Kejê BÊMAL Prof. Dr. Bahri ÇAKABAY ile röportaj

Size bugün meselelerimize ‘’ortak akıl ‘’ yürütmek için çıktığımız yolda ‘’ Kalabalıkların Bilgeliği ‘’ne inanarak hazırlayacağımız seri röportajların üçüncüsü olan röportajı getirdim.

 ‘’ Coğrafya Kaderdir ‘’ söyleminin inadına, hem kendinin hem halkının kaderini değiştirmek için bir dağ köyünden yola çıkıp bugün ‘’Cerrahi Onkoloji’’ dalında hatırı sayılır kariyer yapan, yılmadan, usanmadan, bıkmadan daima kendini yenilemeye çalışan,  her daim uzak ufakların yorulmak bilmeyen yolcusu, bilgi ve sorgulamanın daimi öğrencisi hepimizin gururu Hocamız  Prof. Bahri Çakabay.

Coşkun akan bir nehir gibi bitmek tükenmek bilmez enerjisi ile bizi çepeçevre saran samimi ve içten sohbeti, alçakgönüllü ve ulaşılabilir bilgi paylaşımı, halkına, vatanına ve köklerine aşkla bağlı bir Kürt evladı olarak ‘’ iyi ki bizimsiniz! ‘’ dedirten içtenliği ile bizimle hayat öyküsünü ve görüşlerini paylaştı.

Kendisini bir kez tanırsanız ‘’evinizin oğlu ‘’ hatta ötesinde verdiği samimi güvenle bir daha unutamayacağınız bir auraya sahip.

İyi ki tanıdım dediklerimden.

Lafı çok uzatmadan sizi bu güzel adamla baş başa bırakıyorum.  Eminim benim kadar sevecek, benim kadar gurur duyacaksınız. 

Öykünüzü çok merak ediyorum.  

Hikâyenin en başından başlayalım. Hayata merhaba dediğiniz yerden ve çocukluğunuzdan. Bizimle paylaşır mısınız?

-Bingöl merkeze bağlı, Antropolog Levi Straussun yaban akıl ve yaban yaşam dediğinin hakim olduğu, Tanrının, annemin ve oradaki 60 hane sakinin Zaza’ca konuştuğu, elektriğin bağlı olduğu şehirde merkezinde bile yeni olduğu bir dağ köyü olan Qerwelan ’da 1970 yılında dünyaya gözlerimi açtım.  Çocukluğumun büyük bir bölümü de bu dağ köyünde geçti.

-Nasıl bir şeydi o köyde çocuk olmak.

-Bir kere coğrafik koşulların sertliği beraberinde bir sürü yoksunluğu getiriyordu ama siz kıyaslayacak varsıl hayatları tanımadığınızdan, bunun yoksunluk olduğundan habersiz yaşar ve şekillenirdiniz zaten.
Çetin karasal iklimi olan bir coğrafya olduğundan bir kar yağar yılın çok ciddi bir bölümünü kar altında dünyadan tamamen kopuk, coğrafik şartlarla savaşıp ona entegre olmaya çalışarak geçirirdiniz.  Babam bir keresinde “bizler kar yoksuluyuz” demişti, hafızama kazınmıştı o sözü, on yıllar sonra Cizre’den bir arkadaşımla Bingöle sonrada Qerwelana gittiğimizde babamın bu sözünü arkadaşıma söylemiştim, bilge biriydi bu arkadışım çok etkilenmişti bu sözden hala hatırlatır bana.
Örneğin şu an çok net hatırlıyorum çocuk Bahri’nin uzaklık sınırı gözünün görebildiği son görünen dağdı.   Yani bana göre o günlerde dünyanın en uzak ucu, bizim köyden görünen en son dağdı.

-İlkokula o köyde mi başladınız?

-Evet.

Hadi o güne gidelim. Neler hissediyorsunuz?

– Dünyadaki bütün çocuklar okula başladıklarında heyecanlı ve ürkektir. Büyüdüğünü hissetmenin verdiği gurur ana kucağından çıkmanın verdiği korkuyla birleşir. Kendi başına türlü travmalar içeren o ilk gün bütün dünyadaki çocukların belleğine hayatı boyunca kazınır. Bu yüzden modern dünyada ilkokula başlayacak çocuklara yumuşak geçiş yapmaları için okul öncesi eğitimler, veli eğitimleri, çeşitli pedagojik yardımlar yapılır ki çocuk bu süreci problemsiz atlatsın herhangi bir travmaya maruz kalmasın.
Bu doğal ve çocuğu önceleyen ve doğru yönetilen süreç bizde tam tersine travmatik olanı artıran bir süreç olarak yaşandı. Düşün ki o ana kadar kendi anadilinizin dışında hiçbir dile maruz kalmamışsınız. Ve tüm dünyanızı anadilinizle şekillendirirken bir sabah okula başlama çağınız geldiği söylenerek götürüldüğünüz binadan içeri girdiğinizde dilsiz kalmışsınız. Sizi eğitecek kişi dilinizi anlamıyor siz de onun dilini anlamıyorsunuz.  Dahası anadilinizin yasak olduğunu konuşursanız ceza alacağınızı, okulda kullanılan yabancı dilin sizin dilinizden üstün bir dil olduğunu ve hızlıca bu dili öğrenmeniz gerektiği size ana dilinizi ananızla bile konuşmayı yasaklayarak, arkadaşlarınız arasında evde konuşanları tespit edip öğretmene bildiren muhbirler seçilerek,  cezai yöntemler kullanılarak çok kısa sürede gayet net anlatılmış. Henüz 7 yaşındaki bir çocuk için bunun tam olarak nasıl bir ruhsal ve fiziksel zorlama olduğunu ve bu sürecin bu çocukta hayat boyu sürecek nasıl bir travmalar zincirine sebep olacağını düşünün.

