12 Eylül 1980’nin toplumsal, siyasal ve ekonomik kırılmanın başlangıç tarihi ve simgesi olarak hafızalarda yer alması koca bir zaman dilimine mal oldu. Buna rağmen hala yeterince bilince çıkartılmadığını; siyasal, toplumsal ve sosyolojik boyutlarıyla ciddi bir muhasebe yapılmadığını, geçmişle yüzleşmeye her nedense o sürecin aktörleri, siyasal oluşumları ve politik odaklarının suskunluğu, ya da üç maymun tavrının hakim olması sonucu, 44 yıldır devam eden toplumsal bir travmanın artçı sonuçlarıyla mücadele etmekteyiz.
44 yıl önce, 12 Eylül 1980 tarihinde bir silindir gibi toplumsal dinamikleri ezip geçen ve hala kesintisiz bir şekilde devam eden, tekleşmeyi esas alan, toplumu yeniden restorasyona tabi tutan siyasal proje artçı sarsıntılarla ara vermeden devam ediyor.
12 Eylül 1980 sonrası başta 5 Nolu Diyarbakır zindanında olmak üzere bir çok cezaevinde politik tutuklular üzerinde deneyler yapıldı. Aralıksız devam eden işkenceler eşliğinde bilinmeyen ilaçlar kullanıldı, politik tutsakların rehabilitasyonu ve sisteme entegre edilmesi için yoğun projeler denendi. Deneyler yapıldı, psikolojik yöntemlerle arzuladıkları hedefler için yoğun testler yapıldı. Sisteme boyun eğmeyen politik çevrelerin nasıl ve ne zaman “havlu” atacakları ve ringden inecekleri konusunda bu deney ve testler sonucu bir “tecrübe” edindiler. Bu kanlı tecrübe zinciri, zaman içinde toplumsal dinamikleri sarıp sarmalayarak girdaplarda yok etmeye çalıştı ve bu mekanizma olanca gücüyle bugün de yok etmeye devam ediyor.
Psikolojik savaşın yöntem ve taktikleri konusunda bir hayli tecrübe ve pratiğe sahip Türk Devleti, özel harp dairesinin kurmay aklıyla, seçkin kadro ve aparatlarıyla, toplumu yeniden dizayn etme ve dönüştürme projesini başarılı kılmak için toplumsal mühendislik uygulamaları eşliğinde 44 yıldır devam eden bir korku, güvensizlik ve umutsuzluk iklimi yarattı.
Türk Devleti, özel savaş konusunda akademisyen, asker, emniyet ve istihbarat bürokrasisinin seçkin kadrolarını yurtdışında uygulamalı eğitimlerden geçirerek, sürecin aktörlerini başat kıldı. Bunlar toplumsal yaşamın gözeneklerini birer birer işgal ederek narko-militarist bir kitle yarattılar. Bu aktörlerin eğitmenleri ise “ünlü akademisyenler” sıfatıyla, toplumsal itibar ve ekonomik ayrıcalıklarla ödüllendirildiler. Bu akademisyenlerin eğittikleri ardılları ise, birer fanatik ve kafatasçı karakterle TV ekranlarında topluma parmak ve sopa sallamayı “milli bir görev” bellediler.
12 Eylül 1980 sonrası psikolojik harp konusunda yapılan çalışmalar hakkında, o günkü gazete manşetleri ve TV ekranlarında ilgili haberler hala arşiv kayıtlarında yer almaktadır. Amerika’dan gördüğü eğitimi İstanbul da özel kliniğinde uygulayan Turan İtil bu akademisyenlerden biridir. Kendisi “dünyaca ünlü Sümerolog” olarak tanınan Muazzez İlmiye Çığ’ın kardeşidir. Yine Prof Ayhan Songar ve asistanı Nevzat Tarhan gazete manşetlerinde yer alan malum isimlerdir. Dolayısıyla 12 Eylül projesi çok donanımlı ve zamana yayılmış “düşük yoğunluklu” bir savaş konseptinin başlangıç tarihi olduğunu yıllar bize uygulamalı olarak öğretti!
Turan İtil ve ekibinin araştırma ve deneyleri sonucu elde ettikleri sonuçlar o zaman kamuoyuyla paylaşıldı. O araştırmalara göre sisteme başkaldıran politik genç nüfus, devletin “şefkatli kolları” arasında şiddetli bir sarsıntıyla çabucak güzergah değiştirdiklerini test ederek bir kanıya varmışlardı. Bu testler sonucu en radikal ve uzlaşmaz olanlarında ortalama 35, 40’lı yaş sınırına kadar ihtilalci, isyankar düşüncelerini koruduklarını test etmişlerdi. Bu sonuçlar haber olarak medyada yer almıştı. Tabi ki bunun sonuçlarını günümüzde nedir, neyi ifade ediyor, nasıl bir merhalede seyrediyor tartışmaya açık bir konudur. Bu projenin birey ve toplum üzerindeki etkisi ne oldu, günümüzdeki yansıması hangi boyutlarda seyrediyor? Yapabildiklerimiz ve yapamadıklarımız nelerdir? Bu sorunun cevap hakkı samimi birey ve dünün aktörlerinde!
