Mehmet Atlı: 30 yıl Kürtçe müziğin içinde olmak için aşk gibi güçlü bir duygu lazım

Kürtçe müziğe 30 yıldır emek veren Mehmet Atlı, 30 yılın anılarını yaşatacak çalışmalara imza atmaya hazırlanıyor.  “30 yıl Kürtçe müziğin içinde olmayı ancak aşk gibi güçlü bir duyguyla” açıklayan Atlı, biriktirdiklerini konserlerin yanı sıra özel albümler ve bir kitapla kalıcılaştıracak.

Müzisyen Mehmet Atlı 30 yıldır sahnelerde. Kuşkusuz 30 yıl sahnede olmak tek başına çok şey ifade etmiyor. Esas mesele 30 yıl boyunca dinleyicinin, zamanın ve müzikal olanakların nabzını tutabilmek ve maharet, her dem taze şarkılar yapabilmek, dinleyici kitlesinin ilgisine mazhar olmaktır.

Mehmet Atlı bunu başarabilmiş sanatçılardan. Koma Dengê Azadî ile birlikte çıktığı profesyonel müzik yolculuğunda onlarca besteye imza attı. Yazdığı şarkıların çoğu dinleyenlerin hafızasında ve dilinde yer etti. Kürtçe müzikte kendisine bir kanal açtı. Kentli bir müzik formu oluşturdu ve kendisine ait bir müzik kanalı açtı. Bu kanalın takipçilerinin olması da Atlı’nın başarısını gösterir niteliktedir.

Mehmet Atlı

Mehmet Atlı eski Bağlar’ın bağrından, işçi mahallesinden çıkmış bir başarı hikayesidir. Ama sırtını Bağlar’a ve Kürtçe’ye dönmemiş; Bağlar’a ve Kürtçe’ye gönül borcunu şarkılarıyla ödemeye çalışan vefalı bir sanatçıdır. İlk ne zaman tanıştığımızı hatırlamıyor olsam da eski dostum kabul ettiğim Mehmet Atlı, müzikteki 30’uncu yılını çeşitli etkinliklerle kutluyor. Bu söyleşinin vesilesi biraz bu. Ancak Mehmet Atlı’yı daha yakından tanımaya ve tanıtmaya da çalıştım. 

İŞÇİ MAHALLESİNİN BOŞ ARSALARI

Bağlar, göçle oluşmuş büyük ve yoksul merkez ilçesi Diyarbakır’ın. Bu ilçe senin mazin, büyüdüğün ve sanırım şekillendiğin yer. Sen nasıl tarif edebilirsin Bağlar’ı?

Diyarbakır’da surların biraz dışında kalan bir yer ve adı üstünde, Bağlar. Eski kentin bağlarının olduğu yer. Fakat 1950’lerden, 60’lardan başlayarak gecekondulaşıyor. Surun dışında bir kent katmanı oluşuyor. Benim babam da 60’lı yıllarda işçi olarak geliyor. Diyarbakır garı çevresinde işçi yerleşmeleri oluşuyor zamanla. Kendiliğinden. 

Baban demiryolu işçisi olduğu için buraya yerleşiyor… 

Evet, ama zaten Suriçi tamamen dolmuş durumda. Onun dışında Cumhuriyet’in mimari iddiası olarak şekillenmiş, daha planlı bir kentsel alan olan Yenişehir var. Bağlar kendiliğinden gelişen işçi semtidir. Babamlar geldiğinde hâlâ bağlar, tek tük bağ evleri varmış. Ben 1975 doğumluyum. Ben doğduğumda artık orası iyiden iyiye kentsel bir alana, kentin periferisinde bir yoksul semte dönüşmüştü. 

Diyarbakır çok eski bir kent ve haliyle bir müzik kültürüne sahip. Ancak sen Bağlar’da, kentin periferisinde büyüdün. Bu iki alan arasında bir fark olmalı, ne dersin? Yani sosyolojik fark müzikte de kendisini göstermiş olmalı.

Diyarbakır öteden beri bir kent, surlarla korunan bir zenginlik. Yüzyıllar boyunca süre gelen kentli bir müzik geleneği var. Biz bunun sönmüş ışıklarıyla tanışabildik ancak. Bağlar’da müzikle ilgili görebileceğin performans, damlarda, avlularda, boş arsalarda yapılan düğünler. Bu boş arsa imgesi benim için özellikle önemli. Boş arsa bir açıdan baktığında inşaatı bekleyen yatırım demek. Ama bölgede yaşayan halk için boş arsa ne demektir? Bir tabula rasa. Çöp atarsan çöp olur. Top oynarsan futbol sahası olur. Oraya bir tandır inşa edersen kendi imkanlarınla başka bir şey olur. Kendi mekanını üretiyor halk bu boş arsalarda. Bu potansiyellerden biri de bir düğün mekanına ev sahipliği etmesi.  

Mehmet Atlı, Diyarbakır Temsilcimiz Vecdi Erbay’a Diyarbakır’ın müzik ve Kürtçe ile ilişkisini nasıl belirlediğini anlatıyor.

‘DAVUL ZURNA SESİ BENİ HÂLÂ MUTLU EDİYOR’

Aslında bütün köylerde olan ve düğün mekanı olarak da kullanılabilen meydanlardan söz ediyorsun, değil mi?