Kürtler düşünsün Hocam.    Zira nüfusu 35 milyonlarla ifade edilen bir halkın hala kendi coğrafyasında bile bu çağda ‘’Ana Dilde Eğitim ‘’ hakkı kadar doğal ve insani bir hakkı elde edemeyişinin nedeni benim baktığım yerden sadece sömürge bir ulus olmakla açıklanamaz.
Bunun altında ciddi bir siyasal mücadele basiretsizliği ve beceriksizliği de yatar.

Bu öyle bir konu ki her Kürdün kendi çocuklarının başına gelecek ağır travmalarla sakatlanmaması için siyasal, sosyal, ekonomik sınıf tanımaksızın birleşip hak araması gereken bir mesele iken son on beş yılda bir de bu meseleye ikinci sınıfın ikinci periyodunda hala okuma yazmaya geçememiş çocukların sınıf öğretmeni tarafından RAM merkezlerine incelenmeye gönderildiği o merkezde yine bilmedikleri dille raporlanmaya tabi tutularak  ‘’zeka engelli ‘’ olduğu gerekçesi ile rehabilitasyon merkezlerini yönlendirildiği bir süreç eklenmişken hala kendileri dışında birilerinin onlarla empati kurup gelip bu sorunu düzeltmesini beklemeleri karşısında benim kendilerine söyleyecek sözüm kalmadı açıkçası.

Bu sorunun günümüzde hangi noktaya geldiğini merak edenler 2013 yılda hazırladığım ‘’Diline Küsen Çocuklar ‘’ adlı araştırma dosyasına bir daha bakabilirler.
Biz yeniden sizin ilkokul çağlarınıza dönelim.

– Evet Keje Can. O günün koşullarında bu linguistik dram üzerine sonradan tiyatrolar ve filmler yapıldı, hepsi senin malumun zaten.  Zeki bir çocuktum sanırım ve okumaya istekli. Bunu fark eden Batı’dan ta İstanbul’dan gelen öğretmenim bana yaz tatilinde okumam için resimli çocuk kitapları getirmişti. O zamanlar o dağ köyünde resimli çocuk kitabı demek uzay gemisi görmekle eş değerdi bir çocuk için. Cennetten düşmüş bir hediye gibiydiler. Kitaplarımı okşar, koklar, sever ve korurdum. Kısa zamanda çok başarılı bir öğrenci oldum. İlkokulu dördüncü sınıfa kadar köyde okudum ve babam Bingöl’e taşınmaya karar verdi.

 

-En uzak sınırını köyün en son dağıyla sınırlandıran bir çocuk için nasıl bir deneyimdi Bingöl’le ilk karşılaşma?

– 12 Eylül darbesinin hemen sonrasıydı. Siyasi atmosferi anlayabilecek yaşta değildim. Köyden sonra bana Bingöl’le karşılaşmak o koca koca binalar, elektrik kent yaşamı bana acayip baş döndürücü gelmişti.
Hastaneye gittiğimizi hatırlıyorum. Bugünün sağlık ocakları kadar bile olmayan bir yer o günkü algımda devasa ve koskocaman görkemli bir binaydı.  İlk kaloriferi orada görmüştüm örneğin. Çok şaşırdığımı hatırlıyorum.
Düşünün biz köyümüzde avcı toplayıcı toplumun sadece biraz daha ilerisinde bir yaşam sürerken birden elektriği suyu hatta devlet binalarında kaloriferi olan bir kent yaşamıyla tanışmıştım.
İlkokul beşinci sınıfa orada başladım ve her anlamda müthiş bir uyum sıkıntısı yaşadım. Bereket muhteşem bir öğretmene denk geldim. Mürvet Hoca…

İlk defa köyde öğretmenimin bana getirdiği resimli öykü kitaplarındaki kadınlara benzeyen bir kadın görüyordum.

Saçları açık, bakımlı, kıyafetleri o resimdeki kadınların kıyafetleri gibi.

Yıllarca bakıp türlü hayaller kurduğum resimlerdeki kahramanlarımdan birini karşımda görmek hem müthiş heyecan verici hem de çocuk dünyamda hayranlıkla karışık güven vericiydi.
Müthiş bir şefkatle bana destek oldu. Elimden tuttu dönüştürdü. O zor adaptasyon günlerimin görece hafiflemesi için elinden geleni hatta fazlasını yaptı. Bugün geldiğim noktayı borçlu olduğum insanlardan biridir Mürvet Hoca.
Çok genç yaşta akciğer kanserinden kaybettik hocamı.  Buradan rahmet ve şükranla anıyorum bu vesile ile.

Sonra?
Sonrası ortaokul ve lise.

– Liseyi de Bingöl’de ‘mi okudunuz

– Evet. Babam dindar bir insandı. Ama belirtmekte fayda var bugünkü dindarlık algısıyla alakası olmaya çok adaletli merhametli bir dindarlık.

Babamın isteği üzerine İmam Hatip Lisesine başladım.
Açıkçası orada çok mutlu olduğumu söyleyemem. Baktım olmayacak, babama hissettirmeden Bingöl Lisesine geçiş yaptım. Sonra da malumunuz Tıp fakültesini kazanıp Ankara’ya geçiş yaptım.

– Orada biraz duralım mı Hocam?
Madem hayatımızı şekillendirip yön veren öğretmenlerimizden bahsediyoruz, sizin felsefeye ve edebiyata olan ilginiz sizi yakından tanıyanların malumu.

Tıbbiye ziyadesi ile hele hele o yıllarda bu günkü eğitim şartlarının çok üzerinde zorlu bir eğitimi olan ve prensipli durmaksızın çalışmayı gerektiren bir bölüm.
Hem böyle bir bölümü okuyup hem bu güne kadar getirdiğiniz felsefe okumaları yapmak alışkanlığınızın, felsefe ve edebiyata olan ilginizin kaynağını oluşturan o dönemlerde Bingöl Lisesinde Felsefe öğretmenliği yaparken bir sürü gencimizin hayatına dokunan bir güzel insan, bir deli şair olan Metin Altıok’la ilgisi olabilir mi ? Zira benim hesabıma göre tam da o yıllarda Metin Altıok Bingöl Lisesindeydi.

