Mahmut Akyürekli: Kürtlere ve değerlerine saldırmak yerine kaynakları irdeleyerek ahlaki bir tarihçilik yapın

Tarihçilik ilim ve akademi ahlakı üzerine inşa edilirse ders alınan iyi bir rehber ve gelecek için yol gösterici olur. Aksi halde hâkimin, muktedirin oyuncağı haline gelir. Tarihçi sıfatıyla onlara hizmet edenler; gerçek dışı yalanlar üzerine tarih inşa ederek, maddi ve manevi geçim kaynaklarına sahip olabilirler veya suya yazılı itibar edinirler. İtibarları, hizmetleri süresi ve çapı ile sınırlıdır.

Objektif analiz yapamazlar. At gözlüğünden kurtulamaz, bakar kördürler.

Bazen bu körlük ideolojik olarak da tezahür eder.

Kendi mensubiyeti (ırk, siyasi düşünce, din, mezhep) dışındaki herkesi, hain ve kusurlu görür.

Mensubiyeti ile alakalı hiçbir yanlış ve yalana itiraz etmez veya edecek kudret sahibi değildir.

Türkiye’de resmi tarih Cumhuriyet’le birlikte hep böyle inşa edilegeldi.

Dolayısıyla babasını darbe ile devirip, zehir verdirerek öldürten, saltanatı bu yolla ele geçiren baba katilleri sultanlara methiye dizmekte beis görülmez.

Mahbupperest padişahlar, deli sultanlar bile kutsanır.

Ötekiler başarısız, beceriksiz sıradan toplumlar olarak kabul edilir; hiçbir başarı, marifet, hikmet kendilerinden başkasına yakıştırılmaz.

Hele bir de mevzuubahis öteki Kürtler olunca, inkâr ve iftiraya başvurmak Türk tarihçiliğinin adeta varlık sebebi, olmazsa olmazı haline gelir.

İnkâr ve hakaret üzerine inşa edilmiş akademik (!) bir yarış başlar.

Bu kervana katılanların kalemi, artık Kürtler aleyhine mürekkep yerine zehir akıtmaya başlar.

Selçukiler daha İran’a bile gelmeden, Büveyhî, Mervanî, Şeddadî, Revaddî Kürt devletlerinin varlığını konuşmamak, yazmamak;

Eyyubîler, Selahaddin Türk yapılamaz ise, Arap yapılmak için kimin elinden ne gelirse ardına konmaz.

Cezeri, İbn Sîna, İbn Xalikan, Maverdî, Zemahşerî, Hemedanî, Suhreverdî, Ebul Fîda, İbn Esîr, İbn Salah, İbn Hacîp gibi tarihe damga vurmuş şahsiyetlerin Kürtlüğü bunlarda alerji yapar.

Ebu Müslîm, Rüstem-i Zal, Berham Cupi gibi kahramanların Kürt olmalarını hazmedemezler.

Fuzulî, Nalî, Nîzami Baba Tahîrê Uryanî gibi büyük şairler; Kanuni devrinin mimarı Ebu Suud Efendi, Fatih Sultan Mehmet’in Hocası Mola Goranî, Osmanlının kurucu beyinlerinden Tacedîin El- Kurdî gibi büyük ulemaya, Zîryap gibi dâhiye Kürtlüğü konduramazlar.

Hacı Bektaş’ın, Davudê Kayseri’nin, Osmanlı Devleti’nin kurucu babası Şeyh Edebali’nin Ebul Vefa-ê Kurdî’ye intisabını, beceremeseler dahi saklayıp inkâr etmekte ısrarlı olurlar.

Eski Sultan, ulema, pir ve erenlerinin Ebul Vefa, Mevlâna Halit, Abdulkadir Geylanî’ye intisaplarını saklamak için olmadık yolara başvurular.

Birinci Dünya Harbi ve Millî Mücadele’de Kürtlerin kahramanlıkları sümenaltı edilir.

Kürt’te hak görmediği kendi mensubu, ırkdaşı, ideoloji arkadaşını helal-ı minel-Allah bir hak olarak görürler. Bu sebeple rejime karşı gelen, ayaklanan, devlete silah çeken, ihtilal yapan Türk ise yapılan doğru, Kürt ise zinhar asi ve hain olur.

Baba Özdağ örneği gibi.

Şeyh Said’e hain diyen Ümit Özdağ’ın babası Muzaffer Özdağ, Türkiye Cumhuriyeti’nin meşru hükümetine karşı darbe yapıp devirmiş, başbakanını idam ettiren cuntacılardan biridir.

Buna rağmen Özdağ ve yandaşlarına göre aynı eylemi yapan babası kahraman, Şeyh Said ise hain olur.

Kimse şunu sormaz eğer devlete karşı gelmek ihanetse, her ikisi aynı fiili işlemişlerdir; hatta Şeyh Said’inki teşebbüs olarak kalmış, Muzaffer Özdağ’ın fiili ise gerçekleşmiştir.

Peki neye göre kim hain, kim kahraman?

Menderes’e hain denilerek idam edildi. Daha sonra devlet katında iade-i itibar yapıldı.

