyh Enver Efendi müritleriyle oraya geldi: ‘Seyda müsaade et seni bunların elinden alalım, seni bunlara teslim etmeyelim’ diye yalvarıyordu. Bu görüşme Kürtçe geçekleşiyordu ki jandarmalar ve subaylar bu görüşmeyi anlamasınalar. 2 Saîdê Kurdî ise Şeyh Enver ve halka ‘Bırakın olay çıkmasın, benim batıya gitmem inşallah hizmete vesile olacaktır, kaderin bir takdiridir” diyerek onları sakinleştirmiştir.
Saîdê Kurdî birkaç gün Van’da gözaltında tutuldu, binlerce mazlum Kürt halk gibi batıya sürgün edildi.
O gün üstat ile birlikte sürgüne gönderilen canlı şahitlerinden, Kinyas Kartal ve Molla Hamid’in ağabeyi emniyet görevlisi Abdullah Bey’in aktarımına göre, önce Sinop’a ardından İstanbul’a gönderildi.
Orada 4 ay kaldı, yapılan araştırmadan sonra İstanbul’dan (Cemal Kutay’ın anlatıma göre) vapurla Antalya’ya, oradan da Burdur’a gönderildi.
Sürgünde bulunduğu zaman içerisinde sık sık Şeyh Said Efendi’nin oğulları ile görüştü.
Bu görüşmelerin birinde “Elini kendi eline üç sefer vurarak ben Şeyh Said’in intikamını almışım” dedi.
Ayrıca Bingöl’ün Fahran Köyü’nden Ali Varol Saîdê Kurdî ile görüşmesinde “Üstadı ziyaret etim Üstat şöyle söyledi: ‘Çan Köyü’ne git, benden selam söyle, Bingöl şehitler ve gaziler ülkesidir. Ben Kürdistan’a geleceğim zaman ilk olarak uğrayacağım yer orası olacaktır. Ben onun intikamını aldım, bir rüyayı sadıkada Şeyh Said’i cennette makamında gördüm ve gece kalktım şükür namazı kıldım'” sözleriyle bitiriyordu.
Saîdê Kurdî ve Gevaş ulemasının Ermeniler ile ilgili mektubu
Saîdê Kurdî ayrıca “Şualar” adlı kitabının 11’inci şuasının 6’ncı meselesinin sonunda şöyle söyler:
Bir bahtiyar mazlum idam olurken, bedbaht zalimlere demiş: “Ben idam olmuyorum, belki terhis ile saadete gidiyorum. Fakat ben sizi idam-ı ebedi ile mahkûm gördüğümden, sizden tam intikam alıyorum Lailaheillallah diyerek sevinç ve ile ruhunu teslim etmiştir.”
Bu bahtiyar mazlum Şeyh Said’tir. Ayrıca bu ifade 1925’teki birçok gazetelerde aynen yayımlandı. 3
Yine Saîdê Kurdî, Emirdağ lahikasında mühim bir suale verdiği cevapta “Büyük memurlardan işimizle alakadar olanlar sordular, dediler ki, ‘Mustafa Kemal sana 300 lira maaş verip, Kürdistan’a ve Vilayet-ı Şarkıye’ye Şeyh Sinusi yerine seni vaiz-i umumi yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin ihtilal yüzünden kesilen 100 bin Kürdün canlarını kurtaracaktık.”
Buradan anlaşılıyor ki; Saîdê Kurdî’nin tespitiyle 100 bin Kürt şehit edilmişti.
Birçok hadise gibi Said-i Kurdi ve Şeyh Said ilişkisi de Nurcu camia tarafından farklı bir mecraya kaydırıldı.
Bu iki tarihi şahsiyetleri birbirine sürekli muhalif gösterme çabası içerisinde olundu.
Bunun en basit örneği ise hiçbir Nur talebesinin ispat edemediği mektuptur.
“Said-i Nursi, kendisini desteğe davet eden isyancılara gönderdiği mektupta asırlardan beri İslamiyet’in bayraktarlığını yapan Türk milletine kılıç çekmenin Dinen caiz olmadığını, böyle bir şeye niyet edildiğinde bunun başarısızlıkla sonuçlanacağını” iddia edilen mektubun aslı şudur:
Bu sözleri Saîdê Kurdî’nin kendi ifadeleriyle verelim:
“Eski Harb-i Umumi’den biraz evvel, ben Van’da iken bazı dindar ve muttaki zatlar yanıma geldiler. Dediler ki:
‘Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor, gel bize iştirak et. Biz bu reislere isyan edeceğiz.’