Doğal düğün salonu aslında. Henüz düğün salonu diye bir şey yok çünkü. Köyden yeni çıkmışsın ve köy meydanı diye bir şey de yok. Köyde düğünler köyün meydanında olur. Binlerce yıl gerilere giden bir ritüeldir bu. Ama diyelim ki Diyarbakır gibi büyümekte olan kentlerde düğün ritüeli nasıl olacak? Cumhuriyet önerisi bunu salonlara taşımak. Ama yoksul halkın bulduğu çözüm avlularda, boş arsalarda düğün yapmak oldu. 

Sen de bu düğünlere gidiyorsun ve bu manzara ile birlikte burada dinlediğin müzikler hafızanda yer ediyor. Böyle anladım söylediklerinden. 

Evet. Müzik adına görüp görebileceğimiz tek imkan bu mahalle düğünleri. Düğün sanatçılarını izledim, merak saldım. Davul zurnayı izledim. Hâlâ beni en çok mutlu eden seslerden biri davul zurna sesidir. 

Acayip bir ikili, değil mi? 

Evet. Bir ikili bu kadar güzel olur, bu kadar mutlu eder ya da hüzünlendirir. Göğsünün kafesinde hissedersin o davul zurnayı. Onunla beraber işte govend tutan, halay çeken, ayakların yer değiştirdiği, bedenin hareketleri, bunlara eşlik eden zılgıtlar… Bağlar’da 12 Eylül şartlarında doğup büyümüşüz. Düğünler bir neşeydi ve müzik ile bağ kurabileceğimiz tek imkandı.

YAĞ TENEKESİNDEN DAVUL, OKLAVADAN SAZ

Şarkı söylemek, enstrüman çalmak isteği çocuk yaşta, düğünlerde ortaya çıktı, diyebilir miyiz?

Herkes farklı saiklerle düğün meydanına geliyor. Beni heyecanlandıran, şey çalgıcıları izlemekti. Her hareketlerini izliyorum. Eve dönüyorum, onları taklit ediyorum. Taklit bir öğrenme biçimi burada. Zeytin kutusuna davul niyetine vuruyorum. Tuzluğu mikrofon diye alıyorum. Annemin bir oklavası var, birçok şeye yarıyor. Yün çırpılıyor onunla, kedi kovalanıyor. O oklavayı alıyorum, saz diye. Akordunu yapıyorum. Hayali bir sound çekiyorum. Böyle böyle kendi oyuncak sazlarımızı yapıyoruz.

Bu arada gürültücü, deli muamelesi görüyor musun? Annen mesela, oklavasının başına gelenler yüzünden sinirlenmiyor mu?

Mesela 20 kiloluk yağ tenekesini davul diye çalıyorum. Komşuların kafası şişiyor tabi. Bu çocuk da böyle işte, diyorlardı. Alışmışlardı yani. 

Etrafında gerçek enstrüman çalan var mıydı? 

Evet, büyük ağabeyim saz çalardı.

Aile müziğe meraklı yani. 

Ailede de var. Ağabeyimin arkadaş çevresi, mahalleden arkadaşlar da saz çalardı. Bağlar dediğimiz renkli bir kalabalık. Demiryolu çalışanları arasında Malatyalı Aleviler, Bulgar göçmeni Türkler var. Bunlar arasında da tek tük saz çalanlar olurdu. Saz popüler bir enstrümandı. Cümbüş yine öyle. Ben bunları izleyerek, taklit ederek ilk müzik adımlarımı attım diyebilirim. 

‘SİYASİ TEL’DEN SAZ ÇALAN GENÇ

O tarihte hangi şarkılar çalınıp söyleniyordu. Arabesk mi, siyasi şarkılar mı revaçtaydı?

Bir anekdot anlatayım bununla ilgili. Yeni yeni saz çalmaya başlamışım. Diyarbakır’da “kırık” dediğimiz, biraz kabadayı bir kesim var. İstasyon civarında boş alanda çilingir sofrası kurmuşlar. Biz okula giderken onlar rakı, şarap Allah ne verdiyse demlenmeye başlamışlar. Okula giderken arkadaşımla beni sofraya davet ettiler. Bu arada bizi çağıran adam, “Bunlar müzik yapıyorlar ama siyasi telden” diye tanıttı. 

Bağlar’da ufaktan nam yapmışsın anlaşılan. 

Biliyorlarmış meğer. Bizi görmüyor, bizimle temas etmiyor sandığımız toplumsal kesimlerin de bizimle ilgili bir tanıklığı var. Siyasi telden çaldığımızı biliyorlar. 

Siyasi tel’den kasıt nedir? 

Siyasi tel için Diyarbakır’ın 12 Eylül koşullarına gitmemiz lazım. O dönem 80’lerin ilk yarısı. Benim saza merak saldığım yıllar.

O zaman daha küçüksün, değil mi?

Küçüğüm ama işte gözümüz abilerimizde, ablalarımızda, oradaki toplumsal harekette, enerjide, düğünlerde olan biten şeylerde. Çünkü zamanla düğünler de politikleşti. Düğünlerde sloganların atıldığı oluyordu. Kürtçe’nin darbeyle birlikte üzerine örtülen o ölü toprağından kurtulmaya başladığı yıllar. Demin boş arsaları konuştuk. O boş arsalarda aynı zamanda Newroz da kutlanmaya başlandı. Bir de şöyle bir şey vardı: Diyarbakır’ın kendi musiki kültürü vardı. Buna kırsaldan gelmiş insanların taşıdığı kültür de eklendi. Gecekondu  kültüründe arabesk de var, Kürtçe de var, Türkçe de var. 

SURİÇİ’NDE SADIK ABİNİN DÜKKANI

Bağlar’da, bir gecekondu mahallesinde, işçilerin arasında doğdun, büyüdün. Esas şehir ve şehrin müzik kültürü Suriçi’nde. Bir temasın oluyor muydu şehirle? 

En fazla şu oluyordu, mesela bağlamaya tel almamız gerekiyor. Mızrabın yok diyelim, mızrap almaya gideceksin. Sadece bir dükkan vardı Suriçi’nde. Bir pasajın içinde, Diyarbakır’ın Sesi adıyla küçücük bir dükkan var pasajın içinde. Sahibi Sadık aynı zamanda saz dersleri de verirdi. Ona giderdik. Dükkanın vitrinine 2 dakika bakmaya müsaade vardı. Çünkü biraz aksi bir abimizdi, daha fazla uzatsan kış kış kovalardı. Gitarı, kemanı ilk gördüğüm yer o vitrindir. Biz Bağlar’dan Suriçi’ne gittiğimizde, şehre gidiyorum, derdik. 

YAĞ TENEKESİNDEN OYUNCAK SAZA

İlk gerçek enstrümanı ne zaman aldın?

Bademcik ameliyatı olmuşum. Hastaysan daha bir ilgi gösterilir. Babam işportadan oyuncaklar gösterdi. Gözüm direkt oyuncak saza odaklandı. Onu aldı. 

Kaç yaşındasın o zaman? 

İlkokul 2’deyim. Sonra lise 1’de abim bana gerçek bir bağlama hediye etti. O Eskişehir’de üniversite öğrencisiydi. Demek ki 14 yaşında filanım. 

Ağabeyinin de katkısı olmuş müzik hayatında…

Abilerim, ablalarım sağ olsunlar, onlar sayesinde roman okuduk, müzik türleriyle tanıştık. Bizimkiler biraz sol, devrimci kültürle de tanışmış insanlardı. Amcalarım, dayılarım da öyle. Bize de nasibimizi aldık yani. 

BOŞ DERSLERDE TAHTAYA KALDIRILAN ÖĞRENCİ

Hazır gerçek bir sazın da var, lisede konserler vermedin mi?

Bu daha ilkokulda başladı, diyebilirim. Boş derslerde tahtaya çıkarılan öğrenciler olur ya, bunlardan biri bendim. Tahtaya çıkar şarkı söylerdim. Kitlenin karşısında şarkı okuma pratiğini ilkokulda yaptım. Lisede saz da çalmaya başlamıştım. Artık hem çalıyor hem söylüyordum. Müzik kendi mekansallığını yaratıyor. Ortada bir ses kaynağı varsa insanlar onun çevresinde toplanmaya başlıyor. Tıpkı bir su kaynağı gibi ya da ateş gibi, müzik insanları bir araya getiriyor. Bir kitle hissi oluşmaya başlıyor ve onun odağında da sen varsın. Ateş neyse, su neyse müzik ve müzisyenin böyle bir rolü olduğunu fark etmeye başlamıştım.

Kitlenin odağı haline gelmek biraz tedirgin edici değil mi?

‘Siyasi tel’den çalıp söylemeye başladığım zaman bunun aynı zamanda bir sorumluluk olduğunu fark ettim. 

Lisede politik şarkılar, türküler mi söylüyordun? Kürtçe şarkılar söyleyebiliyor muydun?

Kürtçe bilsen bile söyleyemezsin. Piyasada hangi türkü öne çıkmışsa, Arif Sağ’ın ya da Berkıs Akkale’nin bir türküsü olabilir. 

‘KÎME EZ’ SORUSU İLE KARŞILAŞMA

Şu müziği yapacağım, şu dilde söyleyeceğim kararını vermek aşamasına nasıl gelindi? 

Burada dönemin ruhu dediğimiz şey bence önemli. 80’lerin sonu 90’ların başı. Diyarbakır’da 12 Eylül darbesinin yarattığı ölü toprağının atılmaya başlandığı, kırsalda ciddi çatışmaların olduğu ve bunun şehirde de yankısını bulduğu bir ortam. Diyarbakır Lisesi ben üçüncü sınıfa geçecekken kapatıldı. Her gün boykot, yürüyüş, eylem olmasından dolayı. Eğitim Fakültesi’nin tam  karşısındaydı okuduğum lise. Bu çocuklar abilerinden olumsuz etkileniyorlar, diyerekten lisemizi kapattılar. Böyle bir atmosfer. Kürtçe’ye yeniden duyulan ilgi, kimlik temelli talepler, bunların hepsi etkili. Cegerxwîn’in “Kime ez” (Kimim ben) sorusu bana göre hâlâ güncel bir sorudur. Niye okulda başka bir dil, evde başka bir dil konuşuyoruz? Bu dil neden yasaklı, bu kültür neden baskı altında? Bunlar sürekli arkadaş çevresinde konuştuğumuz şeyler. Müzik de yapsan, edebiyatla da uğraşsan, şiir de yazsan gündemin bu. Dönemin ruhu buydu. Bu ortamda, lisemiz kapatılınca Ankara’ya, abimin yanına gittim. Bu arada, artık kafamda Kürtçe müzikle ilgili bazı şeyler uyanmıştı. 

ANKARA’DAKİ KÜLTÜREL ORTAM

Liseyi Ankara’da tamamladın. Ankara nasıl etkiledi seni?

Ankara’da özellikle edebiyat ve sosyoloji öğretmenlerim beni yazmaya teşvik ettiler. Ben de yazı yazmakla ilgili bir eğilim, bir yetenek olduğunu fark ettiler. Edebiyat öğretmenimiz sağ olsun, hafta sonları bizi edebiyat söyleşilerine götürürdü. Yani Ankara’da lise eğitimiyle kalmadım, Kızılay’da edebiyat panellerine, sohbetlerine gittiğim bir dönem oldu. Orada, “ben sanatçı olmak istiyorum” diye bir karar aldım. İlk yıl üniversiteye giremedim.

Tekrar Diyarbakır’a döndüm. Diyarbakır’da özellikle Kemal Burkay çevresinin oluşturduğu Halk Kültür Merkezi’ne gidip gelmeye başladım. Kürtçe müziğe burada başladım. Koma Dengê Azadî ile burada tanıştım.

Ankara’daki kültürel ortam da seni zenginleştirmiş olmalı…

Kesinlikle. Bir yıl da olsa önemli katkıları oldu bana ve yapmayı tasarladığım müziğe. 

KOMA DENGÊ AZADÎ İLE TANIŞMA

Peki, Diyarbakır’a döndün Koma Dengê Azadî ile tanıştın. Bu tanışma, profesyonel müziğe attığın ilk adım oldu diyebilir miyiz?

Grup Diyarbakır’a gelmişti. Biz de dernekte müzik yapan tıfıl gençleriz. Onlar İstanbul’da Kürt müziğiyle uğraşıyor ve ilk albümlerini çıkarmışlar. Türkiye’nin büyük kentlerinde Kürt müziğinin modernleşmesi diyebileceğimiz bir dalga başlamış. Beni, “Bu genç de müzikle uğraşıyor, saz çalıyor, ufak tefek besteler yapıyor” diye tanıttılar. Gruptaki arkadaşlar, İstanbul’a gelirsen görüşelim, dediler. Üniversite okumak üzere İstanbul’a gittiğimde bu kez İstanbul Aksaray’da, Stran Kültür Merkezi’ne gittim. O sırada Koma Dengê Azadî’de bir kadro değişimi yaşanıyordu. O süreçte bana gruba girmem teklif edildi. Ben de kabul ettim.

Grupta ne yapıyordun? Solist olarak mı görev aldın?

Önce bağlama çalıyordum. Henüz Kürtçe söyleyecek öz güvenim yok. Kitabi Kürtçe’ye hakim değilim. Saz çalıyorum ve ufak tefek besteler yapmaya başlamışım. Görevim bu. Şarkıları yazmaya başlayınca, arkadaşlarım bana, kendin besteliyorsun, kendin söyleyebilirsin de deyince, okulda tahtaya çıkıp şarkı söyleyen çocuğun özgüveni geldi bana. Bu kez Zazaki ve Kurmanci yazıp söylemeye başladım. 

SAZ, GİTAR VE LAVTA İLE DEVAM EDEN YOLDAŞLIK

Hep saz çaldığını söyledin ama benim gibi birçok kişi seni gitarınla tanıdı. Sazdan gitara geçiş nasıl oldu?

Zamanla gitar çalmaya başladım. Gitar çalmaya başlayınca işin rengi değişti biraz. Çaldığın enstrüman yaptığın müziği çok belirliyor. Konser çıkışlarında dinleyiciler fotoğraf çektirmek istediklerinde mutlaka enstrümanımı da yanıma alırım. Bir arkadaş, bir dost gibi o da o fotoğraflarda çıksın isterim. Çünkü o bir karakter. O bir yol arkadaşı. Yani yanında hangi enstrümanı taşıdığın senin müziğini belirliyor, seni belirliyor, yaptığın işle ilişkini çok belirliyor. 

Evet, gitarınla gelmeni bekliyordum ama lavta ile geldin. 

Diyarbakır’dan, Ankara’dan çıktığımda yanımda bağlamam vardı. Zamanla gitar çalmaya başladım. Bu müzikal yolculuğumu da belirledi. Çok sonraları lavta çalmaya başladım. Lavta da müzikal yolculuğumda başka bir kanal açtı.

Enstrüman vücudunun bir uzantısına dönüşüyor. 

Koma Dengê Azadî’de ne kadar çalıştın?

Bu yıl müzikteki 30’uncu yılımı kutladığıma göre, 1994’te Koma Dengê Azadî ile başladı yolculuğum. Grubun iki albümünde yer aldım. 1999 gibiydi, grup dağıldı. 5 yıl içinde iki albüm yaptık, birçok konsere çıktım. 

‘KAMUOYUNUN KARŞISINA ÇIKMAK ANLAMINDA PROFESYONEL OLDUM’

Artık profesyonel bir sanatçısın ve severek yaptığın işten para kazanmanın keyfini de yaşamaya başladın, diyebilir miyiz?

Evet, burada işin rengi de değişiyor. Bu profesyonelliğin altını çizmek lazım. Kastettiğimiz şey sadece müzikten para kazanmak değil. Zaten pek para kazandığımız yoktu. Yani bir dernek çatısı altında, gönüllü yaptığımız bir işti. Ama ufak tefek harçlıklar da kazanıyorduk tabii ki. Profesyonellik, daha çok kamuoyunun karşısına çıkmak, anladığım bu. Bir sorumlulukla kamuoyunun karşısına çıkmak. Modern Kürt müziği yapıyorum, Kürtçe sözlü şarkıları yazıp söylüyorum. Böyle bir grubuz biz. Kamuoyunun karşısına çıkma sorumluluğu anlamında profesyoneldik. 

‘KİTLEMİZ NEREDEYSE ORADA OLACAĞIZ’

Grup dağıldı ve kendi başına sahneye çıkmaya başladın. Bir grupla çalıştıktan sonra tek başına sahneye çıkmak zorladı mı seni?

Toplumsal olgulara işaret etmek istiyorum. Bireysel tercihlerimizi belirleyen toplumsal bir atmosfer var. 90’ların sonunu 2000’lerin başlarını hatırlayalım. Kürtçe üzerindeki baskılar biraz bertaraf edilmiş. Bizim buralarda HADEP bazı belediyeleri kazanmaya başlamış, Kürtçe kamusal alanda kendini daha görünür kılmaya başlamış. Bu arada üniversiteyi bitirdim. Grup dağıldıktan sonra iki arkadaşımız Diyarbakır’a geldi ve kafelerde çalıp söylemeye başladılar. Ben de üniversiteyi bitirdikten sonra Diyarbakır’a geldim ve gelişmekte olan kafe kültürünü gördüm, gözlemledim. Bir yol ayrımıydı hakikaten.

Okul bitmiş, mimar olmuşum. Ben gidip bir devlet dairesinde veya bir şirkette mimar olarak mı çalışacağım yoksa aldığım bu sorumluluğu sürdürecek miyim? Sürdüreceksem nasıl? Bu soruyu sorduğumda kafelerdeki potansiyeli gördüm ve Kebikeç adlı kafede sahneye çıkmaya başladım. 

Kafede sahneye çıkmak sorduğun sorulara cevap olabildi mi?

Sorduğum sorular şöyleydi: Kürtçe’nin görünürlüğü nasıl olmalı? Kürtçe’nin derneklerde, politik ortamlarda politik bir dil olarak kalması yeterli olabilir mi? Kendimce önemli bir karar aldım. Dedim ki illa protest, politik bir müzik yapmak zorunda değiliz. Kürtler neredeyse, Kürtçe nerede dinleniyorsa ses vereceğiz. Kitlemiz neredeyse biz de orada olacağız. Bardaysa barda, kafedeyse  kafede, düğün salonundaysa düğün salonunda. Dolayısıyla bu müziğin, bu kültürün bir tür sivilleşmesi diyebileceğim bir dönem yaşadık. Bir yandan bir büroda mimarlık yapıyorum ve cumartesi günleri Kebikeç’te gitarımla sahne alıyorum. Kitle 20-30 kişi, bazen 40 kişi geliyor. Mikrofon kullanmaksızın Kürtçe şarkılar söylüyoruz. Grup zamanından gelen repertuarı seslendiriyorum ama bir yandan da Arjen Arî’nin, Cegerxwîn’in şiirlerini besteliyorum. Böyle bir repertuarı bu kez kafelerde sunmaya başladım.

Kafe ve barlarda şarkı söyleyenlerin eleştirildiği bir dönem vardı. Ama senin anlattığın kitle sanatla bir şekilde hemhal olan insanlardan oluşuyor?

O kitap kafeye gelenler kentte avukatlık, hekimlik, hemşirelik, öğretmenlik yapan insanlar ya da üniversite öğrencileri. Kürtçe ile temas ediyorlar. Kürtçeyi, Kürtçe müziği dinlemek istiyorlar. Türkçe de söylüyordum ama daha çok Kürtçe söylemek istiyorum. Yani kendi repertuvarımızı yansıtalım istiyorum. Öyle ki hafta sonları civar ilçelerden de insanlar gelmeye başladılar. Diyarbakır’ın metropolleşme gerçeğini de o zaman fark ettim. Cumartesi akşam dinleti yapıyoruz, Viranşehir’den, Batman’dan, Kızıltepe’den, Kulp, Lice gibi ilçelerden öğretmenler, doktorlar, avukatlar geliyor.

Diyarbakır’ın bölgenin merkezi olduğunu ve kültür-sanat alanında bir potansiyeli kendine doğru çektiğini gördüm. Bir süre sonra beni dinlemek için gelenler, yaşadıkları şehirlere davet etmeye başladılar. Böylece o kafelerden çıkıp başka bir kitleyle buluşma şansımız oldu. 

O halde, Mehmet Atlı ismi Kebikeç’te duyulmaya başladı, diyebilir miyiz?

Kesinlikle. Grupta daha kolektif kimlikle bulunursun. Daha politik bir gündemin vardır. Bir dernek ortamı içindesin nihayet. Fakat ben gruptayken de şarkılarımın altına imza atardım. Yani o kartonette kendi imzamı atardım. Ama nihayet o bir grup kimliğidir. Sonra kendi ismimle, şarkılarımla çıkmaya başladım. Ve daha kentli, kişisel meselelere de değinen bir gündemle çıktım  dinleyicinin karşısına. 

‘CAREK VERE’ ŞARKISININ HİKAYESİ

Bilirsin, ilk albümünde yer alan “Çarek vere” şarkını çok severim. Sözünü ettiğin kentli müziğe uygun bir şarkıdır. Grup müziğinden kopuşuna da işaret ediyor. Ne dersin? 

“Carek vere” şarkısının hikayesi ilginçtir benim için. Üniversitenin son yılındaydım ve grubumuz dağılmıştı. Bu arada film ve tiyatro oyunları için teklifler almaya başlamıştım.  Tezer Özlü’nün bir hikayesinden yola çıkan bir kısa belgesel için müzik yapmam istendi. Tezer Özlü’nün hikayesi, Türkiye edebiyatının efsane ismi Hayalet Oğuz’u anlatıyordu. İşte bahsettiğin şarkı, o filme yaptığın müzik. 

 

Carek Vere önce film müziğiydi yani? 

Evet, film müziğiydi. O süreçlerde ben Beşiktaş’ta oturuyorum. Taksim’den Beşiktaş’a yaptığım yürüyüşler var. O yürüyüşlerde, buna bir de Kürtçe söz yazayım diyerek yaptığım bir şarkı. Kendimden, derdimden, bireyselliğimden bahsedeyim diye yazılmış bir şarkı.

Carek Vere ilk albümünde yer alan bir şarkı. İlk albüm hangi koşullarda çıkt?

Metin-Kemal Kahraman Kardeşler ve Serdar Keskin bir konser vesilesiyle Diyarbakır’a gelmişlerdi. Ben de kafede müzik yapıyorum. Onlar o sıralarda Lizge Müzik Atölyesi adıyla bir atölye kurmak uğraşı içindeler İstanbul’da. Ben de onlara kendi şarkılarımdan bahsettim. Bir repertuvarımın olduğunu, şarkılar yazdığımı söyledim. Bunu Lizge Müzik Atölyesi içinde neden yapmayalım, gibi bir fikir gelişti. Fikir şuydu Acaba Unkapanı’nın etkisinden nasıl kurtulabiliriz? Yapım prodüksiyon ilişkilerine, patronaj ilişkilerine girmeden müzisyenler olarak biz ne yapabiliriz? Kendin çal, kendin finanse et ve dağıtımını yap. Böyle bir fikirdi. Benim arayışıma da denk düştü. Bir demo hazırlamıştım, Diyarbakır’da genç müzisyenlerle. Bu demoyu kendilerine verdim ve dedim işte böyle bir albüm çalışmam var. İstanbul’a gel, albümü yapalım, dediler. İlk albümüm “Jar” böyle çıktı. Senin bahsettiğin Mehmet Atlı olarak artık şarkılarımın duyulması o döneme denk gelir. 

ARJEN ARÎ NESİLLER ARASINDA BİR KÖPRÜ OLDU

Az önce çaldığın enstrümanla ilgili, bir bütünleşme halinden söz ettin. Bana öyle geliyor ki Kürtçe’nin önemli şairlerinden Arjen Arî şiiriyle de benzer bir bütünleşme yaşadın ve bu nedenle onun şiirlerinden epey beste yaptın. Arjen Arî şiiri için ne söylemek istersin? 

Biz kitabi Kürtçe’yi derneklerde öğrendik. Müzik vesilesiyle ve politik bir kimlik, politik bir dert ile öğrendik. Ama bu dilin ustaları, şairleri, yazarları var. Muazzam bir birikim var. Ve biz o birikimden mahrumuz. Çünkü Kürtçe kitaplar çok nadir bulunuyor. Dengbej müziği, evet biliyoruz. Ama o kitabi Kürtçe’ye hakim değiliz. Dengbej’in anlattığı dünyayı bilmiyoruz, kentlerde yetişmiş nesiller olarak. Bence Arjen Arî gibi şairlerin önemi, nesiller arasında böyle bir köprü kurmak oldu. 

Arjen Ari (1956-2012)

Arjen Arî ile nasıl tanıştın? 

Koma Denge Azadî’deyim ama her yaz Diyarbakır’a geliyorum. Birinde rahmetli Mustafa Gazi beni bir derneğin açılışına çağırdı. Gitarımı aldım gittim, açılışta iki şarkı okudum. Aynı programa Arjen Arî de açılışta şiir okusun diye davet edilmiş. O açılışta Mustafa Gazi tarafından tanıştırıldık. Elinde bir klasör vardı, şiirleri henüz kitap olarak basılıp yayınlanmamış. Orada Arjen Arî bir eleştiride, bir şikayette bulundu. Yaptığımız şarkıların sözlerini, yavan bulduğunu belirterek eleştirdi. Haklıydı ve bir şiirini istedim ondan. Elindeki klasörü uzattı, ‘Al, tümü senindir’ dedi. Bir iki şiirin üzerinde odaklandım. İstanbul’a döndüğümde bestelemek için çalışmaya başladım.

Arjen Arî’nin şiirlerinde güçlü müzikal bir ahenk var zaten, değil mi?

Kesinlikle. Şiirdeki müzik hemen fark ediliyor zaten. Bana düşen kendi melodilerimle bir araya getirmek oldu. Böylece bir yol arkadaşlığı başlamış oldu. Ben Diyarbakır’a gelip gittikçe görüşüyoruz. Edebiyat üzerine, müzik üzerine sohbet ediyoruz. Birçok şiirini besteledim. 

Evet ve şimdi Arjen Arî şiirlerinden yaptığın şarkıları albüm yaptın…

Doğru. Seneler sonra bu şarkıları bir araya getireceğimiz özel konseptle bir albüm hayal ettik ve gerçekleştirdik. Sekiz ay kadar önce dijital olarak çıktı albüm. Arjen Arî’nin şiirlerinden yaptığım ve farklı albümlerde dağınık olarak duran şarkıları bir araya getirdim, anısına hürmeten. Arkadaşlığımızı bir daha yaşar gibi oldum. Kebikeç’e gelir, masasına oturur, dinlerdi beni.

30. YIL İÇİN 3 ALBÜM

Şimdi 30’uncu yıla geldik. Özel bazı çalışmalar olacak. Bunlardan söz edebilir misin?

Öncelikle benim şarkılarımı başka solistlerin seslendireceği plaklar hayal ettik. Üç plak halinde yayınlayacağız bunları. Önce dijital mecralardan  yayınlayacağız. Şimdiden bunun ipuçlarını verdik zaten. 1 Eylül Barış Günü’ne denk getirmek istiyoruz özellikle. Güzel bir barış fotoğrafı vermek istiyoruz. Albüme Abdullah Peşew’in “Na ne tene me” (Hayır, yalnız değilim) dizesini isim yaptık. Ayrıca Ali Kemal Çınar mayıs ayında yaptığımız turneyi çekti, buradan bir film çıkacak. Bir de bir kitap yapmak istiyorum. Şarkılarımın notalarından, sözlerimden ve belki ufak tefek anektodlarımdan oluşan bir şarkı kitabı yaparak bu 30. yılı kutlamak istiyoruz. 

TOPLUM DA DEVLET GİBİ DÜŞÜNMEYE BAŞLADI

30 yıl dünya için küçük, insan ömrü için kıymetli bir zaman. Bu çalışmalarla geriye dönüp bakmak ve yeni bir yol haritası çizmek fırsatı da bulacaksın sanki… 

Aslında toplumların hayatı bile 10 yıllar halinde yazılır, biliyorsun. 10 yıl  toplumların hayatı için de önemli sayılabilecek rakam. Ama bir insanın ömrü için 30 çok yıl önemli. Benim sanatta ikinci bir 30 yılım olmayacak, bunu biliyorum. Dolayısıyla bir dönüp bakmak istiyorum. Daha iyi olabilirdi, ilk aklıma gelen his bu oluyor. Daha özgür ve barışçı koşullarda geçebilirdi bu 30 yıl. Müziğimizi paylaştığımız ortamlar da farklı olurdu. Bize yapılan baskıları, haksızlıkları biz seçmedik ama buna karşı verdiğimiz mücadeleyi biz seçtik. Bu bizim seçimimiz, yolumuz. Ben kendi müzikal yolculuğumu aynı zamanda “Kîne Em” (Kimiz biz) sorusuna verilmiş bir cevap olarak da görüyorum. Bir kimlik, özgürlük ve eşitlik mücadelesi. Müziği böyle görüyorum. Bir insanın kendini ifade etme hakkı olarak görüyorum. 

30 yılda baskılar pek değişmedi. Hâlâ insanlar düğünlerde halay çektiler diye gözaltına alınıp tutuklanıyorlar…

Hem değişti hem bazı açıdan değişmedi. Özellikle işaret etmek istediğim şey makro siyasetle ilgili. Maalesef Türkiye’de toplumun da devletin suçlarına ortaklık ettiği bir evreye geçtik. Toplumun devletleşmesi diyebileceğimiz bir süreç. Toplum da birçok konuda devlet gibi düşünmeye başladı. Devlet Kürtçe ile ilgili o kadar çok suç ve kabahat işledi ki, bir yerde toplumu da kendine suç ortağı etmiş durumda. Cezasızlık kültür haline gelince, nefret suçu sıradanlaşınca her şey olağanlaşıyor. Bu olağanlaşma en tehlikeli şeydir. Asıl dikkat çekmek istediğim nokta budur. Oysa devletle toplum arasında bir mesafenin olması gerekir. Toplumun söz hakkının olması gerekir ki devlet  kendine biraz çirkin düzen verebilsin. Ama öyle bir noktaya geldik ki maalesef toplum da devletin gösterdiği refleksleri gösterir olmaya başladı. 

‘MİMARLIK EĞİTİMİ MÜZİĞİME DE YÖN VERDİ’

Profesyonel müzik yaparken de mimarlık okumaktan vazgeçmedin. Mimarlık da yaptın. Biraz bundan söz edebilir misin? 

Evet, firmalarda çalıştım. Sonra master ve doktora da yaptım ve Mardin Artuklu Üniversitesi’nde 8 yıl kadar akademisyen olarak mesai yaptım. Sonra istifa etmek durumunda kaldım bir grup arkadaşımla birlikte. Çünkü mobbing uygulamaları yaşadık ve buna karşı tepkimizi istifa ederek dillendirdik. 

Mimarlık müziğine katkı sağladı mı? 

Kentle ilgili meselelere yönelmiş olmamda mimarlık eğitiminin, mimarlık tarihi masterı yapmış olmamın payı var. Çünkü kentin kendisi bir sanat yapıtı. Bütün sanatlar artık kentsel bağlamlarda üretiliyor ya da icra ediliyor. Hepimizi  belirleyen en genel çerçeve modernleşme ya da kentleşme. “Hepsi Diyarbakır” kitabımdaki yazıları doktora sürecinde yazdım. Şimdi müzik bağlamında konuştuğumuz toplumun değişimini konu alan bir kitap aslında bu. Toplumsal değişim şehrin, mimarinin, mekanın değişimi. Son 10 yılda düğün salonlarının, taziye evlerinin, alışveriş merkezlerinin çoğalması, aynı zamanda bir toplumsal değişime de işaret ediyor. 

Kitap demişken, var mı yeni bir kitap projesi? 

Doktora tezimi, “Gitarımın Kılıfı” adıyla kitaplaştırıyorum. Burada gitarımın kılıfında taşıdığım yazılar olacak. Türkiye ve Avrupa’da gezdiğim, konserler verdiğim, tanık olduklarımı yazdım. Mekanların hikayesini yazdım diyebilirim. Bunun da haberini vermiş olayım.

KÜRTLERDE SPONSORLUK GELİŞMEDİ 

Kürt sanatçılar her şeye rağmen bir mesafe katetmiş olabilir ama kimi temel sorunlardan söz etmek gerekirse, neler söylemek istersin?

Ben sanatın toplumsal bir pratik olduğunun altını çiziyorum. Dönemin ruhu denen şeyin önemli olduğuna işaret ediyorum. Bireylerin kabiliyeti, özverisi, tek tek böyle aile hikayeleri önemli tabii ki. Ama daha önemli olan şey bence bizi kuşatan toplumsal bağlam, toplumsal çevre. Mesela hâlâ Kürt müziğinin sponsorluktan nasibini alamamış olması beni üzüyor. Kürt edebiyatının, müziğinin, açıkça söyleyeyim, zenginler tarafından cesaretle sahiplenilip desteklenmemesi, bizim hâlâ modernlik yolunda çok çok gerilerde olduğumuzu söylüyor bize. Sponsorluk denilen mekanizma Avrupa’da 500 yıl önce, Rönesans döneminde ortaya çıkmış bir olgu. Aradan bunca zaman geçmiş, Kürt toplumunun hâlâ kendi sanatını ve sanatçısını destekleyecek bilince ulaşmamış olması beni düşündürüyor, üzüyor. Bir toplumun kimliğiyle, kültürüyle ilgili sahiplik iddiası nerededir? Eğer bu maddi koşulları oluşturamamışsak biz sanatçılardan ne bekliyoruz? Mucize yaratmalarını mı? Açlıktan ölmelerini mi?

30 YILLIK BİR KİŞİSEL İNAT MESELESİ

30 yıl müzikte ayakta durmak, gündemde olmak, hâlâ seviliyor olmak birçok sanatçı için mucize gibi bir şeydir. Bu senin tek başına inadınla mı ilgili? Ya da başarın, yaptığın işin zamanın ruhuna uygun bir şekilde ilerlemesiyle mi?

Kendimi şanslı sayıyorum çünkü birçok insan başladığı gibi bitirmek zorunda kaldı. Ben en azından ailemin, yakın çevremin, dostlarımın desteğini aldım. Sanat yolculuğuna cesaret gösterenlerden bunu hayatıyla, sağlığıyla ödeyenler oldu. Sürgün olmak zorunda kalan insanları düşünelim. Benim durumumda bir kişisel inat hikayesi de var. Ama en temelde aşk diyebilirim. Bir aşk lazım bu işler için. Güçlü bir aşk. 

İşini aşkla yapmaktan söz ediyorsun?

Evet, sizi sürekli burada canlı tutacak, bu işin içinde tutacak. Ben bunu aşkla açıklıyorum. İster müzik aşkı deyin, ister diline aşık olmak, ister özgürlük aşkı deyin, ne derseniz deyin. Ama 30 yıl Kürtçe müziğin içinde olmayı ancak aşk gibi güçlü bir duyguyla açıklayabiliyorum.


Vecdi Erbay Kimdir?

Mardin, Şenyurt doğumlu. Üniversite eğitimini tamamlayamadı. Çeşitli dergilerde yazıları, şiirleri, öyküleri yayımlandı. On yıla yakın bir süre Özgür Gündem gazetesinin kültür sanat editörlüğünü üstlendi. Çeşitli yayınevlerinde çalıştı. Yayımlanmış iki şiir kitabı var: Kuşkular Zamanı (Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1997), Yaz Sayıklamaları (Piya Kitaplığı, 2003). Öykü kitabı Masalın Ölümü, 2006 yılında Agora Kitaplığı’ndan çıktı. İnatçı Bir Bahar-Kürtçe ve Kürtçe Edebiyat derleme kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan 2012’de çıktı. Şiir: Görülmüştür, Türkiye Barışını Arıyor, General Electric -Halil İncesu karikatür albümü yayıma hazırladığı kitaplardan birkaçı. Diyarbakır’da yaşıyor ve Gazete Duvar bölge temsilcisi olarak çalışıyor.

GD

 

Geef een reactie

Je e-mailadres wordt niet gepubliceerd. Vereiste velden zijn gemarkeerd met *