Menderes hain olmaktan çıkarıldı. Peki, eğer Menderes ve arkadaşları hain değilse, onu idama götüren darbeyi yapan cunta mensupları neye göre, nasıl kahraman olup hıyanetten kurtulur?

Mesela Şeyh Said ile benzer itirazları olduğu için idam edilen İskilipli Atıf Hoca’ya iadeyi itibar yapılıyor, Şeyh Said hain ilan edilirken kıstası, günahı Kürt olmak mı?

Katil ile maktulü (Menderes-Cuntacılar gibi), zorba ile ezileni, mağdur ile zalimi (Abdülhamit- Mehmet Akif örneği gibi), aynı anda kutsayan bir toplum veya tarihçilik anlayışının dünyadaki tek istisnası Türkiye’dir.

Onlara göre doğallaşmış reaksiyonun muhatabı Kürtlerdir. Konu Kürt veya Kürtler olunca hikâye farklı bir eksene kayar.

Bütün kurallar ters yüz edilir, Kürt düşmanlığı esas kural haline gelir, yapılan her kurgu bunun üzerine inşa edilir.

Yıllardır böyle geldi, maalesef böyle de gidiyor…

Tartışılan her siyasi dönemeçte, birileri tarafından siyasi malzeme haline getirilmek istenen Şeyh Said hadisesi, üzerinden yapılan spekülasyonlarla yeniden gündeme taşınır, bunun üzerinden Kürtler tekrar tekrar dövülmeye başlanır.

Şu an tam da öyle bir süreci yaşıyoruz.

Mesela; akademide, Atatürkçü, doktor unvanlı tarihçi Naim Babüroğlu Kürtlere hain deme yarışında geç kalmaklığını telafi etmek için tutarsızca saldırmaya başladı.

Gazeteci Fatih Altaylı, siyasetçi Ümit Özdağ bu zihniyetin diğer örnekleri olarak ihanet tellallığı ve yaftalamanın öncüleri oldular.

Babüroğlu’nun 13.12.2023 Tarihli “Şeyh Said ve Musul-Kerkük” yazısında yaptığı gaflar, mesele ile ilgili mesnetsiz iddialar ve tahrifatların zirvesine oturdu. Tutarsızlığını akıl almaz dereceye ulaştırarak, yukarıda saydığımız zevat ve hempalarına, yalan-yanlış malzemenin nasıl verildiğinin özel bir örneğini oluşturdu.

Alıntılarken dahi tahrifattan geri durmayan kötü kopyacı bu zatın unvanı ise tarihçi.

Hem de doktora yapanından…

Adam tarihçi ama Türkiye idari sisteminin tarihinden bihaber.

Adam tarihçi ama dönemin şartlarından bihaber.

Adam tarihçi ama ayaklanmaya katılan kişilerin kimliklerinden hatta isimlerinden bihaber.

Kaynak kullanır, ama referans verdiği kaynakların kendisini yalanladığından bihaber.

Buradan hareketle konu üzerinden spekülatif yayın yapan, demeç veren meseleyi çarpıtan bilcümle müfterilere, Babüroğlu üzerinden cevap vermek artık üzerimize farz oldu.

Şeyh Said’in üzerine kıyam farz olduğu gibi.

Cevap vermezsek bu mesnetsiz, yalan yanlış iddialar insanların kafasını karıştırıp, “acaba”lara sebebiyet veriyordu.

Dolayısıyla, isnat ve iddialarına sırayla cevap verip, tahrifatlarını yüzlerine vurmak gerekti.

Yeni Çağ gazetesindeki makalesi Word dosyasına taşındığında takriben yirmi beş satır hacminde.

Yirmi beş satırda dokuz gaf, tahrifat yapmak her babayiğidin harcı değil!

Baştan başlayarak meseleye ışık tutalım:

1-“Bingöl’ün Eğil ilçesinin Piran köyünde” diyerek başlıyor.

Beyefendi tarihçi, bir de Türkçü fakat Türkiye idari siteminin tarihinden bihaber. 1925’te Türkiye’nin Bingöl diye bir vilayeti yok.

Bingöl bir dağ ve yöre adı.

Bingöl’ün vilayet olma kronolojisi şöyle: 1936 yılında Çapakçur il merkezi olmak üzere, Bingöl vilayeti kuruldu.

1945’te alınan bir kararla il merkezi ve vilayet adı olarak sadece “Bingöl” adı kullanılmaya başlandı.

O tarihte Bingöl adıyla bir de ilçesi (bugünkü adıyla Karlıova) vardı. İl ve ilçe aynı adı taşıyordu. İdari yönde kargaşa yaratınca 1948 yılında Bingöl adıyla bilinen ilçenin adı Karlıova olarak değiştirildi.

2-“Şeyh Said askere ateş açtı” diyor da referans aldığı Uğur Mumcu onu yalanlıyor.

Şeyh Abdürrahim’in ateş açtığını yazıyor. (Kürt İslam Ayaklanması 17. Baskı. Sayfa 52).