-Aaaaa Kejeciğim. Ben nasıl Metin Hocamdan bahsetmeyi atlarım?   İyi ki sordun!
Şair Metin Altıok benim üç yıllık öğretmenim.

Bingöl’e ilk gelişini bile hatırlarım. O zamanlarda müfredat gereği üç ders birlikte verilirdi.  Çok emin değilim ama sanırım psikoloji, mantık ve felsefe birleştirilerek verilirdi. Metin Hocam bu birleştirilmiş derslere girerdi. Hayatımızın o döneminde hissetmediğimiz ama önümüzdeki gelecekte onun öğrencisi olan herkesin hissettiği çok derin izler bıraktı bizde.
Şiire ve Şaire bu kadar yabancı bir toplumda ‘’Şair Gibi Yaşayan ‘bir şairdi.
Elinin değdiği her öğrenciyi biraz kendisine benzetirdi. Bizim her daim takım elbiseli, briyantinli saçlı, karizmatik ve herkesin sevgilisi biricik abimiz, Metin Hocamız, bizlere kendi bıraktığı izleri takip eden çok iyi şairler bıraktı örneğin Metin Kaygalak ve diğer şairler.  .
Metin Hocama yetişip ondan eğitim alan bir kuşak olarak gerçekten çok şanslıyız ben ve bütün öğrencileri.
Rahmet, şükran ve sevgiyle anıyorum kendisini…

Hadi şimdi Ankara ve Tıbbiye …
Bingöl’den sonra gördüğünüz ilk şehir değil mi ?  Bu sefer nasıl bir şaşkınlık ve karmaşa içerisinde Üniversiteli Bahri?

-1985 / 86 Eğitim yılında Ankara’da Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesine başladım. Köyden Bingöl; Bingöl’den direk Ankara’ya giden bir genç olarak bir kere korkunç bir uyum sorunum vardı onu net söyleyeyim.

Beş altı katlı bir terminalde kasvetli, sevimsiz kocaman ürkütücü bir şehirde hatırlıyorum şimdi kendimi. Darbeden sonraki ilk sivil yönetim olan Özal yönetimi devletin başına geçmiş. Harıl harıl köprüler, otoyol, metro inşaatları Ankara’nın dört bir yanı, dışarıya açılma politikalarını içeren bir süreç.

Kültürel değişikliklerin toplumsal sancısını şehir ve insanları yaşarken daha sonradan sefası sürülecek  bu inşa sürecinin biz her anlamda eziyetini çekenlerdendik.

Ekonomimiz ziyadesi ile kötü. Bir evde sekiz kişi kalarak yoksulluğun edebiyatını yapma anlamında söylemiyorum ama cidden çok yoksul üst düzey yoksulluk yaşayan Kürt talebeler olarak kenar semtlerde bazen okula giden yolun yarısını yürüyüp yarısını toplu taşıma araçlarına binerek bazen yolun tamamını yürüyerek okula ulaşırdık.

-Hala çoğunluk Kürt çocukları aynı şekilde okuyor Hocam.

-Bence o kadar değildir Keje.

-O kadar o kadar Hocam.   Bu yüzden kazandığı üniversiteye başlayamayan ya da eğitimini yarıda bırakan çocuklarımız var. Ben onlarla yıllardır iç içe olduğum için sorunlarını çok yakından bilirim. Ve Kürt toplumu hala gelecekleri olan bu gençlere karşı inanılmaz duyarsız. Oysa hali hazırda birazcık destekle bu ödüllendirilmeyi hak etmiş başarılı gençlerin eğitimine destek olabilirler.

-Tabi ki Kejeciğim. Yoksul bir öğrenci için hayat öpücüğüdür burslar. Her kurum, her birey miktarına bakmaksızın bu konuda gençleri desteklemeli.

Ankara’ya dönelim tekrar biz hocam.  Yoksulluğun, kültürel ve sosyal entegrasyonun getirdiği zorlu şartlara rağmen eğitiminize devam etmeye kararlısınız, sanırım pes etmek sizin kitabınızda yok. (Gülüşmeler)

– Yok Keje .   Var mı o noktaya kadar gelen yolculukta artık pes etmek?  Kaldı ki o yılların Ankara’sının Bingöl’den gelen bir gence sunacağı bir sürü kültürel ve sosyal avantajlar var. Ekonomik olarak gidemesem de ilk sene yakından gözlemliyordum kültür sanat festivallerini.
Bilmeye, okumaya, anlamaya karşı ciddi bir açlık çekiyorum. O yüzden aç midem çok da umurumda değil. Neredeyse kitap evlerinden çıkmıyordum. Gece gündüz sürekli okuyorum. Bir taraftan tıbbiyenin ağır müfredatı bir taraftan felsefi okumalar benim için kendimi ve entelektüel kimliğimi inşa sürecimde muazzam bir ivmelenme Ankara’da olmak. O dönemler Zafer çarşısında olan Dost ve İmge kitabevinden hiç çıkmıyordum. Okul hayatımın dışındaki bütün zamanlarım neredeyse orada geçerdi.

Hem Tıp gibi o zamanlar muazzam zor olan bir bölümü okuyup hem Felsefe ve Edebiyata bu yakından ilgi duymak çok büyük bir maharet istiyor zaten Hocam.

Üstelik bu alışkanlığınızı bu günkü yaşamınıza bile kesintisiz taşıyacak kadar da ciddi bir istikrar sergilemişsiniz. Bravo!  Sizi siz yapıp diğerlerinden ayıran ve benim size gelmemin nedenlerinden biri de bu istikrarlı başarınız. Hayran olmamak mümkün değil.

-Mahcup ediyorsun Kejecim. Bir yerlerde mutlaka çok daha iyisi vardır.