Ben de dedim:
‘O fenalıklar ve dinsizlikler o gibi kumandalara mahsustur. Ordu onun ile mesul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki 100 bin evliya var. Ben bu orduya karşı kılıç çekmem ve size iştirak etmem.’
O zatlar benden ayrıldılar, kılıç çektiler, neticesiz ‘Bitlis Hadisesi’ vücuda geldi. Az zaman sonra, Harb-i Umumi patladı.
(Afyon Müdafaası)
Bu sözleri tahlil ettiğimizde, Saîdê Kurdî’nin bahsettiği “Dindar muttaki zatlar” Şeyh Selim ve Şeyh Şahabeddin’dir.
Olay 1913’te I. Dünya Savaşı’ndan az evvel dediği hadise. Zaten dikkatli okununca anlaşılmayacak bir konu değil.
Necmeddin Şahiner ve Akgündüz gibi şahsiyetler, yıllarca Saîdê Kurdî’nin Şeyh Said Efendi’ye gönderdiği ve onu reddettiği hakkında bir mektuptan bahsediyorlar, ama nedense hiçbir zaman bu mektubu görme şerefine nail olmadık.
Aslında mektuptan maksatları yukarıda verdiğimiz mektuptur.
1913’te söylenen bu sözü 1925’te Şeyh Said Efendi’ye söylenmiş gibi veriyorlar.
Aslında burada “ebedi düşman” fikriyle hareket ediliyor. Bu tutumu Uğur Mumcu da sergiledi.
Belgelere dayanarak yazı yazmasıyla tanınan Uğur Mumcu, her nedense Şeyh Said direnişinin “İngilizler tarafından tezgahlandığını” ispatlamak için daha önceki İngiliz işgali ile ilgili belgeleri kullandı. 4
Birbirinden çok farklı olan bu iki dönemi ayırmayan Mumcu, adeta Nurcular gibi Kürtleri “ebedi düşman” fikriyle hareketini somutlaştırdı.
Abdulkadir Badıllı da dahil olmak üzere “Mufassal tarihce-i hayat” adlı eserinde Saîdê Kurdî’nin Eskişehir Müdafaası’nda bahsettiği bir konu hakkında kullandığı sözü, Şeyh Said Efendi’ye hitaben söylenmiş olarak lanse edildi.
Bundan 12 sene evvel Ankara reisleri, İngilizlere karşı Hutuvat-ı Sitte namındaki eserimle mücahedatımı takdir edip, beni oraya istediler. Gittim. Gidişatları, benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi.
‘Bizimle beraber çalış’ dediler.
Dedim: ‘Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor. Sizinle beraber çalışamaz, fakat size de ilişmez.’
Evet, ilişmedim ve ilişenlere de değil iştirak, değil temayül, belki teessüf ettim. Çünkü, an’anat-ı milliye-i İslamiye lehinde istimal edilebilir acip bir deha-yı askeriyi, an’ane aleyhine bir derece çevirmeye maatteessüf bir vesile oldu.
Evet, ben, Ankara reislerinde, hususan reis-i cumhurda muannid ve büyük bir deha hissettim ve dedim:
‘Bu dehayı, kuşkulandırmakla an’anat aleyhine çevirmek caiz değildir.’
Onun için, ne kadar elimden gelmişse, dünyalarından çekildim, karışmadım. 13 seneden beri siyasetten çekildim. Hatta bu 20 bayramdır, bir-ikisinden başka umumlarında, bu gurbette, kendi odamda yalnız ve mahpus gibi geçirdim -ta ki siyasete bulaşmam tevehhüm edilmesin. Hükûmetin işlerine ilişmediğime ve karışmak istemediğime delalet eden.
Bu sözleri tahlil ettiğimizde çok daha farklı bir sonuç ile karşılaşıyoruz.
“Bundan 12 sene evvel” dediği nasıl anlamalıyız?
Eskişehir Müdafaası 1935 yılında yapıldı, 12 sene evvel dediği 1923, yani meclis yeni kuruluyor.
Burada “Bizimle beraber çalış” ifadesi Hasan Basri ve Mehmed Akif Ersoy’un teklifidir.
Hasan Basri’nin hatıratı da şu ifadeler yer alıyor:
O zaman ben M. Akif gibi ilk mecliste bulunuyordum. Üstat Ankara’ya gelince bir heyet olarak yanına gittik. ‘Gel, ayrı bir parti kuralım, sende başımıza geç şu meclisi elde edelim’ dedik.