3-O kadar acele malumat hırsızlığı yapıyor ki, Mumcu’nun kitabında okuduğu Şeyh Abdürrahim ismini bile Abdurrahman şeklinde makalesine konu ediyor.

4-“Minare şerefelerinde ateş açtılar” diyor. O devirde ayaklanma bölgesinde şehir merkezlerinde bir iki cami hariç minaresi olan cami yok.

Zaten çatışmalar hep şehir merkezlerinin dışında oldu. Minareleri Fis, Lice, Daraini kırsalına taşıyıp mevzi mi yaptılar?

5-“…kent ve köylerde, yerden ve havadan bildiriler dağıtılıyor” iddiası tam bir komedi.

“Bu kadar da olmaz” dedirten bir facia.

İnsan iki gazete kupürüne, iki habere bakmaz mı, yalan da olsa zamanın şartları neydi diye bir iki yer karıştırmaz mı?

Kaynak ve vesikalara göre ayaklanmaya katılanların birçoğunda silah bile yoktu.

Nacak ve baltalarıyla itirazlarını bildirmek için ayaklandılar.

Olayların başladığı 13 Şubat’ta Şeyh Said’in etrafındaki insanların içinde Hamidiye zabitanı olan Baba Bey, kardeşi Kâmil Beyle beraber toplamda sekiz on silahlı adam vardı. Olayın akabinde silahlı katılımcı sayısı çoğaldı.

Bunlar uçakları nereden tedarik edip havadan bildiri atıyorlardı?

O devirde TC’nin kaç uçağı olduğundan haberdar mı beyefendi.

6-Gelelim Musul konusundaki iddiaya: Musul’un ilk terk edilmesi 1918’de yaşandı: Mondros Mütarekesi şartlarında her ülke askerinin olduğu alana hâkim olacaktı.

Bu açık hükme rağmen bir tek kurşun atmadan, Musul’u İngilizlere terk eden Kürtler değil, Ali İhsan Sabis Paşa’dır. İngilizlerden (yani düşmanından) Cizre’ye gitmek için otomobil ve koruma isteyecek pişkinlikle bunu yapmıştır.

Atatürkçü bey, Atatürk’ün Nutuk’unu açıp okusa bunları öğrenecek. Yalnız bunları değil bu sebeple Atatürk’ün A. İhsan Sabis’e yaptığı hakaretleri de. (Nutuk 13.08.1919)

7-Musul’un terkinden sonra 1923’e kadar İngilizlere karşı savaşan Şeyh Mahmut Berzenci liderliğindeki Cenubi Kürdistan aşiretleriydi. Genelkurmay yayınlarını biraz karıştırsa, Özdemir Bey hareketini okusa bu bilgilere de vakıf olacak.

Keza Şeyh Mahmut’un İngilizlere karşı ilk mücadeleyi başlattığının belgesi de idolünün Nutuk’unda (13.08.1919 Belge No.51.)

8-Lozan’a gelelim: Bugün hala birazcık aklı olan okuryazar birisi Atatürk ve arkadaşlarının Musul ve Hilafet’in neye karşılık verdiğini bilmiyorsa cahil veya kördür. Teferruatına girmeyi dahi gerekli görmüyorum.

Sadece şu soruyu sormakla yetineceğim:

Sizce işgal güçleri İstanbul’u ellerini kollarını sallayarak terk ederken, karşılığında ne almışlardı?

9- Şeyh Said’in İngilizlerle iş tuttuğuna dair iddiaları: Kaynak gösterdiği devrin Başbakanı İsmet İnönü hatıratında “Şeyh Said isyanını doğrudan doğruya İngilizlerin hazırladığı veya çıkardığı hakkında kesin deliler bulunamamıştır” diyerek yalanlıyor. (Hzr. Sabahattin Selek, İsmet İnönü Hatıralar S.202)

Hasılı: Türkiye idari sisteminin tarihinden, coğrafyası ve zamanın şartlarından, idolü Mustafa Kemal Atatürk’ün yazdıklarından bihaber. Referans verdiği kaynakları okumamış, muhtemelen duyarak veya okumuşsa da anlamamış veya tahrif etmeyi marifet ve meziyet olarak görmüş birisine cevap yazmak bana ağır geliyor.

Ne var ki cevap verilmese kendilerini aleme sanırlar, buna da müsaade etmemek lazım…

Biz, İstiklal Mahkemesi kararlarını yayınlayalı 8 yıl; İngilizler, arşiv belgelerini açalı nereden bakarsan 40 yıl oldu.

Beyefendi hala kırıntı, uydurma, tevatürlerle meseleye bakarak Musul’un verilmesinin günahını Kürtlere ve Şeyh Said’e çıkarmaya çalışıyor.

Sizin gibi donanımsız milliyetçiler olduğu müddetçe, 1. Dünya Harbi ve Millî Mücadele’de olduğu gibi, Türkiye’nin geleceğini kurtarmak yine biz Kürtlere ve Çerkeslere kalacak.

Geef een reactie

Je e-mailadres wordt niet gepubliceerd. Vereiste velden zijn gemarkeerd met *