-Gelelim Kürtlerin her dönem yaşamlarının bir parçası olan politik sürece.

Nedir üniversitelerde o yıllarda Kürt öğrencilerinin politik şekillenmesi?

-Darbe sonrası biçilen Türk solu bir daha toparlanması zor ziyanın kalan kısmıyla hesabını yaparken Kürtlerin arasında yeni bir örgüt yükseliyordu. Yöntem olarak silahlı mücadeleyi benimsemiş bir örgüt hızla Kürtlerin her alanına nüfus ettiği gibi üniversitedeki Kürt öğrencilerinin de arasında revaçta. Tabi ki benim yakın arkadaşlarım arasında da. Ben yapım gereği şiddetin her türlüsüne, içinde ölüm ve öldürmeyi barındıran her türlü biçimlenmeye karşı olan biri olduğum için edebiyat ve felsefe ile uğraşırken bu karakterim ciddi eleştiri malzemesi haline gelmişti. Arkadaşlarımın gün geçtikçe sertleştiğini fark ediyordum. Halihazırda tırmanan şiddet ortamına yapım gereği aramda mesafe bırakırken arkadaşlarımın küçümsemelerine maruz kalıyordum.
Üç arkadaşım vardı ikisi Liceli. Biri Diyarbakır merkezden. Gittikçe farklılaştıklarını görebiliyordum. Sonra bir gün birinin dağa çıktığını öğrendim. İzini kaybettim. Daha sonra diğer arkadaşımın da aynı şekilde izini kaybettim. Çok da zeki çocuklardı. Mesela Liceli olan 80 ‘den aşağı not almazdı. İkinci sınıfta bir ay okula geç gelmişti. Güneşten kararmış derisini görünce ‘’ Hayrola tatile mi gittin, niye geç geldin ‘’ diye sorduğumda bana ‘’ İki aydır tarlada çalışıtım güneş altında, işler yeni biti, biter bitmez geldim. Benim için tatil daha yeni başlıyor ‘’ cevabını vermişti. Çok disiplinize bir çocuktu. O dönemler küçük bir ses kaydedici teyp almıştı. Hocanın önüne koyardı ve hiçbir notu atlamazdı. Hepimiz notları kendisinden alırdık. O da gitti.
Birkaç yıl sonra yaşamını yitirdiğini öğrendik. Hala yüreğim acır kendisini düşündüğümde.

Birde hakkını yememek gerek okuyan meraklı şimdikilere hiç benzemeyen toplumcu Siyasal İslamcı gençlik vardı, ayrı bir parantezde tartışılması gereken.

-O dönem bahsettiğiniz örgüt üniversitelere çağrı yapıp bütün Kürt öğrencilerini dağa davet etmişti. Kürt halkı tarihinin en büyük kayıplarından birini belki de o dönem verdi. Bugün içinde yaşadığımız niteliksiz politik duruşunun ve daha birçok içi boşaltılmış kavramların peşine takılıp giden güruhun yegâne sebebi o gün dağlarda yitirilen okumuş ve bugünü aydınlatacak Kürt çocuklarıydı bence.
O kadar üzgünüm ki ben şahsen bu konuda üzüntümü tarif edemem.  Bence Kuzeydeki Kürt özgürlük Mücadelesinin geleceğe şekil verecek omurgası kirli eller tarafından tam da o yıllarda bu şekilde kırıldı. Yüzlerce doktorumuzu, mühendisimizi, mimarımızı, geleceğimizi bir hiç uğruna yitirdik!

Keje can, bugün buradan bakıp bazı tespitleri yapmak kolay olsa da dönemin ruhu bu günkü gibi işlemiyordu. Üniversiteler o dönem bu sebepten boşaldı. Ben doğamdaki merhamet ve şiddeti sevmeyen biri olarak mesafemi korusam da bugün bu arkadaşlarımın anısı önünde sevgi ve hürmetle eğiliyorum. Kendileri adına ben de çok üzgünüm. Keşke daha farklı olabilseydi.

Bugün ben hala şiddeti net şekilde eleştiren belki mesleğimden dolayı yaşatmaya odaklı, ölme ve öldürmeye dünyanın kurtuluşu sonucu getirse bile hala karşı, ölmeye dayalı hiçbir dava ve ideoloji kutsallık atfetmeyen ve yaşamaya, yaşatmaya odaklı olmayan bir davanın işe yaramadığını düşünen biriyim.

Sizce nasıl bir yöntem olmalı?

-Her çözüm yaşatmaya ve yaşamaya odaklı ve şiddetten uzak yöntemler seçilerek şekillenmeli. Bunun mutlaka bir yolu vardır.

-Mezuniyetinizden sonrasına gelelim mi? Neredesiniz ve ne yapıyorsunuz?

Pratisyen olarak mecburi hizmetimi yapmak üzere Malatya’dayım. Yoğun bir içe kapanmam dönemim. Hem TUS çalışıyorum hem Fanon okumalarıyla meşgulüm. Hayatla olan tüm bağlarımı ve aidiyetlerimi nasıl şekillendirmem gerektiğini yeniden bir daha yeni bilgiler ışığında inşa ettiğim süreçler.

Malatya süreci benim için oldukça verimli geçti bu her anlamda.
TUS’u kazandım ve yeniden Ankara …  Ankara Numune / Genel Cerrahi …
4 yıl ihtisas. Tekrar Mecburi hizmet ve Cizre.  ..

Vatanınıza yeniden hoş geldiniz. Tam da sizin gibi genç pırıl pırıl, dinamik, yurtsever ulusal hafızası olan, doktorlarımıza ihtiyaç olduğu dönem. (Gülüşmeler)

Keje Can Cizre benim için çok önemli çok değerlidir. Hala ikinci memleketim diye anarım.

-Stratejik, kültürel ve tarihi olarak çok önemli bir Kürt şehridir Cizre.

Benim kişisel tarihimdeki en önemli kısmı ilk kez Zaza olmayan   Kurmanc bölgesiyle tanışmamdı. Anlattığım gibi, Bingöl, Ankara, Malatya arasındaki yolculuğumun Kurmanc bir bölgeyle ilk kesişmesiydi.

Hastalarım Kürt dilinin Kurmanci lehçesini kullandıkları için, ben de hızla Kurmanci’yi öğrendim.

Değişik bir sosyolojiydi.
Bajariler, Koçerler onun dışında Güney Kürdistan, Beytüşşebap, Uludere ile olan sınır komşuluğu kendisine zengin bir sosyolojik kimlik bana da bu bölgeleri gezmek için hızlı ulaşım imkanı vermişti. Uludere’yi örneğin hala özlerim.

-Özlenmez mi Uludere Hocam? Hele hepimizi şoka sokan düşüncede ve eylemde Cembelli’nin Binevşi’in torunları olmanın hakkını veren özgür ve net kadınları ve hiçbir yerde bulamayacağınız natürel güzelliğe sahip coğrafyasıyla.

-Aynen öyle Kejeciğim. Memleketim Bingöl ziyadesi ile muhafazakâr bundan dolayı kadının toplumsal görünürlülüğü kısıtlıydı.  Cizre şehir merkezinde benzer bir muhafazakarlık vardır. Bir tatil günümde arabama atladım Uludere’ye doğru şehrin 25 km dışına çıkmamıştım daha çok kalabalık bir düğün alayına rastladım, 200-300 kişininin elele tutuştuğu yol üstü bir köy düğünü. Arabamı park edip onlara doğru yürüdüm ve hayatımda ilk defa kadın ve erkeklerin birlikte büyük bir coşku ve sevinçle halay çektiğini gördüm. Muhteşem bir andı benim hafızamın unutulmazları arasındadır. Orada o düğünün bütün aurasını iliklerime kadar hissettim. Ben de belki de Kürtlüğe dair ilk derin aşk orada oluştu. Kürtlerin özgür, mutlu, neşeli bir ulus olduklarını ilk defa orada kanıksadım.

-Kürt toplumunun özünde anaerkil bir toplum olduğu kanaatindeyim ben Hocam. Sömürgecinin iddialarının aksine öz Kürt kültüründe kadın erkekle eşit hatta bazen erkekten çok daha büyük bir değer. Yaşamın her alanında savaşta, tarlada, ibadette, evde ortak haklara sahip iken devşirme kültürlerin ulusumuza sirayeti sayesinde bugün tamamen aşağıda görülen, eve hapsedilmiş, tüm özgürlüğü elliden alınmış bir halde bu günkü mutsuz, renksiz ve neşesiz Kürt toplumunun oluşmasına sebep. Uludere ‘de bu konuda henüz bozulmamış bir damar var. O düğünde gördüğünüz ve belleğinize kazınan neşenin, renkliliğin ve mutluluğun sebebi bu.

Bak aklıma ne geldi Keje Can; yine bir gün Uludere’ye doğru birkaç arkadaşla gezmeye çıktığımızda arkadaşlar susadı. İçecek bir şeyler almak istedik. Bilenler bilir Uludere’nin yolu çok vahşi, ıssız, sarp kuş uçmaz kervan geçmez dağ yollarıdır. Bırakın içecek bir şeyler satan bir yer bulmayı bir insana rastlama olasılığınız bile hele hele o yıllarda oldukça düşüktür. Dolayısıyla çok da içecek bir şeyler satın alabileceğimiz bir yer bulmak o an için bize fazla iyimser bir hayal gibi gelse de etrafımıza bakına bakına dağların arasında ilerliyorduk ki yol üstünde bir büfe görünce pek sevinerek durduk. Bira da satan işletmecisinin bir de kadın olduğunu gördüğümde ben şok oldum. Yerleşim yerlerinden çok dağların arasında yol kenarındaki bu büfeyi işletenin bir Kürt kadını olması bana ziyadesi ile gurur verdi. İnanın bana o yıllarda belki Türkiye’nin batı şehirlerinde bile alkollü büfe işleten bir kadına rastlamak imkansıza yakındı. Gayet bakımlı, özgüvenli, kadın olmanın doğallığını yaşayan, kadın olmanın varoluşsal problemlerinden çok uzakta oldukça güzel bir kadındı. Bugün hala hatırladıkça içimi ısıtır o Kürt kadının o günkü duruşu.

Dedim ya Hocam onlar Binevş’in torunu olmanın hakkını fazlasıyla verir. Buradan onlara bin selam gönderip Cizre’ye dönelim. Cizre Halkı ile ilişkileriniz nasıldı?

-Ooo Keje Can onlar çok severdi beni. Ben de onları. Sanırım ilk Kürt Uzman doktoru yukarıda bahsettiğim üzücü sebepler yüzünden benimle gördüler.  Gencim tabi. Saçlarım uzun, arkadan bağlıyorum. Kürtçe konuşuyorum kendileri ile. Kafalarında sentezlemeye çalışıyorlar. Kendilerinden olmam ve halkıma duyduğum aşk hızlı karşılık buldu kendilerinde. İnanılmaz sevdik birbirimizi.

– Nerede kalıyordunuz?

O dönemler barış ortamı vardı ben tam Cizre’ye gittiğimde 2000 yılında, öncesinde çatışmalar sırasında kurşunlarla delik deşik edilmiş duvarları olan ilçenin sanırım tek yüksek katlı binası olan hastane lojmanında kalıyordum, üst katlara hala kimse kalmaya cesaret edemiyordu, ikinci kattı benim kaldığım yer. Batıdan gelmiş bir pratisyen doktor arkadaş o yıkık dökük kurşunlanmış lojmanın bir katını onarmış yaşanabilir hale sokmuştu kendince, tayini çıktığı için bana verdi.  Tek avantajı şehirde her gün saatlerce kesilen elektrik hastanenin jeneratörü sürekli çalıştığı için lojmanda hiç kesilmiyordu.  O yıllarda kesintisiz Ciwan Haco dinlemek nasip olan ender insanlardan biriyim bu yüzden. (Gülüşmeler)

– Hangimizin sevgilisi Değildi ki Ciwan Hocam? Hangimize eşlik etmedi ki o yılların tozlu ve ateşten yollarında. O kuşaktan olup da Suriye’den gelen cızırtılı korsan kaset kayıtlarında Ciwan’ın o buğulu sesini yüreğine ilmek ilmek işlememiş kim var bizden?

– Duygulandım Kejecim bak. Beynimin ve yüreğimin en ücra köşelerine sakladığım anılarımı beraber çıkarıp havalandırmanın hüznü ve hafifliği içerisindeyim bu akşam. Bütün imkansızlıklarına rağmen çok güzeldi o yıllar. Ve Cizre o gün de bugün de benim yüreğimde hep özel kaldı. Dedim ya ikinci memleketimdir.

-Sonra?

-Sonra Diyarbakır’a tayin.  O zaman Dağkapı’da Devlet hastanesi vardı ‘’Diyarbakır Devlet Hastanesi”.  Orada göreve başladım Genel Cerrah olarak ama rutinin dışında hem halkım için hem kendi bünyemde bir yenilenme ihtiyacı hissettim. Genel Cerrahide artık bir adım ileriye gidip biraz daha farklı şeyler yapmaya İhtiyacımız olduğunu hissederek yan dal olarak ‘’Cerrahi Onkoloji’’ sınavına girdim. Oldukça da zorlu bir sınav olmasına rağmen ben ve birlikte çalıştığım arkadaşım o birinci ben ikinci olarak dereceyle sınavı kazandık.   Tam o süreçte Diyarbakır’a yerleşmiş Bingöl Zazalarından olan kız arkadaşımla evlendim. Sonra yeniden Ankara.

-Ankara sizin kişisel tarihinizde çok garip bir şekilde dönüp dolaşıp kucağına düştüğünüz bir şehir olmuş hep. Oradan topladıklarınızı koşa koşa kendi topraklarınıza getirip dağıttığınız bir şehir. Genelde maalesef bizde tam tersi işlerken, sizin bir de böyle nefis bir yanınız var.

-Kejecim benim için hayatım boyunca memleketim ve topraklarım dışındaki her yer ara duraktı. Ankara gençlik yıllarımın nerdeyse 15 yılının geçtiği kültürel kentti, Karayalçın döneminde Ankara hayatına başladım, Kızılayı, Sakarya caddesi, Konur sokağı, Cebeci, Batıkent hala capcanlı anılarla doludur benim için. Hiçbir zaman bana ve mesleğime bu kadar ihtiyaç duyan bir halk varken getirisi ne olursa olsun başka coğrafyalarda yaşamayı düşünmedim. Mekanların da bir poetikası vardır der Bachlerd, katılmamak elde değil. Ve iki buçuk yıl üçüncü Ankara hayatı Cebeci de başladı, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinde Cerrahi Onkoloji ihtisası, ülkenin o dönem Cerrahi Onkoloji ihtisası veren tek yerdi, bende sınavlı giren ilk asistanlardandım.  Eğitimimi tamamladığımda Cerrahi Onkolog olarak Türkiye’de sayıca çok azdık. İstediğim her şehri seçebilirdim. Hatta sağlık bakanı vardı o zaman Erzurumlu Recep Akdağ beni kendi memleketine göndermek istedi. Gittim sağlık Bakanlığı bürokratı Bingöllü hemşerilerime, ‘’Ben Diyarbakır’a dönmek istiyorum. Bunun için geldim buraya” dedim. Yardımcı oldular. Ve döndüm. Diyarbakır Gazi Yaşargil Eğitim ve Araştırma Hastanesinde eğitim sorumlusu oldum. Genel cerrah yetiştirmeye başladım bu kez birçoğu bölgenin çocukları olan Genel Cerrahi asistanı yetiştirdik. Çok fazla kanser ameliyatları yaptık Gazi Yaşargil’de.   Sayısız hastanın ameliyatına girdim. Kanser hastaları çok özel hastalar bu yüzden çok özel anılar biriktirdim. Başarılarımız oldu, yenilgilerimiz oldu.   Kanser hala net çözümü olan bir hastalık değil maalesef. Kanserle mücadele etmeye devam edeceğiz ama hep yeni şeyler başlattık orada kanser cerrahisinde. Emek dolu bir 15 yılı aştık orada. Bu gün Diyarbakır’da 20. Yılımı devirmenin huzuru ve mutluluğu içinde kendimi geçmişten bu güne tam da olmam gereken yerde hissediyorum.

Biz de sizi tam da olmanız gereken yerde inat ve kararlılıkla durduğunuz için bu kadar seviyoruz. Sizi bizi gözümüzde eşsiz yapan bu tutumunuz Hocam.
Neden ‘’Onkolojik Cerrahi? ‘’

-Kanser cerrahisi o dönemler hakkı verilerek yapılan bir cerrahi değildi. Seçme nedenim de buydu. Hep derim ‘’Kanser cerrahisi, aynı zamanda bir vicdan cerrahisidir ‘’.
Şöyle ki; genel Cerrah olarak eğitim almıştık o dönemler ve gelen hastalara ameliyatlar yapıyorduk fakat kanser cerrahisinin tüm kuralları uygulanmadan cerrahi müdahale yapılan hastalarda hastadan istenen klinik başarıyı alamazsınız. Ve o eğitimi aldıktan sonra da bütün o kuralları hastaya ameliyat sırasında uygulamak gerekiyor.

Ben artık bir Cerrahi Onkolog olarak bu donanıma sahiptim, bu kuralların hepsine istisnasız riayet ettim.

Yetiştirdiğim tüm asistanlarıma aynı vicdanlı davranışı salık verdim. Nihayetinde anestezi altında savunmasız bir hastayla baş başasın o karnı sen açıyorsun ve sonra sen kapatıyorsun ve içeride ne yaptığını bir tek sen biliyorsun. Bu öğretiyi babamın bir sözü de pekiştirmişti: cerrah olduğum ilk yıl söylemişti bana:” Ameliyat olmak için siz cerrahlara gelen her insan, anestezi alında çıplak bedenleriyle önünüzde durur ve sizin vicdanınıza teslim, gücünün yetmediği ameliyatta hastaya önceden bunu söyle mutlaka” derdi bana. Birde üstüne titrercesine tekrarladığı bir öğüdü vardı babamın “sakın ayrım yapma”, herkese eşit derecede merhametli ol derdi. Ülkenin karmaşık siyasal yapısı kutuplaştırıcıydı, bunun mesleğe yansımaması gerektiğini öğütlüyordu ki, bu Hipokratik tıbbi terbiyenin zaten bize salık verdiğiydi. İşte Keje can tam burada vicdanın devreye girecek. Annene babana kendine daha uzun yaşasınlar diye neler yapman gerekiyorsa masaya yatırdığın her hastaya ekonomik, sosyal, siyasal vs sınıf ayrıt etmeksizin her hastaya onu yapman gerekiyor.

Bizim işimiz çok zahmetli, çok iyi inceleme araştırma, hastayı önceden iyi hazırlama, ameliyathaneyi önceden iyi hazırlama, ameliyatta sabırlı olma, ameliyatın kurallarını bilme, riske girmeyi göze alma ve gerektiren bir müdahaleler zincirinden oluşur.   Bunun eğitimini almak yetmez, çok fazla ameliyat görmek, sürekli kendini yenilemek zorundasın. Kısaca Kanser Cerrahisi cerrahi yapmak için yapılacak bir cerrahi değil gerçekten bir vicdan cerrahisidir. Asla taviz vermeden bu başlıklarla ilerlemelisin.

Yani Diyarbakır ve civarındaki halkımız sırtını rahat rahat size yaslayarak güvenerek işini dört dörtlük yapan bir Hocalarının ellerinin altında olduğunu bilmenin rahatlığını yaşasın.

-Umarım hiç ihtiyaç duymazlar Keje Can ama ihtiyaç duyarlarsa senin saydığın güzel sıfatları hak edip etmediğimi bilemem lakin en azından kendilerine zarar vermeyecek bir doktorları olduğunu bilsinler tabi.

-Valla Hocam saydığım sıfatların ziyadesine layıksınız bu sadece benim fikrim değil, son bir yıldır Türkiye’nin batısında dolaşmak zorunda kaldığım bu işin en iyisi diye anılan Hocalarımızdan sizi tanıyanlarından bir çoğunun da fikri. Hiç şüphesiz siz konusunda bizler çok şanslıyız.  Eh Kürdün talihinin de döneceği yerler olsun değil mi bu hayatta. (Gülüşmeler)

-Teşekkür ederim Keje Can. Çok mahcup ediyorsun beni. ben de sizlerle gurur duyuyorum.

Şu an artık mesleğiniz en verimli dönemindesiniz ve hala Diyarbakır’da olmanız bizim için büyük şans. Ekibiniz ve sizden her yerde övgüyle bahsedilmesi beni sahip olduğunuz ve sahip çıktığınız ulusal kimliğinize ortak bir birey olarak ziyadesi ile gururlandırıyor. Yine hastalarınızla olan muhteşem güven ve dostane tutumunuza şahidim. Aileden biri gibi olan bu hocamızın bundan sonra bizler için planı ne?
-Keje Can bir kere ben ‘’ Halk Doktorluğu ‘’ kavramına hala inanıyorum. Biz halkın doktoruyuz. Alanımızda spesifik ağır ameliyatlar gerektirip çözümü de zor olan bir hastalığın, özel eğitim, uzun yıllardan süzülen tecrübe gerektiren alanı. İlk ilke bence karşılıklı ortak varoluş, sevgi ve aidiyet. Ben onlara aitim onlar bana ait.
Bunca yıllık meslek hayatımda ne bir hastamla kavga ettim ne de tek bir hastamın benimle tartıştığına kimse şahit olmadı. Karşılıklı aidiyet duygusu beraberinde mutlak güveni de getirdi. Bu iki taraf içinde müthiş bir konfor. Beraberinde bir adanmışlığı da getiriyor.
Bu mesleki camiamın her yerde fark ettiği bir şey. Bunu altını çizerek hissettirdim. Diyarbakır’da birçok mesleki sempozyum Organize. Hepsinde de başkanlık yaptım. Niye?  Salt doktor salt cerrah salt Hoca olmamadan ziyade bu halkla olan bütünleşmem, bu bana aşırı mutluluk veren benim ütopyam şimdi aramızda olmayan yukarıda bahsettiğim tıp fakültesindeki arkadaşlarımın da ütopyasıydı muhtemelen. Başlangıç amacımız, hayalimiz buydu. Onlar olsaydı, bugün yaşasaydı aynen benim yaptıklarımı yapardı. Bir anlamda ortak düşlerimizi gerçekleştirmenin huzuru ve sorumluluğu. İnanın o arkadaşlarım yaşasaydı bugün benden çok çok daha ileride olurlardı. Bunu bilmenin vicdani sorumluluğu ile de yaşıyorum. Ben aramızdan zamansız en verimli çağımda göçüp giden senin deyiminle ‘’kara çocukların ‘’ ruhunu da şad etmek için onların yerine de aşkla çalışıyorum.

– Hocam inanın biz de sizi aynı aşk, aynı tutku, aynı sevgi ve aidiyetle seviyoruz. Ve sizin ütopyalarını omuzlarınıza yüklediğiniz kara çocuklara söylemeye fırsat bulamadığımız tüm güzel sözcükleri ve şükranlarımızı sizin aracılığınızla iletiyoruz. .

Söz ütopyalarla gelmişken Hocam, her Kürdün ütopyası olan statü gerçekliğine hala kavuşamamışken, geçmişten bugüne sayıları binlerce olan, alanında ses getiren bir sürü Hocayı da içerisinde barındıran Kürt Doktor camiasının hala ‘’Türk Tabipler Birliği ‘’ adı verilen bir şemsiyesi altında var olması biraz incitici değil mi? Acaba her ne kadar statüsüz de olsak bizim doktorlarımız kendi varoluşsal kimliklerinin adı altında dernekleşemezler mi?

-Kejecim Kurd varoluşu hakkındaki gözlem gücüne güncel sorun tespitlerine hayran kalmamak mümkün değil.
Şöyle ki Türk Tabipler Birliğinin kurucu üyeleri arasında Kürt Tabipler de var. Hatta geçenlerde belgeseli yapılan bir abimiz Mahmut Ortakkaya, sonra işte Selçuk Abimiz var.   Adı Türk Tabipler Birliği olmasına rağmen   Kürt tabiplerin kendini şu an içinde yaşattığı tek aura. Sistem tarafından bu kadar lanetlenmesinin, nefesinin daraltılmasının bir nedeni de bu.

-Peki Bahri Hocam, sizin yaşam öykünüzde de yaşadığınız gibi başta dil bariyeri olmak üzere ekonomik ve coğrafik koşullar yüzünden eğitimde fırsat eşitsizliğine rağmen tüm bariyerleri aşıp, son zamanlarda silahların gölgesinden nispeten sıyrıldığı için vatanımız kendilerini nihayet sayılı üniversitelere atan Kürt çocuklarına önerileriniz var mıdır?

– Kejecim benim yaşam öyküm ortada.   Bu kadar özelimi boşu boşuna anlatmadım. Asla pes etmesinler. Birincisi bu! Sosyal, siyasal, varoluşsal, ekonomik bir sürü zorluklar fakültede de yakalarından düşmeyecek ama gerçekten yapabilirler. Zorlukların kaderlerine dönüştüğü bir coğrafyadan armağan çelik gibi gelişen iradeleri tam bu noktada onlara avantaj olarak dönecek. Sakın hele hele ekonomik gerekçelerle eğitim haklarından vazgeçmesinler. Buradan tab derneklere ve bireylere de bu çocuklara gerekli burs yardımı, özellikle büyük şehirdekilere astronomik kira fiyatları yüzünden barınacak yerler temin etme konusunda gerekli sorumluluğu yüklenmeleri adına çağrıda bulunuyorum. Şuna emin olsunlar ki yaptıkları her kuruş yardım kendilerine ve insanına geri dönecek.  Ve çocukların uzaklarda çetin koşullarla mücadele etmemesi için üniversitelerin kurulması gerekiyor. Mesela Diyarbakır’da. Bunlar o kadar zor şeyler değil.  Yine büyük şehirlerde özel yurtlar açabilirler. Bunu yapabilecek güçleri var.

-Peki online bir üniversite açılsa Kürt Tıp Öğrencisi ve Asistanlarına alanınızla ilgili haftanın bir günü gönüllü ders verir misiniz Hocam?

-Keşke Kejecim. Keşke yapabilseniz. Seve seve ders veririm.

Gelelim bugün hala devam eden Felsefe ve edebiyat sevginizin bir ürünü olarak düşündüğüm Diyarbakır Bilgi Topluluğuna …Bu kadar yoğun bir mesaiye sahip bir mesleğiniz olmasına rağmen nasıl vakit bulabildiğinize şaşırarak sorayım ben yine de nasıl bir oluşum? Hedefi amacı nedir?

-Diyarbakır Bilgi Topluluğu ilk başlangıç ütopyasının hayata geçirilmesi aslında. Eski tarzların bir işe yaramadığını gören ve yeni bir şeyler yapma gerekliliğini hisseden ve bunun yolunun da çağın yeni bilgilerini aktarmaktan geçtiğine inanan ve böyle bir derdi tasası olup bu dert edinmiş birkaç arkadaşla birlikte oluşturduğumuz bir oluşum. Sur olaylarından sonra, mekanını Surları Terk Etmeyeceğiz sloganıyla Sur İçi olarak belirleyen ve haftalık toplantılarını Sur içindeki bir mekânda yapan bir topluluk. Hiçbir angajmanı yok, hiçbir guruba ait değil, geçmişteki hataları sahiplenmiyor zira bu hatalardan devir alınan bir miras yok.

-Niyeti ne?

-Niyeti aslında senin de bu röportajlar silsilesi ve araştırma çalışmaları ile dert edindiğin şeyin bir benzerini daha kalabalık kişilerle daha organize bir şekilde yapmak. Bilgiyi Kürt toplumuna tek öncü yapmak, kadim bilgi, modern bilgi, geleneksel bilgiyi halkın hizmetine sunmak.  Umarım ileride bir derneğe hatta Üniversiteye dönüşür. İnsanlarımızın potansiyeli var yeter ki onlara bir platform sunabilelim.

-Umarım büyüyerek genişleyerek hedefinin çok çok üzerine çıkar

-Sizi tanımak, hikayenizi dinlemek, varlığınızdan haberdar olmak, mücadelenizin ve aidiyetleriniz varmak istediğiniz hedefin yoldaşı olmak çok keyifli Bahri Hocam.
İyi ki bizimsiniz!  Bütün samimiyetinizle kendinizi bize açıp öykünüzü bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederim. Başarı öykülerinizin her alanda çoğalmasını dilerim.

-Sen de iyi ki bizimsin Keje Can.  Sahada senin gibi yürekli, cesur bilgili Kürt kadınlarının çoğalmasını dilerim. Ben teşekkür ederim.

Kejê Bêmal

kejebemal@hotmail.com

Geef een reactie

Je e-mailadres wordt niet gepubliceerd. Vereiste velden zijn gemarkeerd met *