Üstat dedi ki: ‘Her şey elde edilmiş İngilizler her şeyi ile ele geçirmişler. O nedenle sizin yapacağınız bütün çalışmalar onların namına geçecektir. Gelin Kürdistan’a ve Anadolu’ya dağılalım. Milletin iman nabzını yakalayalım yeni bir model için çalışalım’ dedi.
Hasan Basri Çantay: Ben ve M. Akif ayağı kalktık, Hoca sen ne kadar dahi de olsan bir Kürt’sün, Kürt’ün aklı sonradan başına gelir dedim, o da kalktı kızarak bizden ayrıldı.
Sonra meclis dağıldı sistem oturdu.
Yıl 1952 İstanbul’dayız, dediler ki ‘Üstat mahkemeye gelmiş’, çok heyecanlandım kendisi ile görüşmek için gittim, seneler sonra beni tanıya bilecek mi diye düşündüm, otele gittim dış kapıda beni görür görmez ‘Gel Hasan, gel, Kürd’ün mü, Türk’ün mü aklı sonradan başına gelir.’
Evet üstadım, bizim aklımız sonradan başımıza geldi.”
Üstadın yukarıdaki ifadesi böyle bir görüşme olduğunu onaylıyor.
Ama burada nedense birçok Nur talebesi(!) üstadın “Bizimle beraber çalış” ifadesini Şeyh Said Efendi’ye söylenmiş gibi ima ettiler.
Bunun da hiçbir hakikat yönü yok.
Olay 1923’te gerçekleşti.
Saîdê Kurdî’nin dediği gibi, “Men kale ve limen kale ve lime kale ve fima kale.”
Yani: “Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?”
Bunlara dikkat etmesi gerekir sanırım.
Şeyh Said Efendi’nin direnişinin niteliğini kavramak için, o günkü koşulları ve koşulları oluşturan tarih kesitini doğru değerlendirmenin zorunluluğu ortada.
Bu hareketi doğrudan inceleyen B. Cemal, M. Toker, direnişle ilgili “İstiklal Mahkemeleri” eserinde genişçe yer veren E. Aybars, hareketin olduğu bölgenin İstiklal Mahkemesi Savcısı Ahmet Süreyya Örgeevren’in anılarında bu hareketin, “din ve milliyet” davasının beraber yürütüldüğü gerçeğini ortaya koyuyor.
Sonuç:
Şeyh Said, Saîdê Kurdî ilişkisi ve benzeri konularda uygulanan “çelişkiler artırma”, Ortadoğu’da Lozan sonrası Kürdistan topraklarında egemenliklerini meşru göstermek isteyen güçler açısından en ekonomik yol, Kürtlerin siyasal ve hukuksal taleplerini İslam’la ve Risale-i Nur ile çelişik gibi sunmaktan geçiyor.
Yüzyılımızın başlarındaki Kürt halkının yapısı çok ilerisinde bir istem olarak “Bağımsız Kürt Emirliği”, İngilizlerin mevcut politikalarına karşı dayatılırken, böylesi bir devlet hiçbir zaman onay vermeyecek olan Kemalist yapının şaşırtıcı görülen desteğine uğramaları var olan gerçekliği alt üst etti ve sorunu kendi içinde boğdu.
Yine bu şartlar altında Güney Kürtlerinin geleceği Musul sorununa bağlı olarak Türk- İngiliz ikili görüşmelerinde ele alındı.
Kürt devleti kurmakla suçlanan İngilizler, 1925 yılında Londra’da hazırladıkları Irak Anayasa’sında Kürtlere hiçbir siyasi hak vermediler.
Anayasanın bu şartlar altında 1926 yılında uygulanmaya konmasından sonradır ki, Türkiye rahat bir nefes aldı ve İstanbul’da Musul sorununa bir son verdi.
Türkiye açısından Irak’ta Kürtlerin hiçbir anayasal hakka kavuşmamaları, Musul ekonomik karakterinden daha önemli olduğunu gösteriyor.
Oysa biz “miş”li zamanla uğraşmaya hiç gerek yok; tarihsel bilgilerin ağır ilerlediği bir toplumda yaşadığımızın bilincinde olarak sorumuzu tekrarlıyoruz.
“İngilizlerin bağımsız bir Kürdistan devleti kurma girişimleri”nden çok söz ediliyor.
Ancak bu devletin neden kurulmadığından kimse söz etmiyor.
Hüseyin Siyabend Aytemur Independent Türkçe için yazdı