Bizler henüz yaşama merhaba demeden zorlu ve uzun soluklu bir maratonun en heyecanlı saflarında, o toy halimizle farklı kulvarlarda, farklı etaplarda koşmaya başladık. Devrimin zikzaklı, engebeli, zorlu ve acımasız yolunda ideallerimiz peşinde çabalayarak yola devam dedik, direndik ve her şeye rağmen bugünlere kadar aman dilemedik. Genç ve heyecanlıydık, toplumsal mücadelenin çocukluk evresinde bizler en ön saflarda barbarca saldırı ve işkencelere maruz kaldık. 12 Eylül silindirinin devam eden etkisine rağmen her türlü cezalandırma ve “terbiye etme” amaçlı yol ve yöntemlere karşı her birimiz kendi çapında, gücü oranında birey olarak ayakta durmaya çalıştık ve gururla duruyoruz. Ancak bu süre zarfında mensubu olduğumuz politik yapıların ve aktörlerinin sisteme karşı bir direnç noktasını oluşturmamalarının derin üzüntüsünü ve kırgınlığını hep birlikte yaşıyoruz. Özellikle de vurdum duymazlığı, sorumsuzluğu alışkanlık haline getirmiş kimi bireylerin ve çevrelerin “üstenci” yaklaşımlarını, emeğe saygısızlığını anlamak çok zor. Bizler dünün 17-18 yaşlarındaki gençleri olarak, bugün 65-70 lere merdiven dayamış durumdayız. Her şeye rağmen sistemin dayatmalarına boyun eğmedik ve eğmeyeceğimizi de pratik yaşamımızla dost ve düşmana gösterdik. Bizler birey bazında devrim yapmadık ancak sistemin kanlı dişlerine de teslim olmadık. Toy ve tecrübesizdik, maraton koştuk, onca eksiklik ve yanlışlıklara rağmen nihai ulusal hedeflere odaklanarak yola devam dedik. Bu tavır yığınca dost ve yurtseverler tarafından ilke haline getirildi ve pratikte devam ettirildi.
Hollanda’nın Den Haag (Lahey) kentinde düzenlenen bir seminerde, katılımcılar arasında zindan çıkışlıların sayısı ve farklı politik geleneklere ait arkadaşların varlığı, samimi ve heyecanlı duruşları, yüreklerinin derinliklerindeki acı ve kırgınlıklara karşın hala sisteme karşı mücadele azmi, dostluk, yoldaşlık ve “aile” aidiyet duygusuyla ortak bir hukuka sahip olma gerçeği, bize zindan direnme tarihinin gerçeğini yansıtmaktadır. Bu duygular ışığında, devam eden 44 yıllık bir siyasal projenin derinliği ve sonuçları açısından, bir an için projektörü geçmişe tutma gereğini hissettim ve doğal olarak okuduğunuz şu satırları yazma ihtiyacını duydum.
Bizler bir bütün olarak kendimizle ve 12 Eylül projesiyle yüzleşmeye cesaret edemediğimiz için mitos bölünme alışkanlığı ve korkularımızla; sevap ve günahlarımızla hesaplaşmadığımız için hala “min go, te go” nakaratları eşliğinde, makasın uçlarında pozisyon almayı önemsedik. Oysa ki Latin Amerika ve Yunanistan gibi ülkelerde yaşanılmış örnekler orta yerde duruyor. Bir çok ülkede askeri cunta sonrası ciddi muhalefet odakları oluştu. Bu ülkelerdeki muhalefet güçleri geçmişleriyle yüzleşerek, süreç karşısında bir pozisyon yaratarak, başarısızlık trendini başarı trendine yönlendirdiler. Türkiye ve Kürdistan da ise şiddet sarmalında bütün toplumsal sinerji odakları “demokratik Türkiye” için seferber edildi. 44 yıllık bir zaman diliminde, politik ajitasyon ve güç kaybının dışında, neden somut bir kazanım, (sınıfsal veya ulusal) bir başarı hikayemiz yoktur diye soru sorma gereğini duymak gerekiyor.
12 Eylül zindan direnişlerinde yaşamını yitiren bütün canları saygıyla anıyorum, hala boyun eğmeyen ve bireysel çabalarıyla yaşama tutunan zindan direnişçilerini, içerde ve dışarda zulme boyun eğmeyen dostları sevgi ve saygı ile selamlıyorum.
Cano Amedî
18.